Niyazi Uyar
Kaz Dağları’nın başı kullanılmaktan aşınmış, bir marangoz testeresi gibi kesmişti gökyüzünü. Yönünü, yolunu kaybeden afacan bir bulut, dağın tepesindeki hangi yöne doğru eseceğini bilmeyen, bir esintiyle oraya buraya kararsız kararsız dolaşıp duruyordu...
Gözümü Kaz Dağı’nın zirvesinden alıp hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan aşağılara doğru indirmeye başladım: Yemyeşil halı gibi aynı düzeyde. Yeşili açıktan koyuya; koyudan çok koyuya uzayıp gidiyordu. Çok dikkatli bir göz, yeşilin rüzgârla dansını görebilirdi.
Yamaçlar silme yeşil değil. Ara ara toprak, ta ötelerden, “ben buradayım,” der gibi pörtleyip çıkıyor karşınıza.
Ben denizi seviyorum, denizlerin en güzelini de seviyorum. Hele denizler şahına bayılıyorum. Bu bir sevda, el verince büyüyen bir sevgi. Bu sevgi düz ovada bile gürül gürül, akan bir ırmak, gürül gürül aktıkça köpüren bir şelale. Bu bir türkü, bin yıldır söylenen bir türkü. Ben ve deniz: Liseli aşklar! Ben ve deniz, birbirini görmeyince “ölürüm onsuz,” diyen bir sevgi... Bir yıl denize girmeyecek olsam, o kış öleceğim sanırım. Ayaklarım ağrıdan kırılır geçer. Artık geceler bitmek bilmez bir türlü, deniz ilâcıdır onların. Bir yıl sarılmazsak, işte o yıl uyku durak bilmem bir türlü. İşte o zaman uyku aşk olur bana. Ondan sonra karımın,” yeter artık dönüp durma, yattı yatalı kıpır kıpır kıpırdandın durdun. Sabah oldu mu ev hanımları gibi yatıp kalmıyorum ben! Sabi sübyanla kafa patlatıyorum, haberin var mı senin?” Bunları duymamak için, iki elim kanda da olsa kucaklaşmaya çalışırım onunla!
Kimseyi beklemeden fırlatıp attım üstümdekileri. Koşarcasına iskele diye yapılan yere doğru yürüdüm. Sağa sola bakmadan, bu yaşta acaba ne derler diye aldırmadan bıraktım kendimi tuzlu serin suların içine. “Oh be dünya varmış, harika bir şey bu be! Serin tuzlu sular, gıdıklıyor adamı. Yazın serinliğiyle, kışın da sıcağıyla kucaklanan bir kadın gibi sarıyor her yanımı. Oh be, harika, gerçekten çok harika!” Suyun içinde dikildim, soğuktan dönen birine, kar banyosu yaptırır gibi sürdüm her yanıma serin tuzlu suları. Bu sular kimleri kucaklamadı ki, kimleri koynuna alıp kucaklamadı ki? Zeus’u, Artemis’i, Afrodit’i, kıskançlar kıskancı Hera’yı, merayı; onu, bunu, şunu, güzeller güzeli Mavili’yi!
Yüzmekten iyice yorgun düşmüştüm. Bir üstü başıyla girenler; uzun paçalı mayolular, bir de benim Mavili’m gelip çakılmıştı yine beynime. Her kulacımda, her nefes alışımda adını sayıklıyordum boyuna. Denizden çıktım, mavi havlumla kurulandım, havlumun bir ucuyla da gözlerime kaçan tuzlu suları silmeye çalışıyordum. Kara gözlüğümü taktım, şapkamın kumunu silkelemek için birkaç kez elimin üstüne vurdum. Sonra başıma geçirip kıyı boyu yürümeye başladım: Kadınlar, erkekler, denizin hemen kıyısında kumlarla evcilik oynayan çocuklar. Sonra çakılların üstüne havlularını koyup upuzun güneşin altına yatanlar... Sonra oynaş tutan sevgililer... Ara ara: “Darı, süt darı!”diye tiz bir sesle satış yapmaya çalışan, deniz mevsimine altı ay yağması gözüyle bakan, taştan ekmeğini çıkaranlar! Aykırı kıyafetli olanlardan bir kadın, farklıydı yalnız: Eşarbı mavi, entarisi mavi, pijaması mavi bir Sarışındı. Mavilerin içinde kırıta kırıta podyumda yürür gibi yürüyordu. Ben de ürkek ürkek beni izleyen mavi eşarbın altındaki mavi mavi ışık saçan sarışını bütün dikkatimle izlemeye başladım. Mavi entarinin altındaki bu kadın, boylu boslu, masallardaki gibi güzeldi. Bu kadında, erkekleri, tekmil insanları, kadınlarıı bile delirtecek bir güzellik saklıydı. Bu güzellik, Afrodit'i kıskandıracak, Kleopatra’yı çılgına çevirecek; denizin mavi sularıyla, mavi entari bedene yapışınca adamı sarhoş edecek bir güzellikti.
İnsan bakmaya kıyamıyor, baktıkça da doyamıyor. Sarışın yüzüne hakim iki mavi göz, kıpır kıpır oynamaktır yuvasında. Sanki biraz sonra zalim avcının tuzağına düşecek korkak bir tavşanın hareketlerini andırıyordu. Mavili Kız, güzelliğine kilit vuran mavi entariye aldırdığı yoktu aslında, yokmuş gibi hareket ediyordu.
“Benim özüm aydınlıktan yana, ruhum bulutlar kadar özgür,” der gibiydi
O bir yanıyla, mavi denizin içinde, Zeus’un hışmından korkan bir tanrıça; öte yanıyla da onun tazılarının ispiyonlarından korkan bir zarafet abidesi...
Mavili Kız, deniz bisikleti kiralayan adama doğru gitti. Ona bir şeyler söyledi. Sonra da atladı üstüne, önce yavaştan; sonra da hızlı hızlı pedal çevirmeye başladı. Gitti gitti onca millik yolu az zamanda kat etti. Sahilden epeyce uzaklaşmıştı, neredeyse bir karaltı gibi görünmekteydi. Mavi deniz, mavili kızın güzelliğine dayanamamış, kaçırıyordu! Kim sahip olmaz böyle bir güzelliğe? Yetmiş yaşımda da olsam; işim bitmiş de olsa bu güzelliğe sahip olmak isterim- Allah affetsin!- Denizin mavisi, Mavili Kız’ın etkisi, adamı aha şuracığından alıp kavrayan yaman bir güzellik! Bugün başka, bugün adamı kendine bırakmayan başka bir şey var havada!
Mavili Kız, uzaklaşmış, ötelerde bir çizgi gibi ufacık kalmış, belirip belirip kaybolmakta. Nereden geldiyse geldi, birden Sarı Kızı’ın dramı geldi aklıma:
“Sarı Kız, çoban güzeli Sarı Kız! Kazlarını Kaz Dağı’nın yücesinde yayar, sonra da yumurtalarını hayıttan ördüğü süslü sepete doldurup babasına verirmiş; o da satar, parasını ona göstermeden hac için biriktirirmiş ya! Bu Sarı Kız’ın, yüzlerce, yüzlerce kazı varmış. Her kazına, Kaz Dağı’nın çiçeklerinin adını vermiş. Bütün kazlarını tek tek tanır, birini ötekine karıştırmazmış! Onların dilini bilir onlarla konuşurmuş. Sarı Kız, Kaz Dağı’nın tekmil ağaçlarına aşıkmış. Zeytinlerin bin bir çeşit sanat eseri olan gövdelerine baka baka kendinden geçermiş. Çamların reçinesini kokladıkça, yüreği körük gibi açılıp kapanırmış. Melengiçlerin sızıntılarından elde ettiği sakızı, şaklata şaklata çiğnermiş. Ahlâtların, muşmulaların yemişlerini dalından bir başına kopardıkça sevinçten başı dönermiş. El değmedik, göz görmedik yemişleri yedikçe de güzelleşirmiş; o güzelleştikçe ahalinin, onda gözü olanların ağzının suyu akarmış!
Sarı Kız’ın babası hac için gereken tedariki yapmış, yola çıkma zamanı gelip çatmış. O da ötekiler gibi kutsal topraklara gidecek, Kâbe-i şerifi tavaf edecek, zemzem suyunu kaynağından içecek, iki cihan peygamberi Muhammet Mustafa’nın türbesine yüz sürecek, Hacer-ül Esved taşının nurundan ruhunu doyuracaktır. Kafasına koymuş, kızını komşularına emanet edip de gidecek. Bir ayağı çukurda da olsa; o kutsal topraklara yüz sürmeden ölmeyecektir. İşte o gün de gelip çatmıştır.
Sarı Kız’ın babası, güzel kızını komşularına emanet ederek, kutsal yolculuğa çıkmış. Onun gitmesini fırsat bilen kimi komşuları da akbaba gibi dönmeye başlamışlar çevresinde. Sarı Kız’a her gün değişik bir teklif, akla hayale gelmeyen bin bir vaatte bulunmaya başlamışlar. O bir güne bir gün kaşını kaldırıp da bakmazmış bile onlara. Kazlarını güdüp gelir, sonra kapanırmış evine; sonra da Kaz Dağı’nın kuşlarını, çiçeklerini yastıklarına, minderlerine işlermiş boyuna. Sarı Kız’a asılanlar, ondan cevap alamayanlar, bunu ona ödetmeyi kafalarına koymuşlar. Sarı Kız’ın Babası hacdan dönünce:
“Sen hacda iken, kızın tahmin edemeyeceğin şeyler yaptı, biliyor musun?”
“Sen hacda iken, Sarı Kız, hiç bizim yüzümüze bakmadı, biliyor musun?”
“Bakmaması bir şey değil; ama sen bize emanet etmiştin ya!”
“Emanet etmiştin, etmez olaydın, biz emanete sahip çıkamadık, ne yapalım, boynumuz kıldan ince, şeriatın kestiği parmak acımaz!”
“Şeriatın kestiği parmak acımaz hacı, sen bilirsin gayrı, biz bir şey diyemeyiz!”
“Allah için biz bir şey diyemeyiz!”
“Sen hacda iken neler oldu neler!”
“Sen hacda iken...”
“ “
Sarı Kız’ın babası her konuşanın yüzüne tek tek bakmış; sonra eli yüzü öfkeden yalım yalım yanmaya başlamış. Çakır gözleri yuvasından fırlamış, ateş kesmiş, kudurmuş. Öfkeyle, öne arkaya, sağa sola gitmiş gelmiş. Sonra Sarı Kız’ın kazlarını yaydığı alana doğru yollanmış.
Sarı Kız, hem kazlarını yayıyor; hem işlemesini işliyormuş çeyizi için. Babası hışımla yanına gelip:
“Demek bunu da yapacaktın bana öyle mi?”
Hiçbir şeyden haberi olmayan Sarı Kız:
“Ne yapmışım baba?”
Babası onun yanıtını beklemeden tekme tokat dövmeye başlamış. Adam vurdukça,”demek benim yokluğumu fırsat bildin, her gece … Yazıklar olsun sana, bin kere yazıklar olsun! Demek öyle ha, ben kutsal topraklara yüz süreyim; sen fingirde! Utanmaz, arlanmaz, haysiyetsiz kız!
“Benden istediklerini alamayanlar kandırmış seni. Sen de onlara inandın öyle mi? Asıl sana yazıklar olsun, olmaz olsun senin gibi baba! Bundan sonra benim babam yok! Bundan sonra seninle aynı evi paylaşamam! Artık ben senin için yokum; sen de benim için yoksun! Bana değil de, o aç kargaların, leş kargalarının dediklerine inanıyorsun öyle mi?”
Birden babanın öfkesi geçmiş, bulunduğu yere çökmüş kalmış. Sarı Kız da ona bir şeycikler söylemeden, Güre’ye aşağı alıp başını gitmiş... Bu iftirayla yaşayamaz, kimseciklerin yüzüne bakamazdı. Canına kıymaya karar vermiş, öyle de yapmış!
Mavili Kız, gözden ıradı iyice, yetişmelerinin imkânı yoktur. Deniz bisikleti, malzemesi azalan tırtırlı stabilize bir yolda gider gibi gitmektedir. Suyun yüzeyinde aynı yükseltide küçük dalgacıklar oluşmuştur. Dalgacıkların boyu ip tutmuşçasına bir düzeydedir. Biri ötekinden ne yüksek, ne alçaktır. Deminin dümdüz asfalt gibi uzayıp giden denizi, Mavili Kız’a gösterişe başlamıştır. Hele Mavili Kız’ın büyüleyici güzelliği adamakıllı döndürmüştür mavi denizin başını. Mavi deniz yerinde duramaz, sallanıp durur boyuna. Sallandıkça, Mavili Kız’ı hoplatmaya başlar. Mavi deniz, Mavili Kız’a tutulmuştur, bir artık ona kavuşmak ister. Kavuşma zamanın da yaklaşmakta olduğunu hissedince de dalgaların boyu giderek yükselmeye başlar. Artık, Mavili Kız, pedal çevirmeyi, bırakmış, mavi denizin bisikletle olan dansını izlemeye başlamıştır. Mavi deniz Mavili Kız’ı koynuna almak için sabırsızlandıkça, koşmak üzere olan bir at gibi, tepinip durmaktadır. Mavili Kız da: “Karada mutlu olamadım; belki denizde olurum,”demektedir herhalde. Çünkü pedal çevirmez, dalgaların üstünde fındık kabuğu gibi sallanan bisiklete aldırmaz bile.
Mavili Kız’la Zeki, ilkokulun dördüncü sınıfında sevmişlerdir birbirlerini. O yaşta birbirlerini görünce bir hoş olmuşlardır, o yaşta sevi nedir, onu tanımışlardır. Almanya mı, bilmem neresi bu iki çocuğun aşkına mani olamamıştır. Aslında onların aşkının ateşini Mavili Kız’ın babası Halil Ağa yakmıştır. Halil Ağa bir gün Zeki’ye:
“Eğer, okur da adam olursan bu kızı sana veririm. Derslerine iyi çalış, tamam mı,” demiş, Zeki’den de söz almıştır. Lakin, Almanya, Almanya’nın cüppelileri her şeyi allak bullak etmiştir. Mavili Kız, Zeki’sine Almanya’dan sayfalar dolusu mektuplar yazmış, ondan sayfalar dolusu mektuplar almıştır. Bu sevda gün geçtikçe köreleceğine, parlamıştır. Aynen karanlıkta doğan yıldızlar gibi.
Mavi deniz, aynı düzeyde dalgalanıp durmaktadır boyuna. Mavili Kız, gözünü ufuk çizgisinden alıp denizin bisiklete çarpan beyaz köpüklerine çevirdi. Dalgaların bisiklete çarptıkça daha da beyazlaşan köpükleri, bisikletin beyazıyla birleşince ışık saçıyordu. Mavi deniz, mavinin her tonunu güneşin ışıklarıyla sergilemeye başlamıştı adeta... Mavili Kız, mavi denizin maviliklerine baktı baktı; sonra Sarı Kız’ın diyarında tanrıların, tanrıçaların fink attıkları Kaz Dağı’nın eteğinde her gün bin bir güzelliğe yeniden merhaba diyen mavi denizin kollarına bırakıverdi kendini. Mavi denizin beyaz köpüklü dalgaları büyüdü büyüdü, minare kadar büyüdü; sonra Mavili Kız’ı bir daha bırakmamacasına çekip aldı içine...
Sahildeki uzun mayolu adamlar, uzun entarili kadınlar:
“Büşra, Büşra, Büşra!” diye ortalığı beri baktırdılar. Ne çare ki, mavi deniz, Mavili Kız’ı koyuna almış bırakır mı hiç? Ben mavi deniz olsam, Allah için olsa da bırakmazdım; böyle bir güzellik için yirmi sene az gelir adamın gözüne...
BORNOVA AĞUSTOS