ÜVEY ANNE
ÜVEY ANNE
Hatırlıyorum da çocukluğumuzda hep kötü üvey anne veya üvey baba öyküleri anlatılırdı bizlere, onlara duyduğumuz öfkeyle, belki de nefretle büyüdük bizler. Kemalettin Tuğcu'nun o acıklı öykülerindeki üvey anneleri gözyaşları içinde hep lanetledik. Çevremizdeki üvey anneleri izledik, gözledik merakla; çocuklarına nasıl davranıyorlar, ayırım yapıyorlar mı diye. Hep eleştirilecek bir şeyler aradık, hep kusur bulduk o annelerde. Ben de ister istemez aynı duyguları taşır ve hep "zavallı çocuk" diye acırdım o çocuklara. Nereden bilebilirdim ki bir gün ben de bir "üvey anne" olacağım?
Herkes evlendikten sonra anne olurken, ben daha evlendiğim gün anne olmuştum hem de 10 yaşında bir çocuğun annesi. Henüz genç bir kızken arkadaşlarımdan çocuklu erkeklerle evlenenler olmuştu ve ben o zaman onları yadırgamış belki de farkında olmadan kınamıştım. Oysa eşim bana evlenme teklif ettiğinde ve bir kız çocuğu olduğunu söylediğinde nedendir bilmem, çocuğunu hiç problem etmedim.
İlk başlarda babaannesi ile kalan eşimin kızı yani üvey kızım, bir müddet sonra bizim yanımıza yerleşti. Bu arada üç yıl arayla oğullarımız dünyaya geldi. Kızım kardeşlerini çok sevdi, âdeta onlara ikinci bir anne oldu, tabii onlar da ablalarını çok sevdiler.
Bizim ilişkimize gelince; birbirimizi tanımaya çalışırken zaman zaman çatışsak da birbirimizi seviyorduk, üvey kızımın benim için oğullarımdan hiçbir farkı yoktu; ama çevremiz hatta en yakınlarımız bile hep bizi, daha doğrusu beni izliyorlardı merakla. Biz Elif'le birbirimize bağlandıkça onlar aramızı açmaya çalışıyorlardı niyeyse.
Liseye başladığında kızımın üstelik bir de öğretmeni olmuştum ve aynı şeyleri zaman zaman okulda da yaşamaya başlamıştık. Elif'e iyi davransam "bak çocuğuna farklı davranıyor" diyorlardı; sert davrandığımda da "E, tabi üvey anne, ne olacak" deniyordu. Yani üvey anne olduğum için ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranabiliyordum.
Derken yıllar geçti ve o uğursuz yıl geldi... Babamızı yitirdik aniden ve hepimiz yetim kaldık. Ama bu acı kayıp Elif'le bizi daha çok bağladı birbirimize, sevgimiz daha da bir çoğaldı, pekişti. Yıllar sonra evlendi, o da anne oldu, hem de mükemmel bir anne. İki tane dünya güzeli yavrusu var, yani benim torunlarım.
Otuz yılı geçen bu zaman diliminde aramızı açmaya çalışanlar hiç ama hiç başarılı olamadılar çok şükür. Biz artık hem anne-kız hem de çok iyi iki arkadaşız. Şimdi ayrı şehirlerdeyiz, aramızda mesafeler var; ama ne çıkar sevgimiz öylesine büyük ve sağlam ki...
Kızımın sıkıntılı bir döneminde onu görmeye gitmiştim iki üç günlüğüne yanına, döndükten birkaç gün sonra mailimde bulduğum, aşağıdaki mektup belki de aldığım en güzel hediyeydi…
“Buralardan…
Hayat bazen insanı öyle dibe vuruyor ki hiçbir gücün onu bir daha yukarı çıkaramayacağına inanıyor insan. Eğer hâlâ nefes alıyorsan, öyle zamanlarda bile yaşama dair bir umudun var demektir.
Benim halim işte bu umutsuzluk ve dibe vurmuşluk hali. Uzun zaman içime dönüp baktığımda hiçbir ışık, heyecan ve umut bulamadım. Bitkin, bezgin, bıkkın ve bu durumu anlatabilecek ne kadar kelime varsa hepsinin etkisi yüreğimi çevrelemiş, sıkıyordu. Hep bir kaçış ve kurtuluş yolu arıyordum; ama insan kendisinden nasıl kaçıp kurtulabilir ki?
İhtiyacım olanlar; bir samimi kucaklama, sırtımın sıvazlanması, beni kendime getirecek birkaç söz, gözüme içtenlikle bakılması, yanaklarımdan süzülen gözyaşlarımın silinmesi gibi şeylerdi aslında. Tüm bunlar için eşimin verdiği desteği asla göz ardı edemem. Hatta hayatımın hala sürüyor olmasının sebebi onun desteği, çocuklarımın sevgisi ve bana olan ihtiyaçlarıydı.
İşte böylesi sıkıntılı günlerimde bana gelen bir büyük destek de bir annedendi. O beni doğurmadı. Sadece anne nasıl olunur, evlada neler yapılabilir iyi biliyordu ve bu bilgiyi beceriye dönüştürdü. Bana zaman ayırdı, benim için çaba harcadı. Sevgi emek ister ya hani, işte bana onu verdi. İnsanlar, “Doğuran anne ve bakan anne”yi tartışadursun, ben gerçek annenin “Anneliği hissettirebilen” olduğunu öğrendim.
Beni görmeye geldiğinde birlikte geçirdiğimiz sayılı günlere rağmen, o günleri dolu dolu yaşattı bana bu anne. Birlikte geçirdiğimiz son akşamda ona omuzlarına alsın diye bir şal verdim. O gece kullandı ve ertesi gün kaldığı odada bıraktı gitti şalı. Odayı toparlarken şalı elime alınca kokusu burnuma geldi, içime çeke çeke kokladım ben de. “İşte!” dedim, “Mis gibi anne kokuyor.” Bu kokunun bana hissettirdiği şey gerçek anneliğin ne olduğuydu.
Onu bana gönderdiği için Rabbime şükürler, bana geldiği içinse o anneye teşekkürler olsun… Dilerim ki; Allah tüm annesizlerin yüreğini avutsun. Artık başladığım cümleyi tamamlayabilirim…
Buralardan bir ANNE geçti, bana kokusu kaldı…”
Elif Aksoy Çapkan