Nurten Bengi Aksoy
MÜBADİL
Sıcacık, karanlık bir yerdeyim, ılık bir suyun içinde, hiçbir şey göremiyorum, ayırt edemediğim sesler alıyorum ötelerden, uzaklardan sanki. Arada bir üstümde gezinen bir el sanki okşuyor beni, bazen bir inilti, bir hıçkırık çalınıyor kulağıma. Kötü bir şeyler olduğunu hissediyorum; ama ne olduğunu bir türlü anlayamıyorum... Sonra sanki bulunduğum yerden ayrılıyorum, göbek bağım orada, bedenim orada; ama ben dışarı çıkıyorum, olanları seyre dalıyorum...
Akdeniz’in ortasında kocaman bir ada, maviliğin arasında uçsuz bucaksız yemyeşil ovalar, zeytin ve sakız ağaçlarının çevrelediği, beyaz badanalı evler sıralanmış tepelere, bağların arasına. Tepeden aşağı koşturan çocuklar avaz avaz bağırarak oynaşıyor. Aralarında ablamlarla abimler de var.
Bir telaş var ortalıkta, siyah başörtülü kadınlar, çiçekli basma elbiselerinin kollarını sıvamışlar, gözlerinde hüzün var sanki, bir ayrılık hüznü... Koşuşturuyorlar evlerin arasında, bir şeyler toplamaya uğraşıyor gibiler. Sonra uzaktan babamın geldiğini görüyorum, omuzları çökmüş. Belki aldığı haberden belki de elinde taşıdığı yükten...
-Haydi toplanın artık, diye sesleniyor anneme. Topla çocukları Fatma ve vedalaş komşularla, ayrılık vakti geldi, gitmeliyiz...
Tepelerden aşağı, sahile doğru inen yük arabalarını görüyorum sonra. Yüzleri asık, gözleri yaşlı kadınlar kucaklarındaki çocuklarıyla doluşmuşlar arabalara, erkekler de ayaklarını sürüyerek takip ediyor arabaları.
Ellerinde tüfekleriyle jandarmalar sarmış sahili, gelenleri arabalardan indiriyorlar telaşla. Annem bir yandan kardeşlerimi çağırırken bir yandan da karnını tutuyor, sanki hafiften okşuyor beni...
Kıyıdan uzakta, açıkta bekleyen bir gemi var, eski köhne bir gemi. Sandallara doluşan komşularımız gemiye doğru yol alırken sıramızı bekliyoruz sahilde biz de. Biraz sonra dolan gemi, kara dumanlarını savurarak uzaklaşıyor adadan. Bakakalıyoruz giden geminin ardından öylece...
İki gün, üç gün sahilde bir başka geminin gelmesini bekliyoruz. Üşüyoruz denizden esen rüzgârla, evlerimize dönmemize izin vermiyor jandarmalar, bekliyor bekliyoruz... Çünkü biz artık "mübadil"mişiz, başka topraklara gitmek, buralardan ayrılmak zorundaymışız.
Nihayet üç günün sonunda geliyor beklenen gemi. Bu sefer biz doluşuyoruz sandallara ve gemiye bindiriliyoruz itiş kakış ve açılıyoruz yeni ufuklara doğru.
O bindiğimiz köhne gemi her dalganın çarpışında gıcırdıyor, sallanıyor. Güvertede üst üste birbirine sokularak ısınmaya çalışan insanları savuruyor oradan oraya. Belki de benim yüzümden midesi sürekli bulanan annem perişan bir vaziyette kıvranıyor, daha bir sarılıyor kardeşlerime. Babamsa kucağındaki kemanına sarılmış sıkı sıkıya, çocuğu gibi. O geçimimize katkı olsun diye geceleri düğünlerde çaldığı kemanına...
Minicik çocukların öldüğünü ve çığlıklarla denize bırakıldığını fark ediyorum bir ara. Ağlayan, çırpınan insanlar görüyorum. Günler süren bu zorlu yolculuk bir rıhtımda sona eriyor nihayet. Hepimizi alıp eski, köhne bir binada topluyorlar. Etrafta beyaz gömlekli adamlar koşuşturuyor, hasta olanlara bakıyorlar. "Karantinaymış" buranın adı. Birkaç gün de burada bekletildikten sonra bir başka yolculuğa çıkıyoruz yeniden. Bir başka adaya, Marmara Adası'na doğru. Eski taş mekteplere yerleştiriyorlar burada da bizi. Annem bitkin, yorgun, mecalsiz koşturup duruyor kardeşlerimin ardında.
Sonra bir sabah, daha güneş doğmadan annemin çığlıkları geliyor kulağıma; inliyor, acı çekiyor sanki... Etrafta koşuşturan kadınlar yardım etmeye çalışıyorlar ona...
Birden bir aydınlık çarpıyor gözüme, sanki güneşin sıcacık ışıkları... Sevinç çığlıkları arasında sesleniyor kadınlar: "Gözün aydın Fatma bir kızın daha oldu..."
İşte o küçük kız, yani ben, huzur ve güven dolu dünyamdan, anamın karnından, tıpkı Girit’ten koparıldığımız gibi, ayrılıp bir ömür sürecek kader yolculuğuna böylece başlamışım.
Kim bilir daha nerelere sürükleyecek beni rüzgâr... Bir mübadil olarak hangi adalara, hangi sarı sıcak topraklara... Göçüm daha yeni başlıyor.