GÖKYÜZÜ AĞLADI ÖĞRETMENİM
GÖKYÜZÜ AĞLADI ÖĞRETMENİM
“Oğlum Osman”demiş, Hatçe Nine, “hele beni dinle.”
“Ne diyon ana,” demiş, Osman.
“Cennet Deresi’nde iki kuş var demiş ya Hazal!”
“E… ne olmuş iki kuşa?”
“Olmuş işte!”
“Ne olmuş iki kuşa ana?”
“Elin körü olmuş, sağır melloz, kör melloz!”
“Ana öğlen öğlen ne oluyor sana, dellendin mi yine?”
“Bursa’daki sağır sultan duydu; sen duymadın! Mısır’daki kör sultan gördü, sen görmedin…”
“…”
“Görür görmez; duyar duymaz, devrilesin emi, elin yüzün eli kabaklılar yusun!”
“…”
Hazal, Cennet Deresi’nde iki kuş var deyince, avlayalım da tüyünden yastık, etinden yahni, suyundan da çorba yapalım demiş, Çoban Salih!
“Öyle mi demiş, Çoban gâvur?”
“Öyle demiş ya!”
“Bok yemiş, bayırın kokarı!”
Bugün herkes eşeğine ters binmiş, gider tersine tersine… Bu kuşların sesi güzelmiş, güzelmiş güzel olmasına da, ne kuşu olduğunu kimse bilmezmiş! Bülbül sesi, desem o kadar cılız değil, turna sesi desem, o kadar yanık değil! Cennet Deresi’nin iki kuşu ötüm ötüm ötmeye başlayınca, herkes bu kuşların ne demek isteğini kendine göre yormaya başlamış…
Biri demiş:
“Sürülüklerine isyan ediyor!”
Biri demiş:
“Kuşlara dair söylenceleri anlatıyor!”
Biri demiş:
“Efsaneleri!”
Biri demiş.
“Ferhat’la Şirin’i!”
Biri demiş:
“Mavili’yle Kerem’i!”
Biri demiş:
“Kuş peygamberi Fakiye Teyran’nın söylediği selamları söylüyor!”
Biri demiş:
“Bizim bir dilim ekmeğimiz var, karışmıyoruz işinize, diyor!”
Biri demiş:
“Bize dokunaların iki yakası bir araya gelmez diyor!”
Yukarılardan, çok yukarılardan Gök dile gelmiş:
“Cennet Deresi’nde iki kuş var, biri … … öteki … … diyor,” demiş. “Bu ses, o ses demiş. Başka da bir şey değil,” demiş.
“Ne ne” demiş, güvercinden dönme kara karga “sıkıysa bir daha de!”
“Yok,” demiş Gök:
“Bir derim pir derim, bir daha da demem! Vallah demem, billâh demem!”
“Ne ne demiş, güvercinden dönme gökçe karga: Sıkıysa bir daha de!”
“Yok,” demiş Gök:
“Bir derim, pir derim; başka da bir şey demem! Vallah demem, billâh demem!”
“Ne ne demiş, güvercin donlu kambur karga: Sıkıysa bir daha de!”
“Ne ne” demiş, karayılan elinde çubuğu ile!
“Ne ne,” demiş sarı çıyan, ağzı burnu duman içinde!
“Ne ne” demiş sürüngen yürüyüşlü, şeytan tüylüsü!
“…”
“Peki, peki diyom, gözünüzü, kulağınızı açın bi daha diyom!”
“Açın ağzınızı, bekleyin diyeceğim! Bu dediğime kim bilir ne kulplar takacaksınız, sokakbaşı kovcuları… Ne dedim: Bir derim, pir derim, başka da demem! “Sizde şah diyeni öldürseler, ben de bu yayladan şaha giderim.” Bir derim, pir derim; vallah billâh başka da demem!”
“Diyeceksin!”
“Demem!”
“Hem de bal gibi diyeceksin!”
“Açın ağzınızı bekleyin!”
Hamaz karga, Divân-ı hümayunun toplanması için istida vermiş. Divan-ı hümayun toplanmış. Aralarında konuşup bir karara varmışlar. Karar, tellâl vasıtasıyla memleketin bir ucundan öteki ucuna duyurulmuş! Savaş kararını, bir basın toplantısıyla güvercin donlu kambur karga açıklamış: Recim cezası. ilk taşı da o atmış. Sonra güvercin donlu gökçe karga, güvercin donlu kara karga, topal karga, güvercin donlu hamaz karga… sonra da karayılan…
Kılıçlar çekilmiş, davlumbazlar, tamtamlar çalmış. Mızraklar yukarıya çevrilmiş, yerden Gök’e bir atış başlamış. Ne atış, gün oktan, mızraktan, taştan görünmez olmuş. Gündüz vakti geceyi yaşamışlar. Tanıdık, tanımadık herkes recme katılmış… Tekmil yaratıklar okuyla, taşıyla, mızrağı ile Gök’e haddini bildirmek için güç birliği etmiş…
Gök öylece durmuş, hiç istifini bozmamış! Eli yüzü her bir yanı, kan revan içinde kana kesilmiş. Gökyüzü de silme kızıla kesilmiş. Taşlar, mızraklar, oklar arasından bir de gülün geldiğini gören Gök, gözünü dört açmış, aşağılardan, daha aşağıda bir dost yüzü görünce:
“Şu ellerin attığı taşlar hiç bana değmez,
İllâ dostun gülü, yaralar beni…” deyip Pir Sultan’ı anımsamış. Hani, bakıp büyüttüğü Hınzır Paşa’ya: “Sen yarın paşa olursun Hızır! Zulmüne de ilkin bizden başlarsın,” demiş ya! İşte o menkıbe gelmiş, beynine oturmuş! O an gelmiş, gözbebeğine çakılmış. Sivas’ta darağacını kurmuşlar, Sivas halkına “taşlayın,” demişler, zorla taşlatmışlar. Herkes taş atınca, Ali Baba’da gül atmış, acıtmasın diye! Lakin en çok o acıtmış…
Gök ağlamaya, gökyüzü dumanlanmaya başlamış. Kara bulutlar her bir yanı sarmış. Gökyüzü köpük köpük bulut doğurmuş. Köpük köpük bulutlar yukarılarda yağmur olmuş. Aşağıya doğru doluya, tipiye dönüp yere yağmış. Bir rüzgâr esmiş Sabuncubeli’nin üstünden. Deli bir rüzgârmış bu rüzgâr. Kana kesen Gök’ü yıkamış. Oluk oluk … akan Cennet Deresi’ni çaya çevirmiş; sonra ırmağa… Cennet Deresi ırmak olmuş, Cennet Deresi nehir olmuş. Cennet Deresi’nin iki kuşu ötmez olmuş. Öteki derelerin, tekmil dağların kuşları karalar bağlamış. “Kuş Ne Yana Öter” diyen Işıl Özgentürk’ü yalanlarcasına gayri hiç ötmemişler. Kara karga, gökçe karga, hamaz karga, kambur karga, karayılan, sarı çıyan, akrep yürüyüşlüsü, şeytan tüylüsü çubuklarını ateşlemişler. Keyif onlarınmış, utku onlarınmış, keyifleri dört köşe dumanları savurmuşlar göğe…
Gök ağladı öğretmenim, gökyüzü ağladı, “tarifsiz kederler içinde…”
BORNOVA