KUTLU BİR ŞEHRİ ÖLDÜRMEKVİYANA |
---|
KUTLU BİR ŞEHRİ ÖLDÜRMEKVİYANA |
KUTLU BİR ŞEHRİ ÖLDÜRMEKNÖTRADAM / PARİS |
KUTLU BİR ŞEHRİ ÖLDÜRMEKPARİS |
KUTLU BİR ŞEHRİ ÖLDÜRMEKBÖYLE KAÇ BİNAMIZ VAR |
Kutlu Bir Şehri Öldürmek
Viyana için “Kadın kadar baş döndürücü, aşk şarkısı kadar romantik, gizemli bir mektup kadar anlaşılamaz!” denilir. Gerçekten de şehrin güzelliği karşısında kendinizden geçmemeniz mümkün değil. Şehrin tarihi dokusu, faytonlar, kiliseler ziyaretçilerinin Viyana sokaklarında tatlı bir rüyaya dalmasına yardımcı oluyor.
Şehir 414 bin km² yüzölçümü ile Avusturya’nın en küçük eyaletidir. Kaplamış olduğu alanın yüzde otuzunu yeşil alan oluşturur. Ayrıca Tuna Nehri’nin de şehrin oluşmasına büyük katkıları olmuştur. Viyana günümüzde 23 bölgeden oluşur. Bunların adlarının yanında numaraları da vardır. Mesela 'Innere Stadt'a ayrıca '1. bölge' denir. Adres ve posta kodlarında da bu bölge numaraları bulunur.
Viyana 1850 yılına kadar bugün 1. Bölge'nin büyük bir bölümünü oluşturan tarihi kentten oluşuyordu. İmparator Franz Joseph döneminde ilk büyük kent genişletilmesi yapıldı: Kentin yakın çevresindeki varoşlar, kentin bugünkü 9. bölgesine kadar olan ilçeleri oluşturacak şekilde kente dahil edildi. 1 Ocak 1892'de kent ikinci defa genişletildi ve toplam 19 bölgeye kavuştu. 1900 yılında 2. bölgenin kuzey kesimi 20. bölge haline geldi. Şuanda şehrin birinci bölgesinde itibarlı ve zengin kişiler oturmaktadır. Şehrin 3.bölgesinden itibaren yabancılar ( Macarlar, Sırplar, Slovaklar, Türkler, vb..) yaşar.
Gemilerde olduğu gibi yerleşimlerde de gelenek zinciri koparılarak değil, o zincire yeni halkalar eklenerek çağ yakalanır. Öteki türlü bizde olduğu gibi yeni sorunlara gebe post modernist bir yapılaşmayla ve doğal olarak akla gelen ya da gelmeyen bir yığın sorunun yanında bireyin hiçlendiği bir dünyayla karşılaşırsınız.
Viyana tarihle bugünü, eskiyle yeniyi bir arada yaşatmayı başarmış görkemli Avrupa şehirlerinden sadece biri...
Acaba onların uyanık müteahhitleri ve TOKİ benzeri kurumları yok muydu?
Geleneği tutuculuk olarak alırsak delicesine bağlı olduğumuz alışkanlıkları, bazen çağ dışı,zararlı da da olsa terk edemezken, bazı konularda kolayca görmezlikten gelebilmemiz ilginç bir ulusal paradoks.
Kurtuluş savaşının sembolü Cumhurbaşkanlığı köşkünün kolayca yok sayılması ilginç olmasının yanında düşündürücüdür de... Devlet bu tip köşk, bayrak,marş,,, gibi sembollerle güçlüdür.. Akıl yürütmelerle işe başlarsanız, varacağınız nokta aklınızın zorlanacağı bir yer olabilir. Nasıl ki din için denir, çok sorgulamayın, günaha girersiniz diye, böylesine değerler için de aynı şey düşünülebilir.
Ulusal ruh bakımından değeri bir yana 1930 lu yıllarda yapılan köşk, Türk mimari geleneğinin çağdaş örneklerinin ilklerinden olması bakımından da çok önemlidir. Zaten bu alanda sitilini kolayca adlandıramayacağımız saraylar, camiler ve Mimar Sinan'ın köprüleri dışında fazlaca bir geleneğimiz yok, bir kök oluşturmak derdindeyken olanı da yok etmek ne kadar doğru?.
Başımızı sokacak bir ev telaşından sağlıklı yapılaşmanın ne olduğuna bu ülkede çok kafa yorulmadı. Kaç ciddi dergide ya da gazetede bununla ilgili bir çalışma görebildik. Gördüklerimizin hepsi sermayenin buyurduğu yalanların bilimsel inceleme ambalajına sarılmış yutturması oldu çoğu kez. Yapılmış çalışmalar varsa bile sıra halka ulaşmadı. Bir geleneğimiz yok bu konuda. Kent mimarisinde ve yapılaşmada gelenek oluşturamayışımızın bir nedeni de biraz da bizim çok fazla şehir kurmayışımızla ilgili herhalde.Açın bakın hangi şehri biz kurmuşuz. cumhuriyet döneminde bile çok fazla örnek yok. İsimleri değiştirmeyi kent kurmak olarak alıyorsak o ayrı. Var olanı imar etmişiz diğer adıyla restore... Ve durumları ya da restorasyon çapımız ortada...
Var olan bütün büyük şehirleri birilerinden fetih yoluyla almışız. Yenisini yapmak zaman ve para gerektireceğinden olan binaları kendimize göre yapılandırıp kiliseleri cami yapmışız, surları tahkim etmişiz, işe yarar binaları yönetim .binası benzerleri yapmışız,konutları da kendi evimiz haline getirmişiz.
Eklediğimiz binalar, saraylar, camiler, vakıf malları, çeşmeler ve benzerleri de genel de yönetim sınıfının gönlünden kopanlar ya da gereksinmesi olmuş, ticaretle uğraştığından zengin olan azınlıklar dışında sıra halkın yapılaşma olanağı pek olmamış. Genel de yoksul olan ulus da bırak ev yapmayı kulübe bile inşa edememiş, ömrünü barınacağı bir çatı hayal etmekle geçirerek tüketmiştir. Daha doğrusu bir çatı oluşturmanın bin bir türlü zorluğunu görerek konargöçer olarak yaşamış çoğu. devlet onları yerleşime zorladı, ama yardım etmedi. Aşiretleri vergiye bağlamak için ikameti zorunlu tutan devletle yerleşmeyi reddeden konar göçer aşiretler sık sık çatıştı. Elbette devletin bir hesabı vardı , vatandaşın neden sonra anlayabildiği. Şimdiki büyük şehir olayı gibi... Allahın dağlarındaki köyler hiç bir yatırımsız,alt yapısız birden köylükten çıkıp mahalleye döndü de köyler ne kazandı? Nedir bunun anlamı ilk adımda? Birincisi artık her şeyi büyük şehrin belediyesine soracaksınız bir, ikincisi çakacağınız her çivi için de vergi ödeyeceksiniz.
Yapılaşma geleneğimiz olmadığını şuradan daha somut görebiliriz, Atatürk'e armağan edilen köşklerin çoğunluğu azınlıkların terk ettiği evlerdir, Anadolu halkının gönlünden kopan değil. yok ki versin. Sahip olmadığı şeyler üzerine de halk genel olarak hiç kafasını yormamış. Yapılaşma kentsel imar ve benzerleri devleti, belediyeleri ve elbette bir avuç bu alandan beslenen tüccarı ilgilendirmiştir. Ne açıdan ve ne kadar ilgilendirmişse tabi..
Gelişmiş ülkelerde böyle mi?
Sıra insan kentsel yapılaşmayı masa başındakilere ve ince hesaplara mı bırakıyor?
paris / böyle kaç planlı şehrimiz var, bırak tarihi olanları , çağdaş şehrimiz var onu söyleyin?
Bizim şehrimizin, bu kutlu başkentimizin birinci bölgesi bugün varoş haline döndürülmeye çalışılıyor. Belki birçok şehirde aynı şey yapılıyor. İstanbul bitirildi. Beyoğlu’nda Taksim de altı pahalı dükkânlar üstü virane insanları banliyölere göç etmiş yüzlerce taş bina yıllardır var.
Geçenlerde gittiğim Ankara’da da aynını gördüm. Kent merkezi Kızılay ve çevresi bir mezbelelik halini aldı alacak. Düne kadar yolu yolağı olmayan uydu kentler pahalı yaşam merkezleri haline gelmiş bile… Son günlerde moda deyiş göklere çıkarılan restorasyonu çok daha ucuza uygulamak yerine dağ başlarında, alt yapısı, ulaşımı, sosyal imkanları oluşturmanın dünya kadar maliyeti olacak, dudak uçuklatacak rakamlarla satılan evler üretip satmak kimin çıkarına?
Kent merkezlerini restore edecek yaşanılır kılacak, çağa uygulayacak kimdir, belediye… Belediye bu görevini yapmaz da, hatta hizmeti bilinçle aksatırsa insanlar yeni yaşanılacak yerler aramaya başlar doğal olarak. O zaman da ortaya müteahhitler çıkar. Dağ başlarını parıltılı imajlarla satmaya uğraşır size. Bir süre sonra da moda olur ve siz başka bir yerde durmayı sınıf kaybı saymaya başlarsınız.
Şimdi devletin TOKİ’ler eliyle müteahhit olduğunu düşünürsek… Bu politika Özal’dan başlayan, AKP’yle yükselen bilinçli bir politika gibi duruyor.
Kent merkezleri bilinçle öldürülüyor, yaşanmaz kılınıyor.
Deprem hava sirkülasyonu, depreme dayanıklılık ve benzeri nedenlerle binlerce yıldır kadim yerleşimler haline gelen anıtsal yapıların da yer aldığı kent merkezimiz bir varoşa döndürülürken tabanı jöle kıvamında ilk depremle en azından oturulmaz hale gelecek sulu tarım ovalarında, uzak dağ başlarında göz göre göre tabutluk evler üretiliyor. Onlar alt yapı ulaştırmak için de halktan toplanan vergilerle yatırımlar yapılıyor ve bununla övünülüyor. Birkaç yıl öncesine kadar çok da ilgi görmeyen kooperatif imsi bu yapılaşmalar bugün çizilen imajlarla ilgi odağı haline getiriliyor ve akla durgunluk verecek rakamlarla satılıyor.
Paris, Notre Dame Katedrali
Yapımı 1160 larda başlayıp 200 yıl süren Katedral bugün salt Paris'in değil tüm dünyanın gururlandığı bir yapıttır..
19. yüzyıl başlarında Paris şehir planlamacıları katedralin bakımsızlığından ötürü katedrali yıktırmak istemişlerdir. Ünlü Fransız yazar Victor Hugo, halkın ilgisini çekmek için Notre Dame'ın Kamburu adlı romanını yazmıştır. Roman, katedralin kurtarılması için kampanya başlatılmasını sağlayarak katedralin yenilenmesinde büyük rol oynamıştır.
Ayrıca roman müzikale dönüştürülmüştür. Müzikalin ismi de Notre Dame de Paris'tir. Bu müzikalin Belle, Tu Vas Me Detruire, Déchire gibi şarkıları klasikleşmiş, romanla bütünleşmiştir.