köprü
*
KÖPRÜ
*
Müzeyyen Melik
.
Babam derdi ki, fakir insanın aklı da fakir olur.
Yıllar sonra anladım yaşananların anlamını. Zaman zaman kendime sorarım, seneler midir insana öğretici olan yoksa insan mıdır öğrenmek için seneleri bekleyen.
Hala bilmiyorum, emin olduğum; o dünyanın bir bana özel değil, herkese böyle işlediği… ki bunu da daha o zaman sezmiştim aslında.
Köyde çok zaman geçirmedim, okumak için şehre indim. Yine de bana birkaç beden küçük geldiğini anlamam uzun sürmemişti. Her sabah kalktığımızda aynı işlerle uğraşılırdı. Babam ormana gider annem bahçe işlerinde çalışırdı. Böyle bir kısır döngü içerisinde yaşamak bana göre değildi. Çünkü ben kız arkadaşlarımla dahi evcilik oynamazdım. Her gün Ayşe’ye misafirciliğe gitmekten, bez bebekleri uyutmaktan mutlu olamazdım. Adını koymasam bile, başka şeyler istiyordum.
O kısa süre de hayatıma yön vermek için kurduğum karalayıp yeniden oldurduğum düşlerle doluydu. Neylersin ki, yaş küçük, beden küçük... Sorduğum on sorudan ikisine yanıt alırsan sevin. Hele ki babam, ara sıra bile birkaç kelam etmezdi.
Köyüm ormanlar arasında bir yamacın eteğinde basamaklar misali kümelenerek inen tam bir doğa harikasıydı, ama benim o zamanlar gördüğüm yoktu ya. Böyle yamaçlara niye yaparlar evleri diye düşünürdüm. Tüm köy hayvancılık ve sebzecilik yaparak geçinirdi.
En çok ormanı severdim. Hatta içlerinden en ihtişamlı ve en güzelini, kocaman olan bir ağacı kendime kahraman seçmiştim. O ağaç sadece benimdi. Oraya çıkar, bulutları elimle tutabilecek kadar yakın hissederdim. Ağaçların arasından seçtiğim su birikintilerine bakarak şekiller çizerdim. Sonra da uzaklara, içimdeki çok uzaklara bakarak dalardım...
Hele güz gelince… Ağaçlar rengârenk sallanarak dans ederdi. Yeşil-kızıl-sarı-kahverengi yapraklar birbirleriyle vedalaşırcasına sallanarak düşerlerdi. Düşünürdüm kimi yapraklar zorlanır yeşil kalır, kırmızı düşmemek için direnir, sarılar dökülür, ama ağacın eteğinde hışırdayan gazallar olup ötekileri ve hep birlikte kışın gelmesini bekler gibiydiler. Orman yaşlandı diye sanır, üzülürdüm bile. Günler böyle uzayıp giderken büyüdük.
Ele avuca sığmayan bir çocukluğum vardı. Sabah merdivenleri zıplayarak çıkar, oradan kayarak inerdim. Babamın yaşlılığım da dünyaya geldin gençliğim olacaktı ki… diyerek mırıldandığını çok duydum. Annem korku içinde peşimde dolaşırdı. Bense çok mutlu olurdum. Korku aklıma hiç gelmezdi.
Sonunda Annem, bu yıl son, artık okula gideceksin , hiç olmazsa aklım sende kalmaz, dedi. Nasıl sevindim. Ben de artık büyük olmuştum. . .Büyük olmak güzeldi, ablamlar gibi ben de artık… çok şey için sıraya girmiştim demek ki…
Büyük derenin üzerinde kalın bir ağaç konularak yapılan büyük bir köprü vardı. Tüm köyün karşıya geçmek için kullandığı tek yoldu. Kışın altından akan kabarık,bulanık sularla çok ürkütücüydü, ama bana öyle gelmezdi. Her şeyden önce görünüş çok güzeldi. Annemin anlattığı masallardaki gibiydi. Kocaman bir dere daracık bir elbise giyinmiş, ortasına da gözalıcı bir kemer takmış gibi düşünürdüm köprüyü. Ne var ki geçmesi o denli kolay değildi. Her bastığında sallanırdı, aşağıdaki su az bile olsa kudurgan cehennem alevleri gibi gelirdi. Allahtan ağaçtan yapılmış tutma yerleri vardı. Sürekli bir sağa bir sola sallanırdık ama bir yere sıkıcı sarılmanın güveniyle keyif bile alırdım. Kışın, hele baharda karlar eriyince, okul dönüşü hava karardığında geçmek iyice cambazlık işiydi. Önünde yığılır, en cesaretliyi beklerdik. Sonra arkasına tek sıra dizilir geçerdik. Nefes dahi almazdık. Şiddetinden savrulan suları ayaklarımızı ve ağaç köprüyü ıslatırdı. Kaymaktan korktuğumuz köprüye daha da sıkı
basardık. Kışın tutunduğumuz korkuluk buz gibi olurdu. Ne var ki yürüyebilmek için sıkıca ttunurduk. Soğuk sular ayaklarımızı ıslatmış, ellerimiz kızarmış umurumuzda değildi. Sadece karşıya geçmekti derdimiz. Buz tutan ellerimi ısıtamazdım. Palto ablamındı. Cebime ellerim yetişmezdi. Nefesimle ısıtmaya çalışsam da nefesim yeterli gelmezdi. Eve gelince hemen sobaya koşardım bu kez de ısınır fakat çok sızlardı. Ağlamakta gururuma dokunurdu.
Bir akşam son dedim. Sobanın başında oturan bizimkilere çıkıştım:
- Bu köprü ne zaman yapılacak. Birinin düşmesini mi bekliyorsunuz?
-O nasıl söz kızım bugüne kadar kimse düşmedi, dedi annem.
-Düşünce mi yapılacak.
Babam nihayet konuştu
-Kızım! Biraz dikkat et. Bir şeyden de yakınma! İki adımlık köprü, atla zıpla geç! Herkes nasıl yapıyorsa…
-Merak etme baba ben zaten geçiyorum ama Zehra geçemiyor? Çok korkuyor, yarın onun babasına da söyleyeceğim.
-Bir şey olmaz bizde o köprüde büyüdük bir şey olmadı. Dikkat edin.
Sonra gidip uyudu.
O gece sabaha kadar uyumadım. Aklım düşünmeye yetmedi. Aslında korkan bendim ama gururum kendimden büyüktü, söyleyemezdim. Birinin bana korkak demesi beni çileden çıkarırdı. Benim tarzım değildi. Sonra düşündüm o ağacın yanına bir ağaç daha koysalar geçmek daha kolay ve güvenli olmaz mıydı?
Sabah hemen babama söyledim.
-Baba; akşam düşündüm, o ağaç köprüyü kim yaptı?
-Babamın dedesi neden sordun?
-Aynı ağaçtan bir tane daha yanına eklesek dedim.
-Kızım uzatma bir şey olmaz! Biz orda büyüdük bugüne kadar kimse düşmedi. Okuluna hadi!
Okul yoluna koyulduk. Kar ve tipi diz boyu olmuştu. Kabanlara sarıldık çıktık yola. Ablamın kabanı üzerime büyük ayakkabısı çıkar ayağımdan. Boşlukta yürüyor gibiyim. Ama yine de mutluyum. Okulu seviyorum, orda oynadığım arkadaşlarım var.. Kendime örnek aldığım bir de öğretmenim var.
Böyle geçiyordu günler.
O sene her zamankinden daha yoğun geçti kış, çok kar yağdı. o gün okuldan çıktığımızda gene yağıyordu, hava kararmıştı. Sıkı bir ayaz vardı. Karayemişlerin yapraklarından akan sular minik buzlara dönmeye başlamıştı bile. Birbirimizi kaybetmemek için el ele tutunmayı istedik ama olmadı, ellerimizi ceplerimizden çıkaramıyorduk ki… Bıçak gibi soğuk engelliyordu. Hemen atıldım. Kol kola girelim birbirimizin cebine ellerimizi koyalım.
Böylece ayrılmayız da dedim. Büyük ağbilerden biri; aferin cingöz öyle yapalım dedi.
Köprüye gelmiştik. Buz tutmuştu, zor geçecektik. O yaşta ne yapmamız gerektiğini bilecek halimiz de yoktu. Biri:
-Tamam tek tek geçmeye çalışalım. Ben önden gideyim siz arkamdan gelin. Yanlız kollardan sıkı tutunun bastığınız yerden iyice emin olmadan adım atmayın, deyince hemen uyduk. Sırayla geçmeye başladık.
Korku içimde büyüyordu. Kapıldığım hisle titriyordum. Sıra Zehra'ya geldiğinde benden daha çok korktuğunu hemen anladım. Zehra benden büyük biraz da kilolu bir kızdı ama severdim. Oyuna hiç almazdım bakma. Koşamıyor ve yenilmemize sebep oluyordu.
Ounu öyle korklu görünce fırladım; tamam birlikte geçelim dedim.. Ben önde o bana sarılı bir eli kolda ağır ağır yürümeye başladık. Birden esen rüzgâr bizi salladı. Zehra bana tutunarak ayaklarıma doğru kaydı. Tam anlayamamıştım, Herhalde köprüden dolayı sallanıyor diye düşündüm. Rüzgar ve tipi hızını hiç kesmiyordu.
Farkına varınca öylece kaldım. Korkudan mum gibi kala kaldım. Zehra’ya korkma ben eğilip seni tutacağım dedim. Aşağı eğilerek ayaklarımı köprüden aşağı kaydırdım. Karnımı köprüye koydum. Şimdi hemen hemen yakları boşlukta bana tutunan Zehrayla aynı seviyedeydik, önlüğünden yakalamıştım, daha sıkı tutabilirsem kurtulabilirdik. Fakat alttan akan su bırakmıyordu, akarken sürekli Zehra ya çarpıyordu. Ağırı arkadaşımı tutmakta zorlanıyordum. Sadece, yardım edin diye bağırıyordum. Karın içinde bizi tam göremeden bakınan çocuklar;
-Ne oldu, diye seslendiler.
-Zehra düşüyor, tutamıyorum dedim. Bizi karanlıktan görmüyorlardı. Zehra daha heyecanla bırakma beni dedikçe ellerimin onu tutamadığını hissediyordum. Küçücük ellerim ona yetmiyor, gücüm tükeniyordu Zehra ya gayret et köprüye çek kendini bas artık diye bağırıyordum!
Ama Zehra ve ben de güç kalmamıştı O da beni çek ellerim tutmuyor diyordu. Oysa benim elim daha küçüktü. Olmadı başaramadık!
Ellerimden kayan Zehra öylece deli gibi akan suya gitti, kala kaldım. Donmuştum sanki aklımdan hiç bir şey geçmez oldu. Önceden geçen çocuklar köye haber vermişler, köylüler ellerinde ışıklarla gelmişler, ama ben artık yoktum.
Zehra'nın , tut beni, çığlıkları bugün gibi aklımda. Tutmayı başaramamıştım, içim yanıyordu.
Beni köprüden nasıl aldılar bilmiyorum. Sadece köprüye çok sıkı sarıldığımı hatırlıyorum.
Zehra yoktu artık o kazan karası gecede her şeyi bıraktım.O günden sonra konuşmadım. Konuşacakta bir şey yoktu, o çocuk aklımla büyükleri cezalandırmıştım.
Defalarca yaşıyordum olanı, yanıt bulamıyordum, ne yapmalıydım, daha fazla uğraş göstermeli miydim? Kendimde suç aradım, çok düşündüm. Sonra beterin beteri derler ya…Ya ben olsaydım yerinde dedim.
Ne var ki artık hiç bir konuda haylaz aksi ele avuca sığmayan çocuk değildim artık. Hiç konuşmuyor, dilimi yutmuş gibi gözlerim dolu dolu, öyle boşluğa bakıp duruyordum.
Tedavi için beni kasabaya indirdiler.
Babamın:
-Doktor; kızım on gündür konuşmuyor, dediğini duydum, ama.
-Neden bir şey mi oldu? Bir hastalık mı geçirdi?
-Hayır, arkadaşı yanında dereye düştü kurtaramamış.
-Daha ne olsun? Konuşacak hal mi kalmış bir parça kızda daha nasıl konuşsun.
-Haklısın doktor ama "fakir insanın aklı da fakir olur" bizde dinlemedik. Bize çok dedi düşecek biri diye ama biz kulak asmadık.
Babamın dediğini şimdi daha iyi anlamıştım. Aslında fakirlik değil de... Vurdum duymazlıkmış. Suçlarını örtmek, avunmak ve hayatı yeniliklerle donatmak yerine elindekiyle yasamaktı o söz.