top of page
Öne Çıkanlar

Her Yol Bir Umuttur, Her Umut da Bir Yelken...

/1 Ağustos 2015


EKSİKLİK SENFONİSİ


Yola çıkarken…


Ne kadar da heyecanlıyım. Oysa hazırlığın son aşamasında eksik gedik olmasın diye danışmanlığına başvurduğumuz arkadaş aksi gibi bu kez heyecanlı olmadığını söylüyor. Evet, doğrudur bu onların aynı grupla ve ailece çıktıkları dördüncü yurt dışı gezisi. Bizimse ilk. İlkler hep daha heyecanlı ve coşkulu değil midir?

Yurt dışına çıkmayı istemişimdir hep. Kim istemez ki… Kenarından, kıyısından döndüğüm de oldu. Gitmeyi kurduğum ama ölü doğmuş bir bebek gibi canlandıramadığım da…

Örneğin, İsviçre’de yaşayan arkadaşlarımızdan davet almıştık bir keresinde. İki aile birlikte tam da gidecektik bir trafik kazası geçirdik. Maddi hasarlı kazada canımızı kurtardığımıza sevindik sevinmesine de gidişimizi iptal etmek zorunda kaldık.

Bir de şu var aklımda; erkek kardeşimle, o on sekiz yaşına geldiğinde Venedik’e gidip gondola binme hayalimiz vardı. Kardeşim o yaşa gelmeden evlendiğimden bu hayali gerçekleştirmek mümkün olmadı. Neden böyle bir hayal kurmuştuk ve hedefimiz neden on sekiz yaştı bilmiyorum. Ama kurduğumuz hayali geliştiremedik. Unutuldu gitti sanırım. Bugüne kısmetmiş ne yapalım.

Otobüsle gidilecek bir gezi bu. Bu nedenle gezimizin ana hedefi İtalya ise de yolumuzu başka ülkelere de düşüreceğiz.

Sadece yol ve konaklama parası ödeyerek katıldığımız gezide yeme-içme, alış-veriş ve müze ziyaretleri için bütçemizi ayarlamamız gerekiyor. Mihmandar arkadaşımız tuvalet alışkanlıklarının farklı olduğu uyarısında bulunuyor. Klozetlerde sifon harici su olmadığını söylüyor. Yanımıza bolca ıslak mendil almalıyız.

Başka öneriler de alıyoruz. Tecrübesine dayanarak Yetsel ablam ayakların şişmemesi için minik bir tabure, oğlum ise boynumuzun tutulmaması için boyun yastığı öneriyor. Su almamızı ve sırt yastığı bulundurmamızı söyleyen oluyor. Karnımız doymadığında atıştırmalık çerez paketleri hazırlıyoruz. Olmazsa olmazımız elmalar tek tek yıkanıp paketleniyor. Yedek sularımız var. Her gün için temiz giysiler sayarak yerleştiriliyor. Soğuk için de sıcak için de önlem alıyoruz. Şapka ve mont ikilisi vazgeçilmezlerimiz arasında. Bir yedek havlu, bir yedek çarşaf.

Yollar biriken tozlarımızı alacak üzerimizden yenileri savrulurken havada.




/2 Ağustos 2015


YOLDA …


Gece geçmek bilmiyor. Uyur uyanık bir haldeyim. Ya uyanamazsam psikolojisi. Saati kurmama rağmen, ya çalmazsa sendromu.

Gece saat 3:00. Saat çalıyor ve uyanıyorum. Ne kadar uyuyabildiysem işte. Hazırlanıp arabaya binmek bir saate mal oluyor. Ve Lapseki’deyiz. Arabamızı bir haftalığına öğretmenevi bahçesine park edip 6: 00 feribotuyla Gelibolu’ya geçiyoruz.


75. Yıl Cumhuriyet İlkokulu’nun önünde duruyor otobüsümüz. Taksiyle oraya vardığımızda yerleşme telaşındaki yol arkadaşlarımızla karşılaşıyoruz. Herkes yanında götürmek için getirdiklerine yer bulma telaşında. Biz de bagajımızı yerleştiriyoruz. Şoför öğretmen edasıyla elindeki listeden yerimizi bulup gösteriyor. Kural gereği her gün bir arka sıraya geçip yolculuğa devam edeceğimiz söyleniyor. Turu düzenleyen öğretmen arkadaşlarla tanışıyoruz. Herkesin pozitif enerji yaydığını hissetmek güzel. Yaygın bir samimiyetin ortasındayız. Bize bu turu öneren arkadaşların pozitifliği ve samimiyeti de etkili bunda tabi ki. Herkes kendine bakar durumda aslında. Bizim yabancılığımız yabancılık değil. Benzer mesleklere sahip, benzer yaşantılardan çıkıp gelmiş, benzer yörenin benzer insanlarız. Kendini ait hissetmek zor değil bu ortama.


Çok neşeli bir şoförümüz var. Komedyen Ata Demirer’e oldukça benziyor. Öyle ki Ata Demirer’in sol yanağındaki ben onun sağ yanağını süslüyor. Ata Demirer’in negatifi sanki, diye düşünmeden edemiyor insan. Bunun farkındalığı ile bolca izlediği komedyenin jest, mimiklerini kullanıyor sıklıkla. Öyle sevimli ki ortamı ısıtıyor. Yola revan oluyoruz.


Gelibolu, Keşan, İpsala. İlk geçtiğimiz kapı Türkiye İpsala sınır kapısı. İlk dikkatimi çeken benzer korkuluklar. Türkiye tarafında kırmızı beyaz, Yunanistan tarafında mavi beyaz. Her iki tarafınki de örümcek bağlamış. Hava sıcak. Boş durmuyor örümcekler. Yunan bayrağının yanında lacivertin üzerine sarı yaldızlı on iki yıldızın bulunduğu Avrupa Birliği bayrağı dalgalanıyor. Pasaportlarımızı onaylatıp sınırı geçiyoruz. Pek de bir şey fark etmedi ne kadar da ülkemize benziyor derken düzgün yollar, çoğunda mısır ekili düzgün taranmış saçlar gibi tarlalar ve bolca zeytinlikle karşılaşıyoruz. Tek bir çöpe rastlamak mümkün değil.

Önce Alexandroupoli (Dedeağaç), Komothini (Gümülcine ) ve Xanthi (İskeçe)’yi geçiyoruz. Kavala yakınlarında bir dinlenme istasyonunda durup ilk kahvaltımızı etmek güzel. Gecenin üçünde yediklerimi henüz sindiremediğimden sadece tesiste ikram edilen çay ile geçiştiriyorum. Çok sevdiğim Kavala kurabiyelerinden alıyoruz. Tam yeri olduğu ve yolda gördüğümüz onca badem ağacına rağmen kurabiyelerde badem ara ki bulasın. Oysa İstanbul’dan gelip aslen Edirne’den tura katılan Hülya hanımın ikram ettiği kurabiyelerde bol badem içi var. Adı farklı. “Osmanlı Şehzade Bademli Kurabiye” yazıyor kutunun üzerinde. Minik karelere ayrılmış bir lokmalık. Ne ince davranış biz neden böyle bir şeyi akıl edemedik, diye düşünmeye kalmadan Hülya hanımın eşinin Osmanlı Şehzade’nin sahiplerinden olduğunu öğreniyoruz. Osmanlı Şehzade markası altında üretilen bademezmesi, bademli kurabiye, fıstıklı kurabiyeler ve tüm tatlı ürünleri imalatı 1993 yılında kurulan Yıldız Turizm Otelcilik Ltd ve AddressGroup bütünlüğünde hizmet vermekteymiş. Edirne’ye gittiğimde firmanın ana şubesinden alış-veriş ettiğimi hatırlıyorum. Badem ezmeleri de harikaydı.


Kahvaltı sonrası hedefimiz Selânik. Selânik’ te uzun kalamayacağız ne yazık ki. Programda yalnızca Atatürk’ün doğduğu ev var.


Kahvaltı molamızdan iki saat sonra hedefe varıyoruz. Yakınında park eden otobüsümüzden indiğimde aklımda evin karşısında denizi görmek var. Oysa ev tam da çarşının ortasında.

Bugün müze olarak kullanılıyor ve bitişiğinde Türk Konsolosluğu var.

Bulunduğumuz mahallenin Aya Dimitriya Mahallesi ve evin bulunduğu caddenin Apostolu Pavlu Caddesi olduğunu öğreniyorum. Kapı no:75


Evin caddeye bakan yüzü kitaplarda gördüğümüz o pembe gülümsemesi ile bizi selamlıyor.

Ama bildiğimizden biraz solgun. Eski ya da harap olduğundan değil gayet bakımlı aksine.

Sanırım bakımını yapanların yeni tercihi bu olmuş. Sağ yanından bahçeye girdiğimizde evin

bodrum katıyla birlikte üç katlı olduğunu görüyoruz. İlk dikkatimi çeken bahçedeki nar ağacı. O ağacı Ali

Rıza Bey dikmiş. Ağacı alışkanlıkla içten selamlıyorum. Öğrendiğimden yaptığım

yorumla kiracı olunan bir eve dikilen ağacı daha bir anlamlı buluyorum

Selanik arşiv belgelerine göre, şimdi müze olan Atatürk Evi, 1870 yılından önce Rodoslu müderris Hacı Mehmed tarafından yaptırılmış olup önce İbrahim Zühdü adlı birisine, daha sonra da yine Selanik halkından Abdullah Ağa ve Eşi Ümmü Gülsüm'e satılmıştır. Bu kayıtlardan anlaşıldığına göre Ev, Atatürk'ün babası Ali Rıza efendi tarafından inşa ettirilmemiş, sahiplerinden kiralanmıştır.

Atatürk'ün babası Ali Rıza Bey’in kereste ticaretiyle uğraştığı söylenirdi. Oysa o bir süre Selanik Evkaf katipliğinde bulunmuş, gümrük memurluğu yapmış, 1876 yılında da Selanik "Asakir-i milliye taburunda birinci mülazım olarak görev almış, daha sonra serbest ticaret hayatına atılmış..

Selanik'in tanınmış ailelerinden Sarıgüllü Hacı Sofulardan Feyzullah Ağa'nın kızı Zübeyde Hanım'la 1878 yıllarına doğru evlenen Ali Rıza Bey Kırmızı Hafız diye şöhret bulan babası Ahmed Efendi'nin (Subaşı) mahallesindeki evinden ayrılarak Koca Kasım Paşa mahallesindeki aslı vakıf olan şimdiki evi sahiplerinden kiralamış eşi ile birlikte bu eve taşınmışlar. Ev o zamanlar, etrafı yüksek duvarlarla çevrili olup, harem ve selamlığı olan üç katlı tapu kayıtlarına göre ( Bir bab fekani oda ve bir divanhane ve bir tahtessema ve iki bab tahtani oda, bir çeşme bir miktar avlu) klasik, çıkartmalı bir evmiş. Dış yüzü sıva üzerine pembe boyalı olup alt pencerelerine demir, üst pencerelerine de ahşap kafesler yapılmış. Atatürk 1881 yılında bu evin ikinci katındaki sol tarafa düşen ocaklı odada doğmuştu.

Zübeyde hanım oturmuş İstanbul’daki oğlunun yolunu gözlüyordu. Mutfakta gurbete çıkmanın hüznü içinde henüz delikanlı bir Mustafa Kemal oturuyordu. Bir başka odada cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk vardı.

Evi gezerken gördüğüm bir ayrıntıdan söz etmeden edemeyeceğim. Ziyeret eden çocuklar için bir kütüphane oluşturulmuş. Minik sandalyelere oturup sinevizyondan çizgi filmle bilgileniyorlar. Kitap okuyabiliyorlar. Raflarda Rıfat ılgaz’ın “Bacaksız Okulda” kitabı dikkatimi çekiyor.

Atatürk’ün karnesi ve cumhurbaşkanlığı mührü evi gezerken objektifime takılan ayrıntılardan.

Aramızda daha önce de Atatürk evi’ni ziyaret edeler var ve evin gerçeğine uygun döşenmiş halinin daha anlamlı olduğunu söylüyorlar. Ben bu günümüze müzeciliğine uygun halini de sevdim.

Bu ev hep bizimleydi zaten.

Köşedeki ağacı görmezden gelemezdim elbet. Fotoğraf makinemle kareliyorum ağacı.

Ve dinlenme zamanı…

Pazar günü olduğu için mağazalar ve dükkanlar kapalı. Yalnızca oturup dinlenecek, yenip içilecek yerler açık. Cadde ve sokaklar nerdeyse bomboş.

Grup rehberlerimizden Lütfiye hanım, soğuk bir kahve türü olan Frappe’yi denememizi öneriyor. Selanik’e gelip Frappe içmeden dönmek olmazmış. Deniyoruz, çok da iyi geliyor. Üstü köpüklü buzlu bir kahve bu. Pipetle içiliyor.

Öğrendiğime göre, ilk defa 1957 yılında Selânik’te yapılmış. Nestlé firması için çalışmakta olan Yannis Dritsas, çocuklar için çikolatalı pratik bir içecek (çikolatalı karışımı suyla çalkalamaktan ibaret) tanıtımı yaparken, yanında çalışan Dimitris Vakondios bu yöntemi standart hazır kahveyi sıcak su yerine soğuk su ile hazırlamak için kullanmış. Böylece, tesadüfen de olsa Frappe'yi bulmuş.

1957’den sonra Yunanlılar Frappe'yi ulusal kahve içecekleri olarak benimsemişler. Yunanistan'dan hızla komşu ülkelere yayılan Frappe, bugün yaygın şekilde içilen bir soğuk kahve türü. Hazır kahvenin kahve piyasasına hakim olduğu ülkelerde daha yoğun şekilde içilmekteymiş.

Otobüse binip Selânik’ten ayrılırken bu ziyaretin eksikliği içindeydim. Yine gelmeli ve şehri daha bir tanımalı.

Otobüsü park ettiğimiz yerdeki o güvercin gözlerini uzaklara dikmişti.










/ 3 Ağustos 2015


Adriyatik’te Bir Gece,

Selânik’ten İgoamenitsa’ ya 350 km’ lik dağlık bir yoldan gidiyoruz. Uzunlu kısalı pek çok tünelden geçiyoruz. Tünellerde oldukça gelişmiş ışıklandırma ve havalandırma var. Yollar otoban ve konforlu. Yunanistan’ın sallantıdaki ekonomik durumuna bakıp buna şaşırırken şoförümüz Ümit (-ki ona Driver Ümit diye hitap ediyoruz. Çünkü o kendine “driver” diyor ve sol üst cebine takılmış böyle bir kokart taşıyor.) yolların ve tünellerin İngiltere tarafından yap- işlet- devret modeliyle inşa edildiğini ve elli bir yıllığına kiralandığını söylüyor.

Yunanistan’ın kuzey batısında, Adriyatik kıyısında dağlarla çevrili İgomenitsa’ ya geldiğimizde 700 km yol yapmış bulunuyoruz. Burası panoramik bir liman kenti. Buradan İtalya'nın Ancona, Venedik, Bari ve Brindisi limanlarına rutin feribot seferleri bulunmakta.

/4 Ağustos 2015

ROMA'YI YAKMAK

*

Bir devir, her yolun çıktığı , dünyanın merkezi Roma’dayız, ama benim aklım o yangında ve imparator Neron’da…

Herkesin bildiği Neron… Çocuk yaşta imparator oldu. Aşkı uğruna öz annesini öldürttü. Bir şair, bir müzisyendi. Duyguları yoğun insandan korkacaksın demek ki… Bir yandan da hak veriyorsun sanki… Yüzyıllar önce hükümdarı olduğu ülkenin başkenti Roma’yı yakıp da yüksek bir tepeden seyrine bakmasaydı, NERON bugüne nasıl kalırdı?

Roma’dayız. İki gece kalacağımız otel sakin ve temiz. Bu gece dinleneceğiz.

/5 Ağustos 2015

AH FLORANSA

“ şehirler var karşılarken hoş sohbet,

şehirler var ayrılırken ardın sıra gelir muhabbet ”


Kapısı zamansız çalınarak yatağından uyandırılan tescilli güzel edasıyla karşılıyor bizi Floransa. Öyle ki dün gece sonrası saçı başı dağınık. Yıkılan pek çok ağaç, kırılan dallar, savrulmuş her nesne tarumar bir hüznün temsilcisi.


Şiddetli fırtına şehre oldukça zarar vermiş. Nereye baksak belediye görevlisi olduğunu düşündüğümüz kişiler ağaçların kırılan dallarını kesip düzeltmek, yıkılan gövdelerini kaldırmakla meşgul. Bu hüznün içinden geçip, Arno Nehri kıyısına geldiğimizde işveleniyor güzel. Ne kadar cilvesi varsa yürüdüğümüz kıyı boyunca. su olup akıyor. Ne kadar huzur veren, ne kadar büyüleyici…


İtalyanca’da “ Frenze ” olan şehrin adı “çiçek bahçesi ” anlamına geliyormuş.


Floransa’yı Floransa yapan Medici ailesi. İlginç olan, aile aristokrat veya soylu değil. Apenin Dağları eteğindeki Mugello Vadisi’nden gelmişler. Sadece Floransa’da ve Toskana topraklarında değil, bütün İtalya ve Avrupa üzerinde sanat sayesinde etkin olacak bir saltanat kurmuşlar ve soylu olmamalarının açığını, modern müzeler ve koleksiyonlar çığırını açan girişimleriyle kapatmışlar. Zenginlikleri ile Rönesans’ ın “ Bu hayatı bir kere yaşıyoruz, öyleyse onu daha güzel kılmak için elimizden geleni yapmalıyız.” düşüncesine hizmet etmişler. Gelmiş geçmiş en güzel resim, heykel ve yapıtların ortaya çıkmasında büyük rol oynamışlar. Onlar 15. Yüzyıl İtalya’sında gücün simgesi.


Nehrin hayranlık uyandıran doğal yapısı bir yana etrafındaki eski binaları, köprüleri de tarihi yanını güçlendiriyor. Gezmeye Signora Meydanı’ndan başlıyoruz. Burası açık hava müzesi gibi. Medusa’nın bedeninden ayrılmış başını ellerinde tutan Perseus’u, Neptün Çeşmesini, tek bir mermerin oyulmasıyla yapılan Sabin Kadınları’ nın Kaçırılması heykellerini görmek mümkün. Michelangelo’nun “Davud” heykelinin bir kopyasını da...

Sonraki durağımız Floransa Katedrali, Duomo. Buranın Floransa’nın en yüksek yapısı olduğunu öğreniyoruz. Yeşil mermerleriyle meydandaki binalar arasında benzersiz görünüyor. İçeri ücretsiz giriliyor. İçerisi cephesi kadar görkemli değil. Burada fotoğraf çekmekten vazgeçip etrafı seyretme isteği duyuyorum. Heykellerin çoğu bronz ve yeterli ışık da olmadığından istediğim kareleri elde edemiyorum. Daha da önemlisi meydanı geçtikten ve katedrali ilk gördüğümden bu yana sanatın tanrısallığı karşısında akıl tutulmasına uğruyorum.

Dilek dilemek için yakılan mumları metalden bir ağaca yerleştiriyorsunuz.( Belli ki bu fikir yeni) Emekli öğretmen Hasan amca ile birlikte geziyoruz. Bir dilek tutalım ve mum yakalım, diye teklifte bulunduğumda bu yaşta benim nasıl bir dileğim olabilir ki, diyor. Olmaz mı vardır bir dileğin elbet, deyince a öyle bir dilekte bulunuyor ki gün boyu hepimizin dileği oluyor!

S. Giovanni Vaftizhanesi’nin (Baptistery) bronz kapıları sanatçı Ghiberti tarafından kırk yedi yılda yapılmış. Restorasyon çalışması dahilinde olan kapıların şaheserliğine hayran oluyoruz. Kapıların bronz olduğu söylense de altın gibi parlıyorlar.

Michelangelo’ nun bu kapıları gördüğünde, “ Bunlar ancak cennetin kapısı olabilir.” demesine hak veriyoruz.

Floransa’ya gelip de Uffizi Müzesi’ni gezmemek olmaz. Grup arkadaşlarımızdan Necati bey emekli tarih öğretmeni ve gezi öncesi sıkı bir araştırma yapmış. Hazırladığı notları bizimle paylaşıyor. Ve onun notlarında da gezilecek yerler arasında önceliğin Ufuzzi Müzesi’ne verilmesi yer alıyor.

Müze U şeklinde ve iki katlı. Giriş yaklaşık yirmi Euro. Aldığınız bilet üç gün geçerli. Altı bin metrekare alanı bir günde gezmek mümkün değil. Koridorlarında dünyaca ünlü sanatçıların eserleri var. Eserler ressamların temsil ettiği akıma göre sıralanmış. Koridorlara ait kırk beş odada da durum aynı. Bazı odalar yalnızca bir ressama ayrılmış. Bir gün de gezmek hatta hakkını vererek gezmek için daha çok zamana ihtiyaç var. Hatta bilgiye ve ilgiye.

Botticelli’nin “İlkbahar” ve “ Venüs’ün Doğuşu”, Fillippino Lippi’nin “ Madonan ve Çocuk” ve Titian’ın “ Urbino Venüsü “tabloları burada. Din ve sanat iç içe geçmiş.

Medici ailesinin bir zamanlar ofis olarak kullandığı müzenin bazı odalarının eskiden tiyatro olduğunu öğreniyoruz.

Müze sokağında ressamlar var. Bazılarına kendi resminizi yaptırabiliyorsunuz. Tabii yeterince zamanınız varsa.

Bisiklet kullanımının yaygın olduğu şehirde bolca fayton var. Fayton kiralayıp şehir tutu yapabiliyorsunuz.

Sadece ulaşım ve konaklamanın programa dahil olduğu bir gezi bu. Grubumuz çok renkli. Sıcak samimi insanlar. Çoğu Gelibolu’ lu. Çoğu öğretmen. Dört beş üniversite öğrencisi genç de var emekli olanlar da. Beş yaşında grup üyesi de var seksenli yaşlarda da. Böyle olunca gezi amacı ve yapılması öncelenen değişiyor. Müze gezmek isteyen de var , şehrin sokaklarını dolaşmak isteyen, eğlenmek isteyen ya da oraya ait lezzetleri tatmak isteyen de. Yakın amaçlar organize olmak da zorlanmıyor.

Pinokyo’nun yaratıcısı Carlo Collodi’ Floransa ‘da doğmuş. Birkaç dükkanın vitrininde ya da tezgahında Pinokyo figürüne rastladımsa da asıl Bartolucci zincirine ait dükkanı arıyorum. Çarşı içindeki dükkânı bulmak zor olmuyor. Bu kadar ahşap oyuncağı ilk defa bir arada görüyorum. Neler yok ki… Miniğinden çocuk boyutuna kadar en çok da Pinokyo figürü var. Gepetto Usta’yı arıyor gözleriniz. Ama Bertalucci ailesine ait atölyede çekilmiş eski bir resim ile karşılaşıyorsunuz.

Bertolucci firması 1936 yılında Leopoldo, Ernesto ve Mateo kardeşler tarafından akordeon imalathanesi olarak kurulmuş. 1981 yılında tümüyle tahta oyuncak imalatına dönülmüş. Tahta oyuncak imalatı benim de ilgimi çekiyor.

Floransa’dan sonra yolumuz Pisa’ya. Bir saatlik (85 km) yol boyunca Floransa’dan söz ediyoruz. Arno Nehri de denize dökülmek üzere Pisa’ya gidiyor. Ama onu göremiyoruz.

Bu yolculuğun güzel yanı otobüsle seyahat ediyor olmamız. Gittiğimiz yolların oranın coğrafyasını, yerleşim yerlerini, tarımını, hayvancılığını vb görme olanağı sağlaması hoşuma gidiyor. Ve ilk defa sanayisi ile bizi karşılayan bir şehre giriyoruz. İlk şaşırmam bu oluyor. Pisa Kulesi’ni böyle bir yerde hayal etmemiştim, diye düşünüyorum.Sanki bir meydana gitmiyoruz da kaleye çıkıyoruz. Havanın kararmaya başlaması canımızı sıkıyor.

Pisa ticari limana sahip bir şehir. Pisa Kulesi yalnızca şehrin değil İtalya’nın da simgesi. Yapımı üç yüz yılda tamamlanabilmiş. Zemindeki çökme yüzünden daha yapım aşamasındayken eğilmeye başlamış. 1274 yılından, 1990’lara kadar 5.5 metre kadar eğilen kule restorasyon çalışmaları sonucunda 3.9 metre eğik duruma getirilebilmiş.

Pisa Kulesi’ni hep tek başına boynunu eğmiş görmeye alışığız. Oysa Mucizeler Meydanı denen bu yerde bir vaftizhane, bir katedral ve anıt mezarlar da var.

Ünlü fizikçi, matematikçi, gök bilimci ve düşünür Galileo burada doğmuş.(1534) Düşen objelerin hızıyla ilgili deneyini bu kuleye çıkarak yapmış. Eğik olan kulenin bana en ilginç gelen yanı içinde her biri bir notaya denk gelecek şekilde yedi tane çan bulunması oldu.

Eğlenceli fotoğraflar çekiyoruz.

Pisa Kulesi’nin bulunduğu meydanda diğer şehirlerde de gördüğümüz Afrika kökenli satıcılardan bolca var. Meydana giderken gördüğümüz hediyelik eşya satıcıları kepenk kapatmak üzere. Açık olan son satıcıdan ufak tefek hediyelikler alıyor ve arkadaşların keşfettiği Türk dönercide karnımızı doyuruyoruz.

Hava iyice kararmış ve biz iyice yorulmuşken Floransa Calenzano’ da Art Otel Miro’ya varıyoruz. Otel koridorlarında İspanyol ressam Joan Miro’ nun resimleri asılı. Dekorasyon renkleri ustalıklı. Tuvaletler bile koyu gri seramikleriyle tuval gibi. Ama o da ne, rezervasyonumuz kayıtlı görünmüyor. Aksi gibi otel dolu.

Önce evsizler gibi bahçede, sonra lobide yaklaşık iki saat bekletildikten sonra çözüm arayan birkaç yetkilinin özür dilemesi ve yönlendirmesi sonucu 10 km ilerideki Pistoia’da Milona Otel’e götürülüyoruz. Otelin daha konforlu olduğu ve farkı kendilerinin ödeyeceğini söylüyorlar.
Gittiğimiz otel konforlu ve temiz evet. Gürültülü klimalar örneğindeki gibi konforu eski ve bulunduğu konum itibarıyla kimse orada bilip, bulup kalmaz. Bunun bir kandırmaca olduğunu ve pek çok kişinin başına geldiğini düşünmek de haksız değiliz.
Tescilli bir güzelin koynunda uyuyacağını sanırken yaşlı bir aristokratın kollarına düşmüş gibiyiz.

Ah Floransa! Uykudan uyandırdığımız güzel. Keşke bu kadar unutulmaz olmasaydın…



/ 6 Ağustos 2015


VENEDİKTE KAYBOLMAK


Sabah kalktığımızda neredeyiz, bir gece vakti nereye getirildik diye merakla Pistoia’de etrafı geziyoruz. Programda olmasa da buraya da gelmek varmış. Gördük mü? Gittik, diyecek kadar.


Gezinin en heyecanlı günündeyiz. Çünkü bugün romantik şehir Venedik gezilecek. Müze gezmek, tarihi eserleri incelemek bilgi ve ilgi gerektirse de romantizm insanın doğasında var. Herkes Venedik’i çok merak ediyor. İtiraf etmeliyim ki ben de. Romantizmin kanı kıpırdamaya başlıyor. Her zaman olduğu gibi kadınlar romantizmin baş kahramanı. Sabah giyilen kıyafetler bir sırrı ele veriri gib. Herkes daha bir özenli, daha bir şık, daha bir güzel. Hele ki otobüsün neşe kaynağı Fatma hanımın siyah elbisesinin arkasındaki melek kanatları…


Günün sürprizi Yasemin ve Ayşe hanımın doğum günleri ve otobüste kutluyoruz.


Venedik’e doğru yola çıktığımızda yol boyu katır tırnaklarına rastlıyoruz. Hiç bu kadar çok katır tırnağını yanyana görmemiştim. Pek çok çam ağacı ve ara ara kestaneler de var. 260 km’lik yol etrafı seyrederek keyifli bir şekilde bitiyor . Venedik birbirinden kanallarla yarılmış yüzden fazla adadan oluşuyor. Limana vardığımızda tecrübeli şoför Ümit bey , sokakların birbirine benzediğini söylüyor ve kendi diliyle “ kaybelmeyin “ diyerek ayrıca tembihliyor.


Yolcu taşıyan teknelere “vapuretto” deniyor. Kişi başı gidiş - dönüş 15 Euro ödeyerek vapurettoya biniyoruz. Yolculuk çok keyifli çok rahat. Vapuretto da bizden başka iki grup daha var. Bu gruplardan birinin de Çanakkale’den geldiğini öğreniyoruz. Nereye gitsek Türklerle karşılaşıyoruz. Bu kadar kalabalık turist nüfusunda Türk oranı nedir gerçekten merak ediyorum. Bizim mahalleye dönmüş İtalya! Kanalda ilerledikçe sağlı sollu pek çok tarihi bina ile karşılaşıyoruz. Manzara ayrı güzel.

Bolca fotoğraf çekiyoruz. Geziye başladığımızdan bu yana tahminimin üstünde fotoğraf çekmiş olmalıyım ki fotoğraf makinesinin hafıza kartı doluyor. Ben de etrafı seyretmeye koyuluyorum. İnerken aklımda yeni bir hafıza kartı almak var. Akşam sekizde bizi indiğimiz iskeleden alacak kaptan. Tur rehberlerimizden Serkan bey gecikmememiz için tembihliyor. Gezi otobüsüne benzemez kimseyi beklemez, diyor. Kaçıranın vay haline…


Nereye gitsek meydanlardan başlıyoruz ya gezmeye bu kez uğrak yerimiz San Marko Meydanı. İlk adımda gelin ve damada rastlıyoruz. Pırıl pırıl iki genç. Bandırmalıymışlar. Gelinin en büyük hayali imiş Venedik’te evlenmek. Ne hayal ama. Onlarla birlikte türkü söyleyip, oynuyoruz. Meydana çok da dikkat ettiğimiz söylenemez. İlk hedefte gondol gezisi var. Topluca en yakın iskeleye gidiyoruz. Pazarlık etmeye kalkınca taksi ücreti gibi tarifelerini olduğunu söylüyor ve listeyi gösteriyorlar. En fazla altı kişi alan gondolun yirmi dakikası seksen Euro. Gondol sefası müzikle renklendirilebiliyor.


Gondollara tarihi hava verilmiş. Ahşaptan yapılmışlar ve siyah boyanmışlar. Altın yaldızdan antik süslemeleri var. Gondolcular siyah pantolon üzerine lacivert - beyaz ya da kırmızı beyaz çizgili kısa kollu yakalı tişört giyiyorlar. Bizim gondolcumuzun kırmızı beyaz tişörtünün üzerinde beyaz kısa kollu ; cep, yaka ve kol kenarlarında ince kırmızı biyeler olan ayrı bir gömleği vardı. Meksikalı gibi şapkası ve şapkasının kenarlarında da kırmızı kurdeleden biye vadı. Tanıdıkmış gibi davranıyor ve kanal kanal gezdikçe bilgiler veriyordu. Özel seçilip eğitildiklerini öğreniyoruz. Aşka gelince arya söylüyorlar!


Büyük kanalda gondol sefası çok hoş, çok güzel de binaların arasında çok nem var. Kesif bir rutubet kokusu ciğerlerinize işliyor. Nefes almakta zorlanıyor insan. Ayrıca trafik öyle yoğun ki romantizm zorlama bir eylem olarak ortada duruyor.

Gondoldan inince herkes bir tarafa dağılıyor Buraya özgü ne var diye inceleyince; operada, balede kullanılan cinsten maskeler ve cam işçiliği objeler satan dükkanları görüyorum.


Sokakları tanımaya çalışıyoruz. Kanalların kenarındaki evlerin inanılmaz fiyata satıldığını öğreniyoruz. Gondolcularla pazarlık eden turistleri izliyoruz bir durakta. Herkes pazarlık niyetiyle gelip tarifeyle karşılaşıyor. Hamile bir kadınla eşinin romantik anlarına şahit oluyoruz. İngiliz olduklarını düşündüğüm iki erke bir kız yakın yaşlardaki (8-9 ) yaş) üç çocuktan kız iki elini birleştirip dua eder gibi gondolcuyla pazarlık etmek istiyor. Tarifeyi söylüyor gondolcu. Anne –babayı ikna edemeyince izlemek zorunda kalıyorlar. Kanala ayaklarımızı sarkıtıp serinliyoruz. Büyük kanala uzanmış bir elin parmakları gibi sokaklar. Her seferinde benzer kafe ve lokantalarla karşılaşıyoruz. Lokantalar pahalı değil ve çokça şarap içilen mekan var. Rialto köprüsü yakınına geldiğimizde bir grup arkadaşla karşılaşıyoruz ve karşıya geçmek istediğimizi söyleyince buluşma noktasına geç kalabileceğimiz uyarısında bulunuyorlar. Nasıl geç kalabiliriz ki bir avuç yer derken köprünün karşısını gezip geliyoruz ve 2A dışında bir adını bilmediğimiz iskele yakınında bir lokantaya oturuyoruz. İskeleyi sorduğumuzda doğru yerde olduğumuzu söylüyor garsonlar. Yemeğimizi rahatla yiyip, şarabımızı yudumluyoruz. Zaman geçiyor ve buluşma noktasına gelen yok. Çeyrek kala Serkan beyi aradığımızda çok uzaklaşmış olduğumuzu ve yetişemeyeceğimiz söylüyor. Önce panikliyoruz. Sonra lokantadan başka bir yetkilinin yardımıyla Tranketto’ ya iki bilet alıp son seferi olduğu söylenen deniz otobüsüne biniyoruz. İyi de onca insan bizi bekleyecek limanda. Hiç kendimden ummazdık, kaybolduk.


Otobüsten indiğimiz nokta farklı. Sorun şu ki her araç farklı bir noktadan işliyor. Deniztaksileri başka yerden, deniz otobüsleri başka yerden ve vapurettolar başka yerden. İskele numarasını bilmek yetmiyor. Otobüsün park yeri görünürde yok. Kırık dökük de olsa İngilizce bilmek işe yarıyor o başka. Bir zaman İstanbul’da kimyagerlik yaptığını öğrendiğimiz Maria yetişiyor imdadımıza. Arkadaşlarımıza kavuşuyoruz. Bizi görünce çok seviniyorlar. Sitem edeceklerini düşünürken başka bir grupla neşe içinde halay çektiklerini görüyoruz. Bir daha kaybelmeyin , diye şaka yapıyorlar üstelik.


Damat halayı denen oyuna katılmak hiç bu kadar mutluluk vermemişti!



İlgili Yazılar

Hepsini Gör

Rüya

son eklenenler
ADIyla ARA
Henüz etiket yok.
bizi izleyin
  • Facebook Classic
  • Twitter Classic
  • Google Classic
  • Wix Facebook page
  • Wix Twitter page
  • Wix Google+ page
bottom of page