OTOMATİK KAPI ÇARPA BESSEMEK
OTOMATİK KAPI ÇARPA BESSEMEK
Eğitim fakültesinin bahçesi çok genişti. İrili ufaklı yüzlerce ağaç: Top top akasyalar, top top çamlar, serviler, kızılçamlar, lükstrümler, taflanlar, çalılar…
Bahar ayları yerini yavaş yavaş yaza devrediyordu. Ders aralarında, derse girmediğimiz saatlerde top top çamların gölgelerine oturur, oradan buradan konuşurduk. Ne acı ki, o yaşta hep memleket meseleleri öne çıkardı. 19-20-23 yaşlarında bizler sevdalarımızı erteler, yüreğimize taş basar, “devrim ne zaman olur” sorusuna yanıt arardık.
İbrahim, Nevin, ben, Mavili bir gün oturmuş, “devrim ne zaman olur” sorusunun büyülü yanıtından uzaklaşıp kendimize yönelmiştik. İbrahim tuhaf aksanı ile İzmir belediye otobüslerinin biletçilerini taklit ediyordu. O, yaşça hepimizden büyüktü. Sakal kesmeyi sevmediğinden kapıp koyuvermişti. Deniz mavisi gözleri, kemerli bir burnu, peltek konuşması vardı. O konuşmaya başladı mı, Nevin içine kaçacak gibi ağzının içine bakardı. Bir de bir sigara içerdi ki, adeta yürüyen bir bacaydı…
“Otomatik kapı çarpa bessemek!”
Nevin:
“Bi daha de, çok hoş söylüyosun, hadi!”
“Otomatik kapı çarpa, bessemek!”
Mavili:
“irbam ben de isterim, benim için de diyeceksin!”
“Otomatik kapı çarpa, bessemek!”
Mavili, İbrahim’e İrbam derdi.
Mavili mahcup biriydi, konuşurken bile açık vermemeye çalışırdı. El bebek gül bebek büyütmüştü ailesi onu. Dirençli değildi, olur olmaz şeylere küsüverdi hemen. Kaymakamlık koruması olan babası iki kızının da bir dediğini iki etmemiş, istediklerini alıvermiş onlara… İlk anlattığında çok garbime gitmiş, içten içe dalağa bile geçmiştim. Sonra onu yakından tanıyınca, kendi kendime “ Ne kadar da yanlış yapmışım demiştim. Mütevazı biriydi çünkü. Elinde avucunda ne var yok bizimle paylaşırdı. Annesinin yapıp gönderdiği keklerin tadı damağımdadır hala.
Nevin, İbrahim’e yanaşıyor, İbrahim kaçıyordu.
“Ne yapayım, Kerem Nevin’i, kafasının içi bomboş. İşi gücü tak takıştır, sür sürüştür. Allah için bir kitap okumaz, doğru dürüst bir konuda düşüncesini söylemez, ben ne ederim arkadaş onunla? Sevemedim kızı. O sürtündükçe ben gıcık oluyorum…”
“Öyle deme İbrahim, belki değişecek, sular seller okuyup yazacak!”
“Olmaz, arkadaş, tipim değil!”
“…”
“Otomatik kapı çarpar bessemek ,” tekerlemesi sıkmaya başlamıştı. Gözümü onlardan alarak karşı apartmanlara çevirerek bir süre öyle kaldım. Ne kadar zaman geçti, geçmedi ayırdında olmadan öylece kaldım. Sonra yüreğimin sesi, umudum, arzum, şafağın nar içi kızıllığım bir çelik gibi çakıldı beynime… Bir karar vermek üzereydim. O kararı bir verebilsem her şey tamamdı.
“Bu sefer diyeceğim, sen diyeceğim, benim karanlıkta ışığımsın, sen diyeceğim benim için, aydan arı, günden durusun diyeceğim, sen diyeceğim benim kılavuzumsun diyeceğim, sen diyeceğim benim yaşam pınarımsın diyeceğim, sen diyeceğim… “
“…”
Demeli miyim, desem, onu sonsuza kadar kaybeder miyim? Bir daha yüzünü göremezsem, bir daha benimle konuşmazsa, bir daha gülümsemezse, bir daha tek gamzesi, çekik gözleri ile “günaydın,” demezse, bir daha ne haber Kerem demezse, hadi bana şiir oku, demezse, bak yeni bir defter aldım, ilk sayfasına bir şeyler yaz demezse, bir daha haydi gel birlikte eşkıya dünyaya hükümdar olmazı, karlı kayın ormanını söyleyelim demezse, bir daha saçlarına parmaklarımı takmama izin vermezse…”
“Demeyeceğim, yüreğime gömeceğim sevdamı. Evet diyeceğini bilsem bile seni seviyorum demeyeceğim. Hem niye diyeyim, o desin, neden ben diyecekmişim ki? Onun da ağız var, onun da dil var, onun kendine yetecek kadar bir aklı var! Benim ondan ne farkım var? Demeyeceğim. Gömeceğim sevdamı içime, taş basacağım yüreğime…”
Böyle böyle, gün günü, ay ayı, yıl yılı takip edip gitti. Bir yirmi yedi mayıs günü Bursa’nın üstünü Uludağ’dan kopup gelen bir kasvetli bir hava esir aldı. Ülke bir cinayet haberi ile sarsıldı. Bir partinin çok önemli bir ismi katledilmişti. Ağır olan, zalim olan günler daha bir ağırlaşacaktı. Okula gidip gelmek, sağ salim eve geri dönmek daha bir zorlaşacaktı bundan sonra. Öğrenci evleri belki de yas evlerine dönecekti bundan sonra. Sabahları helalleşip evden çıkan bizler bundan sonra tam tekmil eve dönebilecek miydik acaba? Bursa’nın güzelliklerinden mahrumduk zaten. Bundan böyle Kültürpark’ı, Altıparmak’ı, Çekirge’yi, Heykel’i, Setbaşı Köprüsü’nü özgürce gezebilecek miydik?
Yirmi yedi mayıs günü okula yine topluca giriş yapmıştık. Öyle tek tek okula gitmek ne mümkün, ölümüne susamak demekti o! Polis girişe toparladı bizim grubu. Tek yıldızlı bir komiser:
“Arkadaşlar, okul tatil edildi, bir taşkınlık yapmadan geldiğiniz yerden geri dönün! Aksi halde hepinize gözaltına alırım. Emniyet müdürlüğünde yer çok! Tıpış tıpış bize zorluk çıkarmadan okulu terk edin!”
Polisler ellerinden kalkanları, copları yavaş yavaş vaziyet alıyordu. Bu esnada öteki grup ana bina girişin önünde toplanmış sessizce bekliyordu. Bu sessizlik biraz sonra kopacak fırtınanın habercisi gibiydi. Hava çok ağırdı, kahredici bir bungunluk da adamakıllı geriyordu sinirleri. Yokluk, yoksullukla kavga verirken bir de böyle kavgalarımız vardı ki bizim ekmekten, havadan önde gelmekteydi. Yokluğa, yoksulluğa alışmıştık. Soğuk kış günlerinde sobamızda yakacağımız odunu Uludağ’dan kaçak kesiyorduk. Akşama annem ne yemeği yapmış acaba? Hayalini bile kuramıyorduk! Bursa’nın ayazını bilenler bilir, parkasız, kabansız dolaşmak zordur. Zor olmaktan öte imkansız bir şeydir. Hem açlıkla, hem soğukla, kavga ederken, bir de okuma hakkımızı elimizden almak istiyorlardı.
İki el silah ile birlikte, bir taş yağmuru başladı ki, görülmüş değil! Karşı koyacak, kendimizi savunacak durumda değildik! Hazırlıksız yakalanmıştık! Tam bu esnada da polis coplamaya başladı. Önüne çıkana Allah yaratmış demiyor, neresine geldiğine bakmadan vuruyordu. “Durun, vurmayın,” diyenlerimize daha çok vuruyor, ekip otobüsünün içine dolduruyorlardı.
İbrahim, Nevin, ben, Mavili her daim yan yana can cana iken, işte o anda kaybettik birbirimizi. Polislerle, birlikte, öteki grubun saldırısı ne kadar sürdü bilmiyorum. Ortalık bir ara yatışır gibi oldu. Ekip arabasına doğru yürümüşüm farkında olmadan. Acaba kimleri almışlar diye bakarken Nevin’le Mavili’ye ilişti gözüm. Başımdan kaynar dökülmüşçesine perişan oldum. Ne yapmalıyım diye düşünüp taşınmadan ekip arabasına doğru yöneldim. Sonra bir polisin “dur, ateş ederim, kal orada,” uyarısına aldırmadan arabanın içine daldım.
“Ya arkadaşımı bırakırsınız, ya da beni de alırsınız der gibi, polise bir bakış attım. Sanki polisin çok da umurundaymış gibi. Beni de koydular sayıya…
“Haydi, bunları şubeye götür, kalanları biz toparlar geliriz dedi, bir komiser.
Ekip otosu, Ortabağlar’dan Heykel’e Emniyet Müdürlüğüne doğru yola çıktı. Yol boyu şarkılar, sloganlar birbirini takip etti.
“Gün doğdu hep uyandık, / Siperlere dayandık, /Bağımsızlık uğruna, / Alkanlara boyandık…” Marş herkesin bildiği coşkuyla okuduğu bir marştı. Bugün bile o marşı duydum mu aynı heyecanı verir tüylerim diken diken marşı mırıldanırım.
İlk kez eyleme katılanlar, ilk kez polis tarafından gözaltına alınan arkadaşlarım bir korku içindeyken, polisle sayısız defa karşılaşanlar oldukça rahattı. Sarper gibi, Hasan Hıdıroğlu gibi Ertekin gibi arkadaşlarım oldukça rahattılar. Biz slogan attıkça polisler kabardıkça kabarıyordu. Yer yer küfür etmeleri yer yer tehdit etmeleri, yer yer copla arkadaşlarıma vurmaları hiçbirimizi korkutmadı…
Sorgusuz sualsiz on altı, on yedi saat altmış yetmiş arkadaşımla birlikte emniyet müdürlüğünün odalarında tuttular. Sonra bir şey olmamış gibi salıverdiler… 5 / 5 / 2015 Bornova