top of page
Öne Çıkanlar

Gurbete Yakın Göğsüne Uzak




O günlerimden söz ettim mi sana?


Fırından yeni çıkmış, az yanmış, buram buram kızarmış ekmek gibi kokan sabahlardan? Rüzgârın önünde bir gazal yaprağı gibi savrula savrula indiğimiz bayırlardan, ürkütücü sislerle bir deniz gibi kaplanmış vadilerden, Cenevizlilerden bu yana kadim insanlığın tüm tarihini barındırdığını düşündüğüm hayalet dolu servili mezarlıktan...


Her önüme gelene anlattığım gibi sana da anlatmışımdır…


Hiç insanın çocukluğu en büyük depremi olur mu? Konu bensem olur...


Bir damlacık bir çocuk, adını bile bilmiyor, akan burnunu ağabeyinden emanet, dizlerine kadar uzayan kazağın kollarına siliyor. Dört müyüm, beş mi, kim bilir?


Okula başlamam da öyle bir âlem.


Bahçeye toplanmışız. Öğretmen hiç duymadığımız bir adı çağırıyor, elindeki listeden. Sınıfa alacaklar. Çağrılan gidiyor, çağrılan gidiyor, içeri alıyorlar. Arada bir de pek duymadığımız garip bir ad çağrılıyor… Kadın adı mı erkek mi, öyle garip… Sonra yeniden bizimkiler çağrılıyor. Benim adım okunmamış henüz… Ben arkada ayakta durmaktan yorulmuş, yere çökmüşüm, bizi aşıp da çayıra ulaşmaya çalışan bir salyangozu elimdeki çubukla yolundan etmeye uğraşıyorum. Ama kulağım onlarda…


Yeniden çağrılıyor o garip ad… Daha yüksek bir ses ve daha yakından…


Benim derdim salyangoz, ıslak yuvasına çekilmiş, kaygılı, çıkmıyor… Uzatıyor uzun tüy gibi dokungaçlarını, öteye beriye bakıyor, bakıyor herhalde o ince uzun şeylerle, beni fark edince yeniden kabuğuna… Kurcalıyorum çıksın diye.


Baksana, diyor biri öğretmenlerden.

Güneşin önünde duruyor, gözlerimi kırpıştırarak görmeye çalışıyorum… Bana mı, der gibi sorduğumu sanıyor o.

“Sana tabi, senin adın ne?”

Adımı diyorum.

Kızıyor öğretmen bu kez, yanına gelen müdüre; bu adını bile bilmiyor, nasıl okula gelir, diyor.


Meğer benim başka bir ardım varmış, babamın oyunu… Hayır, hayır sonuçlarına bakarsan ödülü aslında…


Bir Acem teyzeyi kıramamış ben doğunca, aramızda kalsın, babam da hep vardı bu, hiçbir kadını kolayına kıramazdı asılında, kendi dünyasında kırılmaktan yorulan kadınlar da onu bulurdu, onun bana kitapta adı geçen, okunur bir ad olan Hüseyin adını koymasına itiraz etmemiş.

Ama insanlar bir garip, benim adımı, o öyküsünü annem anlattığında sevdiğim, öldürülüşüne günlerce ağladığım, Kerbela’daki kahraman Hüseyin’in adını değiştire değiştire İsiyin yaptılar. Ne öyle tükürür gibi... Ankara’ya gittiğimde ora çocuklarına adımı deyince ne gülmüşlerdi. İsiyin ha? O güne değin hiç sorunum yoktu, ama ondan sonra oldu. Adımı o gün bugündür hiç sevmem. Değiştir Allahım diyerek yalvarıp durmuştum…

Adları Allah takmaz demişti, benden büyük bir çocuk, Ankara’da, gene gülmüştü bana. Babalar, anneler takarmış adları…

Babam takmışsa nasıl derim? Allah’a derim ama değiştir diye. Allah insanı cezalandırır, cehennemde yakar ama ona çok var daha, tövbe eder düzeltirim ilerde, öyle inip de tokatladığı görülmüş değil ki… Gel de babama de bakalım. İyi ki annem var, ben de anneme derim.... Demek babam kulak vermiş… İyi de bu hiç duyulmamış, kitapta geçmeyen, kadın mı erkek mi belirsiz ad neyin nesi? Ben hep Rüstem isterdim o zamanlar, Annemin anlattığı Zaloğlu Rüstem var ya, ondan… O gitti bunu buldu…

Bu adı anlayıp sevmeme daha çok var…


Neyse böylece aldılar beni sınıfa. Sınıftan aklımda kalan güneşi, pencereleri hiç göremediğim....Pencere olmaz mı, vardır da arkadaşlarım benden hep büyük, kocaman adamlar ya...boğuluyorum aralarında. Öyle büyükler ki biri müdürle yumruk yumruğa kavga ettiğinde öğrenmiştim ki, evlisi bile varmış, nasıl ilkokulsa… O zaman öyle işte...


Beni eziyorlar; çabuk kavradım küçüksen her yerde ezilirsin, bu okulda da ezilmek kaderim. Onların yaşlarını küçültmek, beni hızla büyütmek olacak iş olmadığına göre… Bir üzülüyorum, bir üzülüyorum… Sonra da anneme babama kızıyorum, ne var beni okula gönderecek, küçüğüm görmüyor musunuz? Ama diyemiyorum, hem okulu seviyorum da. Evde yalnız başıma ne yapacağım, okulda gene birileri var, yaşıtım yok ama birileri var işte… Bir şey yapmalı ama ne? Bulmalı, öyle bir şey yapmalıyım ki herkese galebe çalayım… Onların yapamadığı bir şey…


Neyse okumayı söktüm, nasıl olduysa herkesten çok önce. Böylece üstünlük kuracak yolu buldum da… Öğretmen beni tahtaya kaldırıp lokum verdi… Sınıfın o an halini gördüm, tek lokum alan bendim.


Kimseye demedim ama ben Ankara’da sıkıntıdan patlarken oyalanırım diye müdürü olduğu okula götürmüştü ağabeyim. Gidip gelirken sökmüştüm okumayı zaten… Çocuklarla yarışabilmek için tek silahım oydu, anlayınca kendimi verdim ve söktüm okumayı…


O ara, bir dönem yeniden Ankara’ya gittim geldim. Bir dönem orda okudum.

Bu kez başka baktım Ankara’ya, okuldaki çocuklara… Çalacak bir şey arar gibi; kıymetli neleri varsa götürmeye kararlı, öyle baktım ve yazdım aklıma. Yengemin koca bir kitaplığı vardı, çokça okudum, ne bulursam okudum... Desem gülersin, İnce Memet’i bile okudum… Anlamadan bilmeden, kafamı dünya güzeli, yaprak, çiçek zengini bir evrene sokup baktım işte. Anladım mı? Bilmem, ama köpeğime Anavarza adını taktım dönünce. Kırk yıllık Pilot çok aldırmadı bu yeni adlandırmaya ama ben kurt kapıp parçalayana kadar öyle çağırdım onu.


Başka şeylerini bilmem ama Ankaralıların konuşmalarını çaldım, okuluma dönünce ben artık Ankaralı gibi konuşuyordum. Beğenilerini hissettikçe sınıfta şakıyorum, kitaplardan okuduğumu, radyodan dinlediğimi, gördüğümü satıyorum, her fırsatta…

Katmaya artık katma değil ip diyordum, lağus değil mısır… Etkilendiklerini görüyordum, gördükçe inadına Ankaralı oluyordum. Niye mi, durumdan… Dev gibi onca çocuğun arasında yaşamak kolay mı? Bir de dayakları var…


Ama öğretmenler başka aldılar, benim var olmak için kendimi donatmama bir üstünlük gibi baktılar. Bunca marifete bir ödül gerekir, beni ikinci sınıftan üçe değil dörde geçirdiler bu kez… Yani bir sınıf atlattılar, yetmiyor sanki. Düşünebiliyor musun, zaten benden büyükler, şimdi o fark ikiye katlandı. Artık sadece camları değil, gökyüzünü de göremiyorum!


Öğretmen tırnaklarımıza bakıyor, mendilimize...

Sonra benim küçük elimi alıp kaldırıyor ayağa... Boyum yetmiyor, öğretmenin elinde anahtarlık gibi sallanıyorum...

“Ben bu ellerle yemek bile yerim” diyor, öpüyor ellerimi... Bıyıkları batıyor, ama bir hoşuma gidiyor, bir hoşuma gidiyor... Niyeyse arkadaşlarımın hiç gitmiyor.


Artık beni her gün dövüyorlar, ağzım burnum kan... En çok da niyeyse burnuma vuruyorlar, çabuk kanıyor ya belki ondan... Dertleri öğretmenin beni çok sevmesi, niye onları sevmiyor da beni seviyor diye...

Hiç yıldırmıyor beni dayak; daha çok kesiyorum tırnaklarımı, daha çok yıkıyorum mendilimi, daha çok dersime çalışıyorum.


Dayağı hiç sevmiyorum, burnumdan akan kanı da… Giysilerimden çıkmıyor çünkü...

Oysa babam harmanda aldığı pantolon için sıkı sıkı tembih etmişti. “Gelecek sene bu zamana kadar başka yok ha…”

Babama desem mi, beni dövüyorlar diye. Adım gibi biliyorum; “erkek adam dayak yer mi?” diyecek bana. Erkek adam nasıl bir şeyse!


Düştüm diyorum, ağaca çarptım diyorum, bilyeli arabayla giderken uçtum… diyorum. Ne yalanlar ne yalanlar... Olsun, evde asla dayak yiyen bir erkek olamam.

Ama aklımda kemikleşiyor; bana bu zulmü annem babam reva gördü, böyle küçük göndererek…

Talihsizliğin en korkuncu başıma geliyor: Öğretmen beni bazen gelmeyenin yerine bıraktığım o sınıfa öğretmen olarak gönderiyor.

Orada dayımın bir oğlu var, benden beş yaş büyük. O akılsız hala bıraktığım alt sınıfta, zaten kalmıştı da ben ona yetişmiştim. Dayımın oğlu bir kerkenez, aynen öyle tam bir kerkenez, beni bekliyor orda... Sen kerkenezi bilir misin? Sivri uzun gagası, bir kuzuyu bile kapıp götürecek pençeleri olan alıcı kuş. Küçük kedimi nasıl alıp gitmişti evin önünden?

Boğazındaki ameliyattan dolayı başı hafif sağa devrili, gözleri kan çanağı, bana bakıyor en arka sıradan. En son bir arkadaşının altına otururken kalem koymuş da arka sıraya sürgüne gitmiş, ondan oraya oturuyor.

Bense serçe bile değil; burnu akan, kara kara bir minik uşak...

Ama hiç korkmuyorum, gidiyorum gururla ve öğretmenliğimi yapıyorum da bir güzel... Öğretmenin elime tutuşturduğu, sakın esirgeme dediği, boyumdan büyük gürgen sopamı sürükleye sürükleye bir de…


Düşünsene, emsallerimin hatta benden büyüklerimin bile zaman zaman öğretmenliğini yapmışım. Beni ne kadar severler anlamak zor değil…

Ne var ki sınıfta bana bir saygılılar bir saygılılar sorma… Bayılıyorum. Gerçeği biliyorum, çünkü Azrail'in öz kardeşiyim diyen ögretmenden korkuyorlar. Arada bir yüzünde en korkunç ifade gelip bakıyor da kapıdan.

Farkındayım ama bazen sihrin benden, gücümün kendimden olduğunu sanmak yok mu? Hatta bazen şaşırıyorum, gidip o günlerde yiyecek olduğum dayakların büyük bölümünde elebaşılık yapacak kuzenimin sırasına durduk yere tık tık vuruyorum sopayla… Hopluyor yerinde, gözlerinde saklamaya çalıştığı utandığı bir korkuyla. Bu zavallılar mı beni dövüyor?... diyorum kendi kendime.

Bu değişilecek bir şey değil, acayip bir keyif; bir yığın kurdu tavşan gibi ellerimle oynatmak…

Gerçi az sonra zil çalacak ve…

Olsun, ben de hazırlanıp, yakamı çıkarıp, torba çantama koyup, dayağımı yemeye gidiyorum. En çok dayımın oğlu vuruyor şimdi… Alışkanlık yaptı, bazen az vuruyorlar üzülüyorum bile...

Dağılan torbamı, kitaplarımı toplarken, kan revan içimdeki yüzümü yıkarkan tek bir şey geliyor aklıma, yediğim dayaktan daha çok:

Ailem beni neden okula küçük verdi? Beni sevmedikleri aklıma gelen. Ama kendime konduramıyorum o kadarını, hem ben sevilmeyecek çocuk muyum? Baksana öğretmenin dediklerine…Babama diyor bunları, okut onu diyor, o acaip bir şey, çocuk değil de…Babamın bana güzel bir şey demesi vaki değil, ama bunu diyor...

Ben bu durumdayken öğretmen bir gün kalkıp bana bir sorumluluk veriyor; okula kütüphane kurulacak, yapar mısın diyor.

Yapmam mı, benden iyi işgüzar mı olur? Ve kütüphane başkanı ilan ediliyorum...

Kitap yok, olanlar da orda burda perişan. Bir anımsadığım Arı Maya. İnsan gibi maceraları anlatılan o güzel kitap… Bir de Dede Korkut Hikâyeleri…Deli Dumrul...

Buluyorum birkaç kitap daha, tozlu yırtık. Temizleyip kaplıyorum, ama üç kitapla kütüphane mi olur, Ankara’da yengemin bile yüzlerce kitabı vardı. Ama kitap nerde? Hele roman öykü gibi…Ders kitapları, dini kitaplar dışında kitap yok.kimse de... Olsa da okuyana iyi gözle bakılmıyor.

Bir yol buluyorum. Pazara gidiyorum, simit satıyorum, haftalarca. Kazandığımla orada satılan o kötü baskılı, halk hikayelerini kitap diye alıp geliyorum, Hayber Kalesi Cengi, Kerbala falan filan... O kadar işte…

Ağabeylerimin ender okudukları kitapları yürütüp okula götürüyorum... Sonra da evden, amcamdan iki küçük dolap buluyorum. Kapaklarını atıyorum, atıp kitaplık yapıyorum, okula taşıyorum... Dünyanın yolu, ama taşıyorum.

Ve kitaplığımı kuruyorum... Ama ne kitaplık; şehrin meydanındaki heykel bile gösterişsiz kalır yanında, bana öyle geliyor.

Öğretmen de alnımdan öpüyor.

Hatta beni, sınıfa kimsenin anlamadığı uzun bir konuşmayla övüyor. Her sözcüğünü kızılcık şurubuymuş gibi aşkla yudumladığımızı göstermek için yarışarak dinlediğimiz bir nutuk çekiyor bize. İstersen dinleme, masanın altına eğilen birini yakalayıp iki kulağından kaldırıp yere çarpınca pür dikkat kesiliyoruz. Hiç bir şey anlamıyoruz ama arkadaşlarım nasıl oluyorsa gene benim övüldüğümü anlıyor.

Bedeli bana çıkarıyorlar, hep senin yüzünden deyip... O akşam da bu yüzden dayağımı afiyetle yiyorum…


Ama ilk kez kinleniyorum. Büyüyünce, yani onlar kadar büyüyünce intikamımı alacağım, diyorum. Onları daha da büyüyeceklerini düşünemiyorum demek ki.

Öte yandan öğretmeni de bana bu onuru verdi diye öyle seviyorum, öyle seviyorum ki...

Hatta babam şaka olsun diye, sana hocanın Zülük’ü alacağım, dediğinde sırıtıyorum ama çok da talibim aslında…Zülük, hocanın benden altı yaş büyük kızı, ama alacağım vallahi... Ondan sonra biraz da onun için çalışıyorum, hocanın gözüne girmek için. Zülük... Düşünmesi bile güzel... Benim sınıf arkadaşım. Bembeyaz bir teni var,benimki gibi kömür isi sürülmüş gibi kara değil, uzun örgülü saçları, kocaman kocaman gözleri var. En önemlisi önlüğünü deler gibi geren memeleri var, anneminki gibi. Bir hoşuma gidiyor ki…

Annemse bana dayımın kızı Hatçe’yi almak istiyor. Yani o kerkenezin kardeşini... ölürüm de bir metre yakınına gitmem onun, deli miyim? Hatçe yaşıtım, beşik kertmesi yapmışlar. O nedenle telaşlanıyor; “0ğlum sakın ha, o kız akılsız biraz, olmasa senlen birlikte okur muydu onca yaşıyla…” İyi de Hatçe’nin ön dişi yok anne," diyorum; memeleri yok diyemiyorum. Annem de senin de yok diyor, çıkar merak etme… Benim de memelerim çıkar mı, büyük arkadaşlarıma bakıp çok zaman beklediğimi anımsarım…Güya akıllıyım,ama çocuk işte sonuçta… dünya başka akıl başka…

İşte öyle, artık her gün kütüphanemle ilgileniyorum. Kütüphane de müdür odasının yanında, koridorda...

Bir gün kütüphaneye gidiyorum, bir gariplik var. Benim birkaç kitabım eksik, ara tara yok...Çocuklar aldı diyorum... Bana sormadan, adlarını yazdırmadan nasıl alırlar, diye kızıyorum...Ama bulamıyorum. Ben öyle aranırken öğretmenim oradan geçiyor, ne oldu, diye soruyor bana.Sığınacak benden tarafa birini gördüm ya, ağlamaklı:

"Kitaplarımı çaldılar," diyorum. Hem sonra o müdür de, nasılsa bulacaktır, o güven de var...

"Hangilerini," diyor. Biri Arı Maya idi, anımsıyorum; öteki de Kerbela Cengi... “Ben verdim onları” diyor.

Aaa! Vursa beni, kanım akmaz...

Müdüre vurmak bile geçiyor içimden, şimdi Zülük’ü verse de almam. Ama dev gibi adam, ben paçalarında bir böcek... Tutamıyorum kendimi, nasıl ağlıyorum, nasıl ağlıyorum... Hıçkıra hıçkıra... O arada söyleniyorum:

“Sen benim kitaplarımı nasıl verirsin?”

“Ben müdürüm oğlum, istersem okulu da veririm” diyor bana.

“Ama ben onları almak için simit sattım, veremezsin… Hem de babamdan gizli, duysa öldürür beni...”

Sonra fırlayıp gidiyorum...

Okulun ardı bir orman, aşağıdan akan dereyi asfaltı gören, bir tepe... Gidip orda akşama kadar yatıyorum, kâh düşünüyorum, kâh düşündüğümden içlenip ağlıyorum... Sonra bir karatavuk konuyor yanıma, toprakta solucan arayan, ona dalıyorum, bir zaman sonra gene kendi dünyama…

Bir ara beni arayan arkadaşların seslerini duyuyorum, saklanıyorum... Sonra devam...

Durmadan, deli bir ata binmiş, eğersiz, dizginsiz çılgın bir ata tutunmuş, ordan oraya koşuyor gibiyim. Güya düşünüyorum. En çok düşündüğüm; yaşadığım her şeyi, en çok da haksızlıkları bir yere bağlıyorum; küçük olmama… Beni niçin böyle küçük verdiler okula, niçin gurbete gönderdiler, sorup sorup duruyorum.

Bulamıyorum, beni sevmiyorlar diyorum, en çok… Ordan oraya atlıyorum.

Sonra sonra biçimleniyor, ihtimal veremiyorum ama galiba, diyorum. Buluyorum, gerçekten buluyorum sonunda. Parça parça kimi konuşmalar geliyor aklıma, ekliyorum, yapıştırıyorum…

Hiç insanın en büyük özlemi iki iri göğüs ve kahverengi, üzüm tanesi gibi uçları olur mu? Amma yaptın, olur dedim ya...

Anımsıyorum; bildiğim, yapışmışım annemin memesine, yeni doğan kardeşimle beraber emiyorum. Gören işgüzar kadınların, kocaman adam dediğini, o kadınlara ve kendilerini hiç ilgilendirmeyen konulara burunlarını sokma huylarını bile hâlâ anımsadığıma ve kızdığıma bakarsan, memeye göre büyükmüşüm. Bana kalsa daha on yıl sürdürürdüm o sefayı ya… Kardeşim de herhalde açlıktan ölürdü.

Annemi emilmekten kurtarmak için önce gurbete, ardından okula yolladılar beni. Tamam, durumu azıcık suistimal etmişim, annemin göğsüne uzak bir yaştaymışım, iyi de gurbete ve okula yakın mı?

O gece ben eve gidemiyorum, tabi kıyamet de kopuyor...

Uyandığımda gün doğuyor.

Nasıl acıkmışım. Böğürtlen, yabangülü topluyorum, kocakarı armutları… Karnımı doyuruyorum… Okul zamanını bekliyorum.

Toplanmalarını, andımızı söylemelerini izliyorum, ne garip aralarında yokum diye bir özlüyorum onları… Ta o mesafeden dayımın oğlunu bile tanıyorum. Ona bile içim ısınıyor, kalkıp yanlarına gitmeyi düşünüyorum. Ama ne oluyorsa öğretmenin biri gelip çocuklardan bir kaçının ellerine vuruyor sopayla, bir şeyler diyor, herhalde tırnakları ya da mendilleri kirli…

Gider miyim artık, onlar içeri girince eve gidiyorum.

Anneme olduğu gibi anlatıyorum olanı biteni, annem ben anlattıkça dizlerini dövüyor… İnsanın annesi olması ne güzel, ona her şeyi anlatabilirsin, her durumda senden yana… Sevincinden beni azarlayamadı bile. Sabaha kadar uyumamışlar; ev ev, dam dam bütün mahalleyi dolaşmışlar. Traş olup jandarmaya gitmeye hazırlanan babam korktuğumdu, annem beni suya gönderip ona anlatmayı üstlendi. O gece okulun yakınında evleri olan dedemlerde kaldığımı söylemiş. Allahtan hayli uzak olduklarından dedemlere inmemişler, sabaha bırakmışlar. Belli ki bulunmama babam da sevinmişti, bir daha haber vermeden yapma, dedi bırakmıştı yakamı.

Bir daha da okula gitmedim, babamdan korktum ama gitmedim.

Sonunda babam benimle konuşunca mecburen gittim tabi, ama şikâyet ettim müdürü babama...

O anı hiç unutmam... Okula gitmediğimi öğrenen babam tabi ki çok kızmıştı, döveceği kesindi. Beklediğim bir şeydi, kafamda kurup kurup duruyordum, kararlıydım dik duracak, bir de okula beni niye küçük gönderdiklerini soracaktım. Ama öyle olmadı, daha o bana vurmadan ağlamaya başlamıştım çoktan.

Başım eğik, ağlayarak bekliyordum, gene burnum akıyordu, ama tokat inmedi. Nasılsa dayak yiyeceksin, o zaman konuş da ye bari, diye düşündüm herhalde.

Bütün cesaretimi toplayıp haklılığıma çok inanmış bir sesle de:

“Vurursan vur, o benim simit satarak aldığım kitapları millete veriyor, hem de bana sormadan... Hem beni…”

Dövüyorlar diyecektim, niye beni küçük gönderdiniz diye soracaktım ama soramadım, fazla gelecek diye düşündüm herhalde.

Babam kalakalmıştı... Böyle etkileneceğini düşünmemiştim. Benim çalışmama hep karşı çıkardı, paraya alışan okumaz o zaman derdi, belki ondan... Ama bilmiyorum, vazgeçti dövmekten...

Tamam dedi, öyleyse ben konuşurum onla...

Sonra da ömrümde ilk kez, babamla tereyağlı yumurta kırması yeme onuruna eriştim... Durmadan burnum akıyordu, utanıyordum ama büyük gururdu. Yemeği bitirene kadar dayandım...

İçimi kemiren o soru da kaldı tabi. Babama ilk kez başkaldırmıştım, ilk kez de bu başkaldırıdan dayaksız çıkmıştım. O hoşluğu bozmamak için belki, belki alacağım cevap beni daha çok üzecek korkusu… Bilmiyorum, ardını getirip de beni niye küçük gönderdiniz diye soramadım.

Sonra babam konuştu öğretmenle. Ne konuştu bilmiyorum ama okula döndüm. Öğretmenim beni odasına aldı; önce korktum, kızacak hatta dövecek diye… Ama öyle olmadı.

“Ben bu okulun müdürüyüm,” dedi. Ardı ne gelecek bilmediğimden onaylayarak kafamı salladım.

“İyi,” dedi, “bundan böyle sen de kitaplığın müdürüsün. Senden izinsiz kimse oradan kitap alamaz…“

Sevindim, ama o kadar da şaşırmıştım, ne bekliyordum, ne olmuştu.Yine de:

“Sen de mi?” dedim, güldü.

Kızmadığını anladığım bir yüksek sesle:

“Çık dışarı, “dedi. “Çık, tamam ben de…”

Dışarı çıktığımda kanatsız bir kuştum. Bildiğim en büyük güçlere başkaldırmıştım ve korktuğum herkes beni dinlemişti. Bir de şu arkadaşlarımı dövebilsem... Ama sınıfa gidip bunu denemeyi gözüm kesmedi...

Okula boş verdim, Çantamı bile almadan, güle oynaya evin yolunu tuttum. Yapacak bir işim daha vardı, bu havayı yitirmeden evde yapmam gereken... Yolda bulduğum küçük bir sopayla patikanın kıyısındaki otların, çiçeklerin uçlarını budaya budaya gidiyordum. Hiç abartmasız kendimi Zaloğlu Rüstem gibi hissediyordum, öyle…

Çeşmenin önündeki yalakta lastiklerini yıkayan dayımın oğlunu gördüm, o da okuldan kaçmış olmalıydı. Beni görmüş, o alıcı kuş haline geçmişti. Birden cesaretim uçtu gitti, dar patikadan başka yol olsa sapıp gidecektim.

Belki bu kez sataşmazdı, ama böyle beni yalnız bulmuş, bırakır mıydı? Yüzünde pis bir gülümseme hırlayarak doğruldu. Bana doğru adım atmadan, bağırdım.

“Sakın, kafanı patlatırım senin.” Kendimde şaşıyordum ama sopayı başımın üstüne kaldırmış vurmaya kararlı üstüne üstüne gidiyordum. Annem derdi, kediyi duvara sıkıştırma... Galiba ben o noktadaydım, duvara dayanmıştım ya duvarı yıkacak ya da sonsuza değin ezik kalacaktım.

Önce duraladı, sonra ne yapacağını şaşırdı, geri geri çekilirken yalağa düştü. Onun düştüğünü görünce bana cesaretten öte öfke geldi, üstüne yürüdüm. Beni bekleyecek değildi ya, her yanından sular sızarak panikle fırladı, çeşmenin ardındaki yamaçtan aşağı kaçmaya başladı. Allah kalbimi biliyor dursa vuracaktım.

Biraz baktım ardından, geri gelir diye hala korkuyordum. Sonra ne olduysa birden bir gülme aldı beni. Onlar da çocuktu sonuçta ve aynen benim gibi korkuyorlardı, ciddi bir tehdit gördüklerinde…Birkaç adım gittikten sonra sopayı attım, ıslık çala çala eve giden yola tırmanmaya başladım.

Annemle babam evde mısır ovalıyordu, beni görünce şaşırdılar. Kız kardeşim de yanlarında oturmuş oynuyordu. Sormadan,

“Müdür beni kütüphanenin müdürü, yaptı,” dedim gururla.” Sonra da ben… “ Orda duraladım azıcık, yalana başvurdum gene. “Sonra da beni eve gönderdi,” dedim.

Bir zaman sorup sormamakta kararsız bekledim. Boş ver diyordu içim, bugünlük bu kadar yeter… Ama gurbette yaşadıklarım, hissettiklerim, okulda yediğim dayaklar aklıma geldikçe ağlayacak gibi oluyordum. Yok, bugün bütün sorularımı bitirecektim. Yeterince küçük kalmıştım.

Önce babama soracaktım, ama cesaretim yetmedi. Bana yemek hazırlayan anneme döndüm, çok yürekli, çok kahraman, tıpkı Kerbela'daki Hüseyin gibi ölümüne cesur sordum...

“Sen beni niye gurbete yolladın anne, dört yaşında hem de, Ankara’ya hem de...”

Annemin yüzü karardı, çok kızmazdı bana, ama kızmış gibiydi. Onu öyle görünce cesaretim, direncim tükendi. Nasıl ağlıyorum, burnum da akıyor, ama geri dönmeye de niyetim yok...

“Beni bir damlayken gurbete yolladınız, bir damlayken okula…”

Sonra babama döndüm;

“Sen beni neden bir damla çocuk okula verdin? Onların her biri at kadar, beni her gün dövüyorlar, haberin var mı, öleyim diye mi? Beni sevmiyorsunuz diye mi?”

Kimsede çıt yok, öyle şaşkın, üzgün, darmadağınık bakıyorlar... Babam karar veremiyor, kızsın mı üzülsün mü? Annem çözülmüş, gözleri yaşlı beni sevmeye uğraşıyor. İtiyorum onu… Ama ses yok, yanıt yok...

"Ben biliyorum, " diyorum... Sesim boğuluyor... Ağlamam artıyor...

“Niye beni gurbete yolladın, okula yolladın biliyorum… Memeden kesmek için değil mi anne?” diyorum... Ama utanıyorum da biraz,annemin memelerinden söz ederken...

“Kardeşin vardı,” ama diyor annem, “o bebekti…”

Yerde bana gülümseyerek bakan kardeşime saklayamadığım bir düşmanlıkla bakıyorum.

“Olsun, iki memen yok muydu senin... İki de çocuğun… Allah bilerek vermiş işte…” diyorum, hıçkırarak…

Bana sarılıyor...

Babam gülüyor, ama gözleri ıslak sanki, başımı okşuyor…

***

Ruh Atölyesi Kadınlarımız - II -
SUSALIM ve UTANALIM

KADINLAR HER TOPLUMUN İNSAN YARATMA, YETİŞTİRME, RUH OLDURMA ATÖLYELERİ... . BİZ NEYSEK, NE KADARSAK; NE KADAR İNSAN, NE KADAR KAHRAMAN, NE KADAR ALÇAK ve KORKAKSAK ONLARIN ESERİ ASLINDA...

“Bir başka deyişle, cinsiyetimiz farklı da olsa gerçekte ruhumuz analarımızın ilmik ilmik ördüğü kadardır” diye yazmıştım, Özgecan kardeşin öldürülmesi üzerine sosyal sitelerde yazılan bayan yorumlarından sonra...

Yazarken de huzursuzdum, sonradan okurken de... Hatırı olan bayan arkadaşlarımın yaptığı yorumlara katılmasam da işin doğrusu ben de yazdığımı içime çok sindiremiyordum. Adalet için dostuna kıymak gibi bir histi...

Düzgün, erdemli erkekleri dışarıda tutarak, bu kadar olumsuzluk örneği erkek davranışlarının sorumlusu elbette tek başına analar olamazdı. Yine üstüne düşeni elinden geldiğince yapanları dışarıda tutarak, ANALAR etkendiler kuşkusuz, iyi bir doktor, avukat, öğretmen, siyasetçi olmak ya da iyi bir koca bulmak için verdikleri emeğin bir miktarını da iyi anne olmak için çoğu kez vermediklerinden... Etken ve sorumluydular; çünkü sözünün geçtiği, gücünün yettiği aile bireylerinde en azından çocuğunda olumsuz davranışlar biçimlenirken onlara müdahale etmeyip erkek egemen toplumun alkışçısı oldukları için... Etkendiler; çünkü daha güzel bir dünya için, kızlarının daha iyi bir gelecekte yaşamaları için erkek çocuklarına sevgiyi, iyiliği, sorumluluğu, daha güzel insan olmayı öğretmedikleri için... Ama tek sorumlu değildiler. Biz erkekler payımıza düşenin ne kadarını yapıyor ya da yapabiliyorduk ki onlardan bunu bekliyorduk. Onları kendi vicdan ve akıllarına bırakmayıp bizim anlayışımıza payanda olmalarını, bize destek ve onay vermelerini isteyen de biz değil miydik?

Aklıma gelen, içime sinmeyen bunlardı. Kendimi tanıyordum, bu halim sürerse, aklım biraz daha vicdanım üzerinde çalışırsa çok yakın zamanda oturur, kadınları güzelleyen, öven, onlar lehine pozitif ayrımcılık yapan yazılar yazmaya başlardım.

Ta ki bu günkü haberleri duyuncaya kadar... Okuyunca bir yanım buz keserken, içimdeki şeytan “yorma kendini” dedi, niyeyse...

*

AK Parti Balıkesir Milletvekili Tülay Babuşçu, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamalarla yine olay oldu. Tülay Babuşçu, "Cumhuriyetin Osmanlı imparatorluğunun reklam arası” olduğu şeklindeki tweetinden sonra tartışmalı bir paylaşımda daha bulundu. AK Parti’den yeniden aday adayı olan Tülay Babuşçu, “BAŞKAN RTE” adlı Twitter kullanıcısının “Bizans dostu kahpe İsmet İnönü” başlıklı tweetini paylaştı.

Tweetin devamında yer alan akıl almaz tarihi çarpıtmalara, iddialara hiç yanıt vermiyorum, benim şaşkınlığım bir hanımın bu sözleri içeren bir teweti onaylamak, alkışlamak anlamına gelen paylaşması...

Yok artık! Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda büyük rolü olan Kazım Karabekir'i doğmatik, gensel ya da bilinçli bir nedenle sevmeyebilirsiniz; hatta onun değerini, önemini, Cumhuriyetin kuruluşundaki büyük katkılarını inkar da edebilirsiniz, vicdanınız yetiyorsa... Ama ona yukarıdaki küfür gibi sıfatla seslenebilir misiniz?

Kurtuluş Savaşının "Galip Hoca"sı Bayar'ı ellili yıllara bakarak aykırı görebilir, nefret edebilirsiniz, sizin bileceğiniz, ama "kahpe" der misiniz?

Siz erkekler küfrü, hakareti seversiniz; kutsal saydığınız anaları, bacıları maçlarda ya da küçük bir tartışmada ne ilgisi var diye düşünmeden işe karıştırıp bütün bayramlarını (!) kutlarsınız, inkar etmeyin; ama bir kavga ve şuursuzluk modunda bile olsanız sizin siyasi anlayışınıza ters de olsa bir başbakanın, bir cumhurbaşkanının, bir kurtuluş gazisinin, bir yaşlı adamın ya da ölmüş birinin ardından böyle der misiniz?

Onu eleştirmek elbette hakkınız; şunu yapsaydı, şunu yapmasaydı demek de... Ama bir Kurtuluş Savaşı albayına, bir cumhuriyet genaraline, cumhuriyet kurucusuna, bir eski başbakan, cumhurbaşkanı, bir siyaset adamımıza, en önemlisi ölmüş bir büyüğümüze eğitimli, çağdaş görünümlü bir vekil hanım böyle diyebiliyorsa ya da diyene katılıyorsa...

Saldırıya uğramamış, dara düşmemiş, yani şuurunu kaybetmemiş, sadece bilgisayar başında internette gezinen bir bayan bunu nasıl onaylayıp onaylıyor, paylaşıyor, diye düşünmek sizi çıldırtabilir, iyisi mi yormayın kendinizi...

Benim aklım almıyor, bir bayan bunu nasıl doğru bulur? Kişi İsmet İnönü değil de sıradan biri bile olsa ağza nasıl alınır?

"KAHPE" sözcüğünün anlamını mı bilmiyor? Kurtuluş Savaşını, Cumhuriyetin kuruluşunu hadi kitaplarda okumadı, filmlerde filan da mı görmedi , İnönü nereye düşer haritada bulamaz mı? Bizans nerde kaldı, İnönü ne zaman yaşadı, bilmiyor olabilir mi? Milli Parklara ingilizler istemedi diye değil, yasalar izin vermediğinden inşaat yapılamayacağını bilmiyor mu yani?

Yok hanımlar, söylenecek söz yok! Bu hanımın yıktığını milyonunuz bir araya gelse onaramaz sanki...

Siz gerçekten bu muydunuz? Yok, günahını tümden size yıkmayalım...

Biz gerçekten BU MUYDUK?

Susalım ve utanalım!!!

Hepimiz sorumluyuz!

*

İlgili Yazılar

Hepsini Gör

Rüya

son eklenenler
ADIyla ARA
Henüz etiket yok.
bizi izleyin
  • Facebook Classic
  • Twitter Classic
  • Google Classic
  • Wix Facebook page
  • Wix Twitter page
  • Wix Google+ page
bottom of page