GEÇMİŞE RESİMLİ YOLCULUK
*
GEÇMİŞE RESİMLİ YOLCULUK
Nasıl çıktı karşıma bu fotoğraf bilmiyorum. İnsan galiba daha çok görmek istediklerini, özlediklerini, tükenen aşklarını kurdukça düşüncelerinde, ortaya böyle resimler dökülüyor. Bu belki de aklın bir oyunu. Ama şimdi hayranlıkla incelediğim ayrıntılar öylesine gerçek ki neredeyse birebir yaşamışım duygusu dolaşıyor içimde.
Denize diklemesine inen sırtı çam ormanlarıyla kaplı kayalıkların dibindeki taş ev, yıllar önce Kaş’ta kaldığımız pansiyonu andırıyor. O öne doğru eğilmiş, akvaryum berraklığındaki suya bakan kadın da sen olmalısın.
Henüz bırakmamıştın beni.
Birisini bırakırsan geriye nasıl döneceğini masal tadında anlattığın günlerdi.
Seni olacaklardan habersiz, gülümseyerek dinlemiştim.
‘’İnsanlar gider ve bazen geri gelir ama hiçbir zaman beklediğin, olmasını istediğin, öyle olacağını umduğun şey geri gelmez. Bunu anladım. Geri geliyorsa kendi cehenneminde kavrulup senin onu kurtarma olasılığını sevdiği için geliyor belki de. Sonsuz sevebilirim, iyileştirebilirim, tutup elinden kaldırabilirim, her şeyi düzeltebilirim. Bu anaç bir tavır biraz. Dayanamam, kıyamam. Ama doğru olan bu mu? Orası belirsiz.’’
Belki tam böyle değildi söylediklerin ama hiç unutmuyorum, buna yakın cümleler kurmuştun. Örneğin kendi cehenneminde kavrulmayı duyduğumdan bu yana sözlerin içime öylesine yer etti ki, sonradan yaşadığım deneyimin bunla örtüşmesini kaderin bir oyunu olarak görüyorum. Tabii ki bazı şeyleri sindirmem kolay olmadı. İnsanın kendi cehenneminde kavrulmayı öğrenirken kaybettiklerinin, elden kaçıp gidenlerin acısına dayanması kolay değilmiş. Ama en azından kavrulma acısının ön hazırlığını, senin o konuşmalarına gizlenmiş anlamlar eşliğinde farkına varmadan yapmış olmam bile sanırım dayanma gücümü arttırdı.
Şimdi bunları düşünürken karşımdaki fotoğrafı inceliyorum.
Herkesin içinde gizlediği, umutsuzluğa, sıkıntıya, açmaza, tekdüzeliğe düştüğünde hayalinde kaçtığı eski tatiller vardır. İşte benim hayali tatil fotoğrafım da bu. Bir defa siyah, omuzdan askılı elbisesiyle tepeden denize doğru eğilmiş kadının sen olduğuna öylesine inanmaya başladım ki, evin ufka bakan ucundaki sundurmadan hareketlerini izlerken sonsuza kadar buradan ayrılmamayı tasarlıyorum. Çocukluğumun Robinson Crusoe’sunu gerçeğe dönüştürme olasılığı içimi allak bullak ediyor. Karşıdan hareketlerini izlerken henüz sana söylemediğim bir düşüncenin peşindeyim: Sonsuza kadar burada senle olmak. Gizliden gizliye şunu kuruyorum kafamda: Dış dünya öylesine boka battı ki ve biz bundan öylesine nasibimizi aldık ki bu kadar bok şimdilik yeter. Bunu dediğimde hesabı kuvvetli bir kadın olarak hemen şunu soracağını seziyorum: ‘’Sıkılmaz mıyız? Şimdi bize hayalimizi gerçekleştiriyormuşuz duygusu veren bu masalsı yer sonradan cehenneme dönüşmez mi?’’
Ah, işte yeniden cehennem tartışması.
Doğru, her güzel şeyin bir gün cehenneme dönüşme olasılığını akıldan çıkarmamak gerekiyor.
Ama o aşamaya ulaşıncaya kadar cennetin sunduklarını paylaşmak, onun tadına varmak, güne birbirimizi çoğaltarak başlamak az şey olmasa gerek diye mırıldanıyorum.
Hey, bir defa olsun bırak kaygıyı, hesap yapmayı, altını üstünü yoklamayı.
Boka batmış bir dünyanın dışında, burada beraber olmayı öneriyorum sana.
Şu güzelliğe bak!
Sundurmanın aşağısındaki merdivenlerden her sabah gün ışırken üşüyerek denize girmeyi hayal et.
Biraz açıldıktan sonra eve doğru dön ve ‘’Orada biz yaşıyoruz’’ de.
Öğleden sonraları ormanda müziğe başlayan cırcır böceklerinin seslerini dinlerken bütün kirli düşüncelerden arınmış olarak uyukladığımızı hayal et.
Akşamları Evgeny Grinko’nun piyanosu eşliğinde güneşi batırırken ve ruhumuz geceye doğru koşarken konuş benimle.
‘’Gecenin solundan gidilir, bilir misin? Gündüzün de sağından. Gecenin şerri gündüzün hayrı demişler, laf! Tüm kötülükler gündüz gelir başımıza, gece sevmek için vardır, derinleşmek için. Şer bunun neresinde? Gecenin sağından, gündüzünde solundan gidersen, işte o zaman ne sevgi kalır, ne derinlik. Gecenin solundan gel, gecenin solundan gel ki sevmelerin atomu parçalansın, gündüzün güneşi tutulsun. Ben düşlerime yatıyorum şimdi, her uyanan mutsuz biliyorum. Onların mutsuz olduğu saatlerde ben uykumun en derinlerinde mutlu olacağım birazdan. Sizin için üzgünüm. Bazen avucunun içine güneşi sığdırmak kadar zordur mutluluk ama benim için uyumak kadar kolay. Şanslıyım biliyorum, ama şimdilik. İyi geceler bana, günaydın size. Sabah uyanınca kendinize doğruları söyleyin olur mu?’’
Ayaklarım yerden kesiliyor söylediklerini dinlerken. Değişen yaşam biçimimizi içselleştirmeye başlaman mutlu ediyor beni. Dediğin gibi dış dünyanın değer yargılarının ulaşamayacağı bir yerdeyiz. Sürekli kafamıza kakılan sağduyu kavramının, her şeye hayırlısıyla başlamak amacıyla atılması gereken sağ adımların uzağında olduğumuzu bilmek ferahlatıcı bir duygu. Yalnızca tek bir sözcüğüne takıldım: Şimdilik. Boş ver, zaten bunun cennetten çalınmış bir zaman dilimi olduğunu ikimiz de biliyoruz. Onların güne mutsuz başladıkları saatlerde, bizim kaygısız uykuların derinlerinde mayalandığımızı hissetmemiz az şey değil.
Her insan bunu bir defa bile olsa yaşamalı.
Sabah uyanınca kendisine doğruları söyleyebileceği cesareti bulmalı.
Söylediklerini kafamda evirip çevirirken zor duyuyorum sesini.
‘’Kimse bana ben olmanın nasıl bir şey olduğunu sormamıştı. Sen de sormadın. Belki de birbirimize bu soruyu sormak için kaçtık buraya.’’
Evgeny Grinko’nun piyanosu hiç durmadan çalıyor.
Müzik kıpırtısız yatan denizi yalayıp arkamızdaki çam ormanına doğru yükseliyor.
‘’Kendi cehennemimizde kavrulmadan önce cennetteyiz.’’ diyorum.
Başınla onaylıyorsun kalkarken.
Yemek vakti.
İçeriye girerken duyuyorum söylediklerini.
‘’Her insan bir defa bile olsa kendi cennetinde yaşamayı denemeli, öyle değil mi?’’