Şenol Yazıcı
kalandar
...
Ormanın üstünde dev bir el dolaşır, çamların doruklarını hoyratça okşar, ardından olanca gücünü toplayıp güneydeki evimizin üstünde dehşetli bir rüzgâr olur patlardı. Yandaki sarender ödümüzü kopartan çatırtılarla yerinden oynar, rüzgârın kollarında havalanacakmış gibi bir yekinir, sonra büyük bir gürültüyle eski tahta ayaklarının üstüne düşerdi.
Bir gün koca çatıları alıp götüren rüzgârın onu alıp dağların, vadilerin, köylerin üstünden Polathaneye kadar, denize uçuracağını bilirdik, bilirdik ama bir şey de yapamazdık. Babam öldüğünden beri bu işlere bakan kimsemiz yoktu, ağabeyim yeni yeni meydana çıkmışsa da o kadarı elinden gelmezdi.
Güneyden esen yel çıkıp geldiği yerlerde belki sıcaktı ama burada kar yüklü tepelerden kopardığı buz parçalarıyla bir jilet gibi keskin, bir kırbaç gibi uzun şaklardı eski evin dolma duvarlarında. Çatıdaki incecik hartamalar aralarından sızan dev rüzgârın kükremesine bana mısın demez, hışırdar dururdu yerinde.
Gün geceye devrilirken, artık kılık değiştirmiş dışarıdan ürkerek hızlanan adımlarla eve koşardık.
Öyle zamanlarda hiç olmadık kadar güven veren ve gençleşen eski evimiz, bel vermiş kapısından sızan gaz lambasının ışığıyla sanki anam gibi sıcak anam gibi sevecen, kollarını açmış bizi bekleyen yıkılmaz bir kale gibi görünürdü.
Hala öyle midir bilmiyorum, ama o zamanlar kış günleri oralarda hep birbirine benzerdi.
...