Nurten Bengi Aksoy
KARA SEVDA
"Yazdığınız yazı on sekiz yaşında sevgilinize yazdığınız mektup gibi olmalı, kalbinizi kanatarak içine koyduğunuz... Neyi anlattığınız hiç önemli değil..." demişti bir dost benden yazı yazmamı isterken.
Günlerdir düşünüyorum bu sözün üstünde, nasıl da güzel bir başlangıç olur, on sekiz yaşında sevgilime yazar gibi başlamak... Ama bunun için önce on sekiz yaşıma, geçmişe bir yolculuk yapmam lazım galiba...
Çocukluktan genç kızlığa adım attığım demlerde en büyük hayalim on sekiz yaşıma gelmekti, büyük bir heyecan ve melankoliyle o yaşı bekler, hayaller kurardım. Kim bilir, belki de o devirde romanlarda, filmlerde yaşanan aşklar hep on sekiz yaşında yaşandığındandı benim de beklentim.
Pek çok arkadaşım daha ortaokul sıralarında aşktan dem vurup çocuksu sevgilileriyle hava atarken bize, ben her şeyin bir vakti vardır, deyip beklemeyi seçmiştim. Aşk çok kutsal bir şeydi bana göre; öyle göz önünde, ulu orta yaşanmazdı, yaşanmamalıydı. Sevdiğimi bir ben bilmeliydim bir de Allah (!).
Aslında hep denir ya "aşk iki kişilik bir oyundur" diye, bizim kuşak pek bilmez iki kişilik aşkı. Biz ya da ben hep tek kişilik aşklar yaşadık. Yüreğimize gömdük aşklarımızı, üstüne de pembe güller ektik...
Hani eskilerin "platonik aşk" dedikleri, karşılıksız aşk vardır ya... İşte o aşkı yaşadım ben en çok, tıpkı Mecnun gibi... "Aşık oldum mu ben gerçekten", diye düşünürüm de bazen... Pek de öyle içimi yakan, ruhumda iz bırakan bir sevgilim olmadı galiba o yaşlarda. Kendi kendime beğendiğim, perdenin arkasına gizlenip yolunu beklediğim sevgililerim oldu benim hep. Ben hep yalnız başıma sevdim, sevilmeye hiç izin vermedim ki...
Aslında yasaklı ahlak öğretileriyle yetiştirildik biz; sevmek yasaktı, aşık olmak yasaktı, hele bir erkeğin gözlerinin içine bakmak ayıptı, hem de en büyük ayıp... İşte hal böyle olunca ben de hep okuduğum kitaplarda yaşadım aşkı. Bazen Çalıkuşu Feride'yle yaşadım aşkların en umutsuzunu, bazen de "O çocuk ben çocuk / memleketimiz o deniz ülkesiydi / Sevdalı değil karasevdalıydık" diyen şairin Annabel Lee'si gibi kara sevdalara düştüm.
O içimi kanatarak, sevgiliye yazdığım mektupları hep kilitli "hatıra defterime" yazdım ben. Sonra da en gizli yerlerde sakladım, tıpkı yüreğimin en derinlerine sakladığım aşklarım gibi.
Sonra yıllar geçti on sekiz yaşım, yirmi sekiz yaşım... devran değişti, yasaklar bitti, ahlak bekçileri gitti... Bu sefer de "gurur" geldi oturdu gönlümün başköşesine, hep karşıdan bekledim ilk sevda sözcüklerini. Belki de söylemeye söylemeye unutmuştum konuşmayı...
Şimdilerde yüzümde çizgiler, saçlarımda aklar ve yüreğimde eski sevdalar var. Bir de yeni ufuklara kanat çırpmak isteyen mecalsiz bir yürek... Ama beceremiyor bir türlü yeniden kanat çırpmayı, en ufak bir rüzgarda tökezleyip kalıveriyor...
Yıllardır yüreğimde sakladıklarım, içimi kanatanlar söze gelmese de artık, yazıya dökülüyor. Bazen bir kalemin ucundan, bazen bir klavyenin tuşlarından satırlara dökülüyor. Kimi zaman hüzünlü dizeler çıkıyor ortaya, kimi zaman, geçen yıllara sitem eden anılar...