top of page

FERHAN ŞAYLIMAN

 

 

VEDA...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yalnızlığın nereden, nasıl geleceğini kimse bilemez.

Ben de bilemedim.

En son sabah kucağıma alıp ‘‘Gözlerime bak’’ dedim. Bakışlarını her zaman ki gibi kaçırınca daha yüksek bir sesle yineledim: ‘‘Kız, gözlerime bak.’’

Baktı.

Gözlerinde sarışın, tarçın rengindeki bir çocuğun hayali dolaşıyordu.

Diğeri hep çevreyle ilgilendiğinden ‘‘Bana bak’’ desem de, canı isterse gözlerini şöyle bir kaydırıp hemen kendi dünyasına dönerdi. Yine öyle yaptı.

Hikayemiz, Ocak’ın ilk haftası bir akşamüzeri eve geldiğimde başladı.

Apartmanın yan tarafında, istinat duvarlarının bitimindeki alanda, komşunun ortaokula giden oğlu Sedat ve mahalleden arkadaşları iki köpek yavrusunu önlerine katmış koşturuyorlardı. Yavrular tepeden onları izlediğimi sezince bana doğru yönelip tam karşımda durdular.

Aşağıdan yukarıya ilk bakışma.

‘‘Kimsin sen, bizi sevdin mi, sana güvenebilir miyiz? Gerçi biz de çocuk sayılırız ama ardımızda ki diğer çocuklarla daha ne kadar böyle koşturacağız?’’

Öndeki, siyah beyaz olan daha iriceydi. Onun arkasına saklanırcasına yanaşansa, sürekli titreyen tarçın renginde bir bebeği andırıyordu. Siyah, kulakları havada, kuyruğunu dikmiş iki yana sallarken, asıl derdi, beni tanıyabilmek için zaman kazanmaktı. Dost muyum, düşman mıyım, neyin nesiyim? Diğeri nasıl olsa önde güvenlik soruşturmasını yürüten birisi var düşüncesiyle, ödü patlamış bir halde onu izliyordu.

Yavruları hemen tanıdım. Yolun aşağısında, yıkılmayı bekleyen iki gecekondunun döküntüleri arasında anneleriyle beraber yoksul bir hayatı sürdürüyorlardı. Anne, eşi onu hamile bırakıp gittikten sonra evin gereksinmelerini karşılamak için ağır bir yükün altına girmişti. Beslenmesi gereken yavrulardan vazgeçtim, kendini idare edecek güçten yoksundu. Çevrede dolaşan iri köpeklerden çekindiği için onları evde bırakıp yiyecek aramaya gidemiyordu. Üstelik ağırlaşan kış koşullarında kimin çöplüğünde, ne bulacaktı? Orada yaşayanlarla ilgili aklımda kalan son görüntüler, Siyah önde, Tarçın arkada ana yola doğru koştururlarken annelerinin yanlarına yetişip onları ezilmekten kurtarmaya çalışmasıydı. Yavrular, caddeyi kaplayan araç trafiğinin yaratabileceği tehlikelerden habersiz oyun oynadıkları düşüncesindeydiler. Kuşkusuz her gün yollarda ezilerek ölen kedi ve köpeklerle ilgili büyüklerinden öğrenecekleri çok şeyler vardı.

İşte şimdi o gecekondu yıkıntılarında yaşayan yavrular duruyordu karşımda. Sedat, annelerinin soğuktan donarak öldüğünü, yavruları onun çevresinde dolanırken görüp buraya getirdiklerini söylediğinde içimden bir ses ‘‘Eyvah’’ dedi, ‘‘savaş başlıyor.’’

Merdivenden aşağıya indim. Siyah hemen paçalarıma sürtünüp koklamaya başladı. Duvar dibine doğru kaçan Tarçın titriyordu. Köpekler ayaklarımın dibinde, çocuklarla beraber arka tarafa gittik. O hooo..Her şey çoktan hazırdı. Bodrum katına zeminde biriken yağmur suyunun girmemesi için ızgaraların üzerine yerleştirilmiş birer metrelik suntalar oradan araklanıp, yan yana, üst üste çakılarak büyükçe bir kulübe yapılmıştı. Yavrular şaşkın, çocuklar mutluydu. Ya ben? Başıma gelecekleri daha doğrusu başımıza gelecekleri hemen onlarla paylaştım.

‘‘Apartmandakiler köpekleri burada barındırmazlar. Eğer yavruların iyiliğini istiyorsanız aşağıya inerken sessiz olun, kalabalık gelmeyin, bağırarak koşturmayın. Mahalledeki diğer çocuklara söylemeyin. Kışı atlatıncaya kadar idare edelim. Sonra yuvayı başka bir yere taşırsınız.’’

Sessiz olacağımıza karşılıklı söz verdikten sonra benim için önemli an gelmişti; köpeklerle tanışacaktım. Önce Siyah’ı koltuk altından tutup kaldırdım. Sağlıklı, besiliydi. Belli ki anne ölmeden önce bütün gücünü ona akıtmıştı. Ya da Siyah açgözlülüğü ile Tarçın’a bir şey bırakmadan ne varsa silip süpürmüştü. Havada bile kuyruğunu sallayan haylaz bir dişi.

‘‘Kızım bak bakayım bana.’’

I-ıh, ilgilenmiyor. Apartmanların pencerelerine, çocuklara, köşede titreyen Tarçın’a ve bakabildiği her şeye doymak bilmez bir iştahla göz gezdiriyor. Beyazın üzerine siyah halkalarla bezenmiş bir gövde. Sonunda benle ilgilenmeye karar veriyor. Çok kısa bir bakışma anı. Onu yere indirip Tarçın’a yöneliyorum. Hayvan duvarın dibine iyice büzülüyor. Kaçabilse kaçacak ama ona bile cesareti yok. Kucağıma alıyorum. Tarçın, sütlü kahve cinsinden bir yaratık. Siyah’ın haylazlığına karşılık o alabildiğine hüzünlü bir dişi. İki karış, ya var ya yok. Hiç gözlerini kaçırmadan bana bakıyor. Tanrım, bu kadar çocuksu bakış olabilir mi? Birbirimizi inceliyoruz. Titremesi geçecek gibi değil. Belki üşüyordur diye kulübeye bırakıyorum. Hemen köşeye çekiliyor. Siyah’ı da içeriye koyup suntalarla üstten çatıyı kapatıyoruz.

E eee..ben hiç köpek bakmadım. Hele yavru köpekler ne yer, ne içer anlamam. Sedat’ a soruyorum, süt ve ekmek diyor.

O gece aklım hep aşağıdaki kulübede kaldı. Acaba üşüyorlar mı? Açıktılar mı? Az bir olasılık ama yan apartmanın bahçesinden geçip oraya girebilecek büyük köpekler yavrulara zarar verirler mi? Apartman yöneticisinin bu olaydan haberi oldu mu? Yöneticinin destekçisi her işe burnunu sokan Rıfkı buraya da bir şey sokar mı?

Ertesi sabah büyükçe bir yoğurt kabına ekmek doğrayıp içine süt döktükten sonra, merakla, heyecanla dışarıya çıktım. Yıkıldı yıkılacak, sallanan demir merdivenlerden aşağıya inerken yavruların inlemelerini duydum. Ya acıktıkları için ya da birisinin geldiğini hissettiklerinden tepki veriyorlardı. İnleme koro halinde küçük kesik havlamalara dönüştüğünde daha hızlı yürümeye başladım. Onları hemen susturmalıydım. Kabı yere koydum. Çatının suntasını kaldırdım. Siyah hoplaya zıplaya ayağa dikilip ön patilerini tahtaya dayayarak ellerimi kokladı. Onu içerden çıkartıp yere bırakmamla birlikte süt kabından gelen dil şapırtılarını unutmak mümkün mü? Tarçın kulübenin en dibinde sanki dünden bu yana titremeye devam ediyordu. Uzandım aldım. Siyah ona bir şey yedirmemek için önce hırladı, sonra havladı ve ensesinden ısırdı. Tarçın’ın niye çelimsiz kaldığı böylelikle ortaya çıktı. Siyah iki kişinin hakkını birden götürüyordu. Sıra kulübedeydi. Oraya buraya tuvaletlerini yapıp işemişlerdi. Demek altlarına gazete sermem gerekecekti. Bu arada Tarçın yan bahçenin mazılarına doğru koşturdu. Arka bacaklarını hafif kırıp kalçasını yere yaklaştırdı. Zorunlu gereksinmelerin saatini öğrendiğim bir andı bu. Siyah’ta bunun için başka yer seçti. Tuvaletlerini yaparken ikisinin yan gözle bana bakması çok komikti. Acaba izlenmekten rahatsızlık mı duyuyorlardı? Hemen kafamı çevirdim. Sonra Siyah’la oynaştık, Tarçın yine titreyerek kaçtı. O gün veterinere gittim. Aklım sıra yavrulara nasıl bakmam gerektiğini soracağım. Süt içtiklerini söyledim. Parazit yapar içirmeyin diye uyardılar. Yaş köpek maması vermeliymişim. Ben tavukta karar kıldım. İki günde tavuğu silip süpürdüler. Baktım karınları hamile gibi büyüdü. Neredeyse çatlayacaklar. Siyah bile koşturmaktan caydı. Ancak üçüncü günün sonunda, doğru bir karara varabildim. Önce ikisinin yemek kaplarını ayırdım. Yemek adaletli biçimde bölüşülmeliydi: Az ekmek, az tavuk ve su karışımından oluşan lapalaşmış bir mama.

Birinci haftanın sonunda Siyah, suntayı kaldırdığımda patilerinden destek alarak dışarıya fırlamayı öğrendi. Artık kendini yere atar atmaz doğru karşıdaki yemek kabına koşturuyordu. Tarçın’a ben yardım ediyordum. Siyah kendininkini bitirmeden geriye dönüp onunkine saldırdığında, diğeri hiç direnmeden çekilip sahipsiz kaba daldırıyordu başını. Yemek boyunca devam eden bu turları izlemek muhteşemdi. O gün yemekten sonra sıra oynaşmaya gelmişti. Siyah, Tarçın’ı ensesinden öyle bir ısırdı ki hayvan acıyla kendini yere atıp debelenmeye başladı. Siyah’a karşı ilk sertleştiğim gün: Elimdeki gazeteyle sırtına ve başına iki üç defa vurdum. Umuruna sallamadı. Mazıların altına kaçıp saklandı. Asıl tepkiyi Tarçın verdi. Baktım ortadan kaybolmuştu. Önce korktum. Yan bahçeden sokağa koşturmuş olabilir miydi?  Merdivenlerin oraya doğru yürüdüm. Çuvalların arasına gizlenmiş titriyordu. Ürkmüştü. Tam bana güvenmeye başladığı sırada hayal kırıklığına uğramıştı. Hemen kucağıma aldım. Bakışlarındaki dehşet inanılmazdı. Üstümde bir sıcaklık hissettim. İşemişti. Başını, sırtını, kulaklarını okşadım. Sakinleştirmeye çalıştım. Mazıların arasına saklanan Siyah çoktan ayaklarımın dibine gelmiş, onu da almam için sürtünüyordu. Kıskanmıştı.

İkinci haftanın başında bir öğleden sonra Rıfkı’yı merdivenlerin orada aşağıda koşturan çocuklara bağırırken gördüm. Enselenmiştik. Siyah, kuyruğunu dikmiş yavru sesiyle havlıyor, Tarçın birisinin kucağına çöreklenmiş yatıyor ve Rıfkı’da gördüğü manzara karşısında sinirlerini boşaltıyordu. Sakin bir sesle köpeklerin sahipsiz kaldıklarını, onlara benim baktığımı, çocukların da bir daha aşağıya inmeyeceklerini sıralayan abuk subuk bir cümle kurdum. Rıfkı yüzüme baktı ve aynı abuklukta ne dediğini hiç anlamadığım şeyler mırıldanıp gitti. Çocukları dışarı çıkarıp eğer köpekleri gerçekten seviyorlarsa artık aşağıya inmemeleri gerektiğini uzun uzun anlattım. Söz verip gittiler.

Bir gün sonra elimde yemek kaplarıyla merdivenlerin başına geldiğimde hiç ummadığım bir durumla karşılaştım. Merdiveni kaldırmışlardı. Yandaki borulara tutunarak aşağıya kaydım. Yavruların yemeklerini verdim, günlük oynaşmamızı yaptık, kulübeyi temizledim, işim bitti. Yukarı çıkacağım. İnmek kolay da çıkmak öyle değil. Borulara tutunup bir iki defa denedim, olmadı. Kaldım mı aşağı da. Bu sırada Rıfkı’nın 3. kattan hain bir gülümsemeyle beni izlediğini biliyordum. Sonunda çuvalların arasından çıkardığım bir sandığı basamak gibi kullanıp yukarıya tırmandım. Üstüm başım batmış, kir pas içinde kalmıştım. Ben bu Rıfkı’nın ağzını burnunu yamultup apartmanı ayağa kaldırmaz mıydım?

Tam bu sıralarda Sibirya üzerinden geleceği söylenen soğuklarla ilgili haberler aşağıda devam eden mücadelenin üzerine tuz biber ekti. Isının eksi 17’lere kadar düşeceği söyleniyordu. Kar, fırtına, lodos, yağmur ve soğuk. Kıştan bu kadar çok korktuğumu anımsamıyorum. Kulübedekiler buna dayanabilirler miydi? Hemen önlemlerimi geliştirdim. İki kazak, iki eşofman üstü ve altı, bir elbise torbası, çivi ve çekiç eşliğinde inişe geçtim. Kulübenin iki köşesi arasına bir çadır biçiminde gerdirerek bunları çaktım. Siyah ve Tarçın’ın şaşkın bakışları altında işimi bitirdim. Çadır en çok Tarçın’ın hoşuna gitti. İçeriye girer girmez onun altına kaçışı görülmeye değerdi. Burnunun ucunu hafif dışarı çıkarıp artık dünyaya oradan bakınıyordu. Bazen sabahları, kazakların altında birbirlerine sokulmuş uyurken buluyordum onları. İkisinin sıcaklığıyla ısınan çadır kusursuz bir yatağa dönüşmüştü.

Ankara’nın eksi 10’u gördüğü gece aklım yine de aşağıdaydı. Eğer bu geceyi de atlatırlarsa onlara karada ölüm yoktu. Sabahı zor ettim. Günün ilk ışıklarıyla beraber yemeklerini hazırladım ve indim. Kulübeye yaklaşırken inliyorlardı. Acıkınca çıkardıkları sesti bu. ‘‘Ohh ..’’ dedim, ‘‘yaşıyorlar.’’ Çatının suntasını kaldırdım. Siyah her zaman ki gibi debelenerek kendini dışarı attı. Doğru yemek kabına. Tarçın çadırın ucundan burnunu çıkarmış beni bekliyordu. Tutup aldım. Sonra o bildik turlar başladı. Arsız Siyah’ın diğer kaba hücumu, ürkek Tarçın’ın savaş alanını terk edip sahipsiz olana yönelmesi. Hiç bıkmadan izlediğim sahne. İçimden, Ankara’nın en sert gecesini atlatan yavruları öpüp koklamak geçiyordu. Hani bir söz vardır ‘‘Bokum dondu.’’ diye, gerçekten o sabah yavruların gazete üzerindeki bokları sertleşmiş bir haldeydi. Çadırın dışındaki alanda gece öylesine keskin izler bırakmıştı. Üç gün sonra Ankara’ya kışın ilk karı yağdı. Aman tanrım, bunlar karla ilk defa tanışacaklardı. Dışarıya çıktıklarında o beyazlığı incelemeleri, karın üstünde yürürlerken onu koklamaları muhteşemdi. Siyah hemen uyum sağlayıp karla kaplı mazıların üstüne attı kendini. Tarçın, beyazlığa bir iki dokunduktan sonra duvar dibine çekildi. O gün tuvaletini mazılara değil oraya yaptı.

Sevgiye alışmak çok yaralayıcı bir duygu. Yokluğu başka şeyle örtülemiyor. Şaka maka 4 haftam geçti. Onların soğukta donmuş boklarını bile temizlemeye alıştığım bir ilişkiydi bu. Ama biliyordum, apartman koşullarında sürdürülmesi olanaksız bir beraberlikti bizimki. İki gün önce kapıya dayanan yöneticiyle kavgamız bardağı taşıran son damla oldu. Yavruların viyaklamayla karışık havlamalarından herkes rahatsızdı. ‘‘Atacaksınız onları’’ diyordu.

Kararı o gece verdim.

Ertesi sabah yemeklerini her zamankinden daha önce götürdüm. Siyah yine fırlayarak dışarı çıktı. Tarçın’ı çadırın altından çektim. Yemek bitti. Boşalan kaplar defalarca yalandı. Mazılardaki tuvalet faslından sonra bağıra çağıra oynadık. ‘‘Elini ver’’ dediğimde patisini kaldırıp avuçlarıma koyan Siyah’ı mıncıkladım. Kucağıma tırmanan Tarçın’la uzun uzun bakıştık. O anlamadı ama ben vedalaştım. Galiba üç saate yakın sürdü bu vedalaşmalar. İkisini kulübeye koyup yukarı çıktığımda öğlen olmuştu. Hayvan barınaklarından birisini aradım. Bir saat içinde gelip alırız dediler. Bu kadar çabuk geliriz demelerine sinirlendim. Şaşkın biçimde pencereye geçip beklemeye başladım. Tuhaf bir duyguydu bu.

Gerçekten geldiler. Üstü kapalı bir kamyonet durdu yolun kenarında. İçinden, belediyenin verdiği yeşil anorakları giymiş iki adam indi. Hızla aşağıya koşturdum. Onlar bir an önce işlerini bitirmenin derdiyle ‘‘Köpekler nerede?’’ diye sordular. Oysa benim sorularım vardı. ‘‘Buyurun’’ dediler.

‘‘Açlık, sopa, dayak var mı?’’

Hep bir ağızdan hayvanlara nasıl iyi bakıldığını anlattılar. Üstelik yavru köpekler bakıcı anneler tarafından korunup kollanıyormuş. Olsun, yalan da olsa bunları duymak istiyordum. Merdivenlerin başına kadar beraber gittik. Onları aşağıya indirmedim. Kulübeye yaklaşırken alıştığım viyaklamaları duydum yine. Suntayı kaldırdım. Siyah o hızla dışarıya attı kendini. Çevresine bakındı, yemek kabını aradı, bulmayınca başını kaldırıp beni inceledi, havladı. Hiç duraksamadan eğilip kucağıma aldım, sustu. Çıkışa doğru yürürken başını okşadım. Duvarın dibine geldiğimde adamlardan birisi ellerini uzattı, Siyah’ı aldı ve kayboldu. Hızla geriye döndüm. Tarçın çadırdan çıkmış (ne de olsa güveniyordu artık) patilerini tahtaya dayamış neler olduğunu anlama çabasıyla kesik kesik havlıyordu. ‘‘Gel bakalım kızım.’’dedim. Hiç ikiletmeden zıpladı kucağıma. Yürürken gözlerine bakmamaya çalıştım. Aynı adamdı. Ellerini uzatmış bekliyordu. Uzattım, Tarçın’ı aldı. Tam gidiyordu ki seslendim.

‘‘Onları birbirlerinden ayırmamalarını söylerseniz sevinirim.’’

Ne dediğini duyamadım.

Adam ve Tarçın kayboldu.

Yukarı çıkmak için sandığa adımımı atmışken birden durdum. Duvara dayanıp bir süre arabanın gitmesini bekledim.

Bekledim

 

 

- 2010, ferhan şaylıman

 

 

yazıları:

 

1.  Meryl Streep’in Uçurumlarına Düşmek

 

 

2, VEDA

 

3. haziran sevgilim

 

 

 

 

 

 

  • Wix Facebook page
  • Wix Twitter page
  • Wix Google+ page
bottom of page