top of page
Öne Çıkanlar

Bu Ülkede Her İyi Şair Sağalmış Bir Travmadır







Baktığında dört yan mavi keserdi, mavi yağardı. Ulu ağaçların altından uzayan parke yoldan kısa eteği savrularak gelir, yanımdan geçerken, benim aptal utangaçlığımın verdiği cesaretle delice rahat:

- Seni seviyorum çocuk, diye fısıldardı. Utanırdım. İçim sımsıcak Akdeniz keserdi, hiç bilmediğim Akdeniz… Konfetiler gibi portakal çiçekleri yağardı başıma, utanırdım. Hep utanırdım.

Tam önümde otururdu. Durmadan silgimi alır, onun gelişini beklerken masaya sımsıkı yapışıp terleyen ellerime dokunurdu, ince uzun parmakları. Güneş yanığı sarı saçları ışık ışığa savrulurdu gözlerimin önünden. Bir yosun kokusuyla dolardı hava.

- Seni seviyorum çocuk, derdi, fısıltıyla. Kızlar kapısına yönelmeden tam önümden geçerken, iki tavşan dişini gösteren gülmesiyle, derdi. Akdeniz kokardı.

Seni seviyorum... demek, ne demek anne? Annem utanırdı. Kapılara, bacalara bakardı, geçmeyen kuşlara bakardı. Anlardım ki, bu hiç sorulmaması gereken sorudur.

“ Okuluna bak sen,”derdi annem,“Öyle pis şeylerle kafanı doldurma!“…

Ama anne, sanki dünyanın en güzel çiçeklerini veriyor bana… İçim kalkıyor anne, yüksekten düşer gibi, salıncakla uçar gibi… O kadar kötüyse, içim niye harman yeri? Sonra o bir kız, bense bir erkek…


Öyle ya erkektim. On dört yaşında bir erkek… İçinde ekşi eriklerin kamaşması olan komik bir erkek.


Bir devir sevmekten utanırdık. Tüm devirler biz, sevmekten utandık. Hele erkekler…

Bu iklimde erkekler, seviyorum, demeyi hiç bilmezdi. Yemin ederim, hiç bilmeyecekler de… İçimde bir şey, bağır, diyordu, bırak ağaçlara adını kazımayı, bağır: Hakkın senin, al!. Seni seviyorum,.. Seni, seni, seni seviyorum… Ama ayıptı. Adama neler yaparlardı. Adama ne yaparlardı? Daha adamın adama neler yaptığını, yani Attila İlhan’ı bilmiyorduk.

“Ihlamurlar Altında” yı kaç kez okudum. Love Story’İ kaç kez izledim kim bilir. Soluk aynaların karşısında en bayramlık sesimle fısıldadım: Seni seviyorum… Ama diyemedim. O mavi gözlerle darmadağın oluyordum, hep yeniliyordum, sonsuz yeniliyordum. Dünya büyüyor, duvarlar üstüme geliyordu

“ Bu gece yine ayaz çıkacak / iliklerine dek üşüyeceksin…/ Engelli yolların sonunda duvarlar kat kat, / Denizlerse dalgalı olabilir…”

Nerden buldum, nasıl yazdım, ne anlatırdı, sevgiyi anlatır mıydı, bilmem. Anımsadığım yazarken içimdeki ekşi erik kokusu deliriyordu. Verdim ona, ulu ağaçların bittiği yerde tam kızlar kapısında. Bir şey diyemedim, uzattım. Bir intiharın eşiğinde gibi kaskatı öyle verdim. Minnacık kâğıt eline geçtiğinde parmakları elimi yaktı. Elim kalsın istedim. Kalsa. Tutsa?.. Ağlardım. Tutmadı. Mavi gözlerini geniş geniş açarak, bulut toplayan bir gök gibi içten içe kaynayarak, ama ıslak, ama, ama… İnsan çok sevilince niye ağlar anne?

- Sen, şimdi büyüdün çocuk, dedi

Ben büyüdüm.

O anda yakaladı beni öğretmen. Kızın elinden minik kâğıdı aldı, okudu ve bana döndü. Göz bebeklerinde ve çarpılan ağzında o korkunç ezen yargı vardı: Ben sanki ülkeme ihanet etmiştim, ben sanki ülkemin namusuna… Başıma inen yumruklarla yıkıldım kaldım. Anladım, büyümek yenilmektir. Artık bu ülke Akdeniz kokmuyor anne…

Biz bir avuç çocuk 1968 güzünde aşk için ayaklandık. İlk öğretmen okulu boykotuydu. Gecenin bir yarısı polisin copundan kaçarken ayakkabılarım yalının kayalıklarında kaldı. Gene yenildik. Biz talimliyiz usta, yenilmeyi çok güzel yaparız.

Sürüldük, itildik, kakıldık ve çok ama çok derin kırıldık. Devlet sağ olsundu, parmak kadar çocuklardık, sevdik, şapka takmak istemedik; sözün kısası suç işledik: ezildik, bitirildik. En kötüsü biziz sanıyorduk. Biz kuzeydekiler, sınırlarımızı aşan işler yapıyorduk, seviyorduk ve cezalandırılıyorduk. Ceza olmasa, bizden adam olmazdı usta.

Daha Akdeniz’deki o bıçkın delikanlıyı tanımamıştık, seksenine değin içinde kocaman bir çocuk gezdiren fırtına şairi bilmiyorduk. Onu, sevdiği kıza Nazım Hikmet’in bir şiirini yazıp gönderdi diye 141’le yargıladılar. Daha on altı yaşındaydı. Türkiye’nin hiçbir yerinde okumasına izin vermediler. Üç yıl sonra ancak mahkeme kararıyla İstanbul’da bir okul bulabildi. Yirmi bir yaşında Türkiye’nin en büyük şiir ödülünün ikinciliğini C.S.Tarancı’nın ardından alırken devrinin birçok ünlü şairini geride bırakıyordu.

Henüz, onu tanımamıştık.

Biz yediğimiz dayağın acılarını uzanabildiğimiz kadar dilimizle yalayarak sağaltırken, atlan alta bu büyük kahramanlığımızla da övünüyorduk. Devlete kafa tutmuş arka mahalle çocuklarıydık, az mıydı?.. Ve bu kadarla kurtulmuştuk. Artık kendimizi sınayacak, çarpacak yeni duvarlar arayabilirdik.. Oysa bilmiyorduk, o duvarlar hazır bekliyordu, gelecek bizi bulacaktı. Yetmişli yıllar, kırgın olan herkesi gomonist yapıp çıkacaktı. O yıllar, yüreği olan herkesi iyice kıracak, taraf yapacaktı.


Bilir misin kırılmak aklı öldürür usta!


Kırılma büyük iştir usta. Benim ülkemde bu işi büyükler üstlendi bir devir. Kötü komşu, insanı mal sahibi yapar. Büyükler de, kırdı mı, iyi kırar. Adamı dünya çapında bir şair, büyük bir siyaset polemikçisi, yeni edebi akımlar yaratıcısı, çağının en cesur romancısı, en önemlisi seksen yaşında bile hala hakkı teslim edilmeyen çocuk gözleriyle intihar etmeye kararlı gibi bakan bir kahraman yapar. Hep aykırı durmaya kararlı, hep hesaplaşmaya niyetli yapar.

Çalıştığı CHP yayın organı ulus gazetesinde CHP’yi eleştirir, kovulur. Mavi dergisini toplumsal gerçekçilik akımına oturtur, ama tüm şiiri değilse bile, dizesel anlamda Yenicilere, “Bu bizden,” dedirtecek, şiirler de kaleme alır. Onun şiirinin gücü, bilinç akışıyla, halkın kullandığı deyimleri doğru yerde yan yana getirmesindeydi. Soyutlanan şiir, yine soyut ama herkes tarafından anlamı bilinen deyimlerle “yaraya tuz basıyordu”.

Adapazarı’nda Türkçe kullanmaya kararlı bir edebiyat öğretmeniyken, çünkü benim de kırılmam vardı ve toplumla hesabım, salt bu yüzden sürüldüm. 12 Eylül’ün hemen sonrasıydı ve neden kıyıldığınızı bile soramazdınız, eşim dostum kimsem kalmamıştı çevremde anlatacak, kaybolmuştum. İnsan korkaklığı korkunç… Tam o günlerde Attila İlhan şiiri divan edebiyatı motifleriyle gündeme düştü. O kentli ağzına hiç uymayan küflenmiş sözcükleri nerden bulursa bulur, küfünü, pasını siler, cilalar, en yeninin yanında sunarak yüreğimizi oynatırdı; ama sevmedim onu. Sıra halkın kullandığı, hatta biraz köylü deyimleri kent diline sokarak güzel şiirler üretilebileceğini o kızgınlıkla çoğumuz görmezlikten geldik. Biz görmedikçe de, Attila İlhan şiiri devleşti, slogan oldu. Umurunda değildik onun. Kendi sınıfıyla bile çatışıp tek başına, kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış, o intihar etmeye kararlı çocuk pervasızlığıyla yürüyordu.


Biz yanıyorduk. Yenik bir kuşaktık, sığınacak onuru bile çok görülen...


Devlet üç beş baldırı çıplak, başıbozuk psikolojide çocuğunu adam edemez miydi yani, hakkımızdan gelmişti. Evrim devrim prangalarımızdı. Kendi ülkemizde misafir gibi yaşayarak, öyle gidiyorduk. Bir sığınağımız Atatürk devrimleri kalmıştı. Kalkıp onları da sorguladı. Oysa bir “kalpaklı “ değil miydi bu adam? Ne demek şapka devrimi, diyordu, kimi devrimleri sayar, kimini ise… Atatürk gaziydi, kalpaklı savaşçı,.. Ondan sonrası Atatürk’ü tanımlamazdı, ona göre başka bir şeydi, daha çok İnönü’yü tanımlardı.

Artık emindik, bu adam mit ajanıydı! Ah benim at gözlüklü sol yanım!?

Sonra romanları, Fena Halde Leman, gündeme bir bomba gibi düştü. Ülkemdeki bir kadın hiç böyle cesur, hiç böyle aykırı ele alınmamıştı. Herkesin bildiğinin mutlaka bir farklı yanını bulurdu İlhan. Güçlü bir polemik yeteneğiyle onu donatır, kurgular, her biri kaya kadar ağır, sağlam yargılarla sunardı. Ona karşı olabilirdiniz, ama zor karşı dururdunuz. İki binli yıllara doğru, değişen dünya gündemine denk düşen, ama yine aykırı bir çıkışı yükseltiyordu. Sultan Galiyev ve Anadolu devrimciliği... Ülkücüler ve solcular aynı noktada buluşabilir diyordu. Milliyetçi, ulusçu bir çıkıştı. Nasıl Marksistti bu, sorusunu hep sordular. Ne var ki, o günlerin umarsız savrulmalarında ilgi ve itibar da gördü. Çünkü o çıkmaz sokakların adamıydı. Yaşasa, belki de edebiyatın içinde bulunduğu bu keşmekeşe de ilginç düşüncelerle çözüm üretirdi.


O Kolay Aşılmaz Bir Özgünlüktü.

Aklı başında bir insanı, buza yazı yazmaya, yani sanatla uğraşmaya götüren sürecin, yani o büyük kırılmanın çocuklukta olduğunu düşünmüşümdür. Çünkü çocukluktaki o bozgunu, toplumun, sizden kat kat güçlü insanların neden güç birliği yapıp üstünüze geldiğini açıklayamazsınız. Ödünleme mekanizması geliştirip yediğiniz büyük dayağı, tersine çevirip anlatamazsınız. Daha henüz uydurma bir geçmiş yaratıp, o dünyanın başkahramanı sizmişsiniz gibi öyküler kuracak çağa vardır. Erkendir.

İşte o erken anda, şimdi dünyanın, bir numara şairlerinden sayılan Nazım Hikmet’in şiirlerini kız arkadaşına gönderdi, diye uğradığı cezayı bir düşünün. Bu travma adamı ya öldürür, ya da… Büyük kırılmayı yaşadı, bir büyük şair doğdu. Zeki, akıllı, güzel düz yazılar da yazan ki şairlerin başarılı düz yazı yazanları çok değildir, ama hep şair, çarpacak duvarlar arayan, ama aklıyla bunu toplumun kabul edeceği bir çizgiye çekmeyi bilen, inanılmaz acılı, şapkalı bir çocuk kaldı.

Seksen yıl o acıyı, o kırılmayı her yazdığında yeniden yeniden kanatıp taşımak çok zordur gelir bana. Belki böyle de değildir A. İlhan’ın hikâyesi, ama neden bilmem ben hep öyle hissederim: O zaman da bir Akdeniz başlar. Kırık, yaralı bir Akdeniz. Hele güzse… Bir mavi kız, siyah çizmelerinin sivri topuklarını inadına sert sert vurarak, güneş yanığı sarı saçlarının her bir telini keskin bir jilet yapıp gezdirir içimde. Etekleri savrulur, dikişli çorapların üstünde. O yabani erikler çiçek keser. Ürperirim. Sizi bilmem ama ben hep içimden vurulurum. Bu da olmasa başka türlü bizim gibiler yenilmez, öldürülmez.


Hem unuttun! Henüz on beş yaşındaydık, öldürmüştün bizi? Kim iki kez ölür ki?

ÿ

İlgili Yazılar

Hepsini Gör

Rüya

son eklenenler
ADIyla ARA
Henüz etiket yok.
bizi izleyin
  • Facebook Classic
  • Twitter Classic
  • Google Classic
  • Wix Facebook page
  • Wix Twitter page
  • Wix Google+ page
bottom of page