İncir Ağacı
Ülkenin en kalabalık şehri İstanbul’da yaşamak çok zordur. Bu şehir Türkiye’nin yüzüdür çünkü. Acılar, sevinçler, intikam… Her şey iç içedir. Ne varsa insana değen buralarda yaşanır.
Şehrin gösterişli binaları arasından kalabalık caddeler ışıl ışıl akar. Fakat bu alımlı caddelerden birinde boylu boyunca uzanmış, açlıktan dolayı yürüyecek gücü kalmamış yarı çıplak bir insan görebilirsiniz. Kaldırımda akan kalabalığın içindekiler, binaları ve vitrinleri parmakla gösterirler ama uzanmış yatan o yarı çıplak insanın üzerinden atlayıp geçebilirler. Duyarsızlık şehir hayatı için tekrar tanımlanmalı belki.
Ya şu çatlamış duvarda meyve veren incir ağacı kaç ergin kişinin dikkatini çekiyor ki. Çelimsiz haline aldırmadan, yıllardır yol alıyor kökleriyle. Hem de taşları aşındırarak. Ufak ama semizce yaprakları, kalın dallarının arasından yeşil yeşil gülümsüyor. Her incir tanesi öbüründen daha ballı. Ağustos ayı ortalarında ballı incirini yemek için, çocuklar, birbiriyle bir de kuşlarla yarışırlar.
Böyle bir günde, kuşlar doyup yuvalarına çekildiler. Ufak tefek bir kadın incirin karşısındaki kaldırıma oturdu. Kalın parmaklarıyla omzuna dökülen bal rengindeki saçlarını tek örgü ördü. Dizlerini kırıp çenesini dizlerine dayadı. Ağaca uzun uzun baktı.İstanbul’a geldiği gün bu kaldırımdan geçerken fark etmişti onu. Evinde misafir olarak kalacağı amcasının oğlu oturduğu bu semtte neyin nerede olduğunu görünen apartmanlardan yola çıkarak anlatmıştı. ‘’Şu güzelim kulenin eteğindeki çay bahçesine oturabilirsin. Şu tepesi kara olan meydanın yanındaki en iyi buluşma yeri olan beş yıldızlı oteldir. Üfff başı şişmişti. İstanbul ne kitaplardaki, ne filmlerdeki İstanbul’du. Kendi evininin odalarını anlatır gibi amcasının oğlunun şehri anlatması tuhafına gitmişti. İnsan sadece evindeki güzellikleri mi görürdü? Şehrin başka yüzü olmalıydı. Gördüğü on şehrin toplam nüfusundan daha çok olan bu şehri yakından tanımalıydı. Amcasının oğlu onun karşılamak için iş yerinden izin almıştı. ‘’İstersen işine git ben biraz buralarda gezer sonra eve giderim’’ denişti. Anahtarı almış sokakları sindire sindire yürüyerek çevreyi tanımaya çalışmıştı. Şehrin beton yığını onun soluğunu kesiyordu. Güzel apartmanlar kırmızı kiremitle örülmüş kaldırımlar ısılarıyla vücudundaki suyu kurutuyordu. Tıkış tıkış beton yığını toprağı boğmuştu. Toprak yolun hiçbir yerinde görünmeden ölü yada baygın şu beton yığının altında uzanıyordu. Tam bu düşüncelerle cebelleşirken eski bir duvarı yaran ağacı gördü. Ağacın mücadelesi, dost toprağı diriltme gibi görünmüştü gözüne. Küçücük bir bitki tohumunu duvarı delebiliyorsa o neden kadın haliyle bu şehirde tutunup boy atmasın ki. İnsanın ilk öğrenme yöntemi taklit değil mi? Eee, o da ağacı taklit ederek yaşama tutunabilir. O günden sonra yolunu her kaybettiğinde buraya gelip, ağacın yaşama inadını kuşanıyordu. Bu gün de ağaçtan güç almak, kendini toplamak için gelmişti. Çünkü koca şehr duvarlarıyla üstüne üstüne geliyordu.
Bu gün pazardı. Tek tatil günüydü. Geç kalkıp sallana sallana kahvaltı yaptı. Semtin en zengin göbeğinden geçerken, henüz otuzlu yaşlarında dişleri dökülmüş bir kadın gördü. “Açım açım açım…” diyordu kadın. Bu tek sözcüğün ritmiyle sallanırken kadın, gözlerini susuzluktan kuruyan bir ayçiçeği gibi kapatmıştı. Yok, ona bir şey vermedi. Yoluna devam etti. Ekmek fırınının önünden geçerken bu semtte oturanlara benzediğini fark edip utandı. Fırından sıcak ekmek alıp geri döndü ve hiçbir şey demeden kadına verdi. Başka da bir şey veremedi,. çünkü arkadaşları bekliyordu. Zaten fazla parası da yoktu. Arkadaşları gibi davranması gerekiyordu. Ne yapsın?
Şehirde arkadaş bulmak o kadar zor ki. Onlarla birçok insan gibi meydandaki beş yıldızlı otelin önünde buluştu. Oradan, filmlere mekan olan bir lokantaya gittiler. Onların istediği etli yemeği o da istedi. Etli yemek közde kavrulmuş kekik kokuyordu. Ağzı sulandı. Ağlamaktan gözleri susuz ayçiçeği gibi kuruyan kadını düşündü. Etli yemek boğazında kaldı... Birazcık rahatlamak için peş peşe yutkunmak zorunda kaldı. Öğrencilik yıllarına gitti.
Ankara…Ankara da zengin bir semtin bodrum katında, tek gözlü bir odada oturuyordu. Apartman yöneticisi iki günlüğüne tatile gitmek istiyordu. Köpeğine bakmasını istemişti. Karşılığında ona ne zamandır almak isteyip alamadığı piknik tüpünü kullanması için verecekti. Sevinerek bu öneriyi kabul etmişti. Yönetici kucağındaki köpekle kocaman bir piliç getirmişti. “Köpekçiğine yanlışlıkla kemikli et vermemesi gerektiğini” söyleyip eklemişti, “Köpekçiğim boğulabilir…” Yöneticinin arkasından kapıyı hemencecik kapatmıştı. Elindeki poşetin ağzını açıp uzun uzun ete bakmıştı. Sekiz aydır et yememiş olduğunu hatırlamakla ete aptal aptal bakmak ona komik gelmişti. Çiğ piliç etinin ağzını sulandırmasına şaşmıştı. Hemencecik pilici tencereye atıp haşlamıştı. O köpekle beraber iki gün et yemek onu heyecanlandırdığı gibi utandırmıştı da. “Köpek mi insan yoksa ben mi? O benden daha iyi besleniyor. Daha şanslı mı desem” diye düşünmedi değil. Köpek, köpek olduğunu bilmiyordu. Bir çok insanın insan olduğunu bilmemesi gibi.
Birden yanındaki arkadaşının dürtüklemesiyle kendine geldi. Arkadaşı yağlı ağzını peçeteyle silerek “Tabağındaki eti yemeyeceksen alacağım” dedi. Arkadaşına “yiyeceğim,” deyip çatalıyla etten kopardığı bir parçayı çiğnemeye başladı. Masadaki sohbete kulak kabarttı. Yanındaki arkadaşı, masanın karşı tarafında oturan, her şeyden tasarruf etmesini seven diğerine “böyle yerlerde sürekli yemek yediği için evdeki kediye bir aylık et biriktirdiğini…” anlatıyordu. Kendi kendine gülmeye başladı. Arkadaşları sohbeti kesip gözlerini ona diktiler. O ise gülerek “Kedin olayım arkadaşım” dedi. Kedili arkadaşının yüzü birden bire gerildi. Sesi sıkıştırılan bir kedi gibi çatallaştı. “Sen ne diyorsun? Sen insansın! Kedi ise hayvan. Bir insan olarak nasıl hayvan olmaya özenirsin” dedi. Masada oturan diğer arkadaşları da ona tuhaf tuhaf bakmaya başladılar. Bu duruma gürül gürül kahkahayla yanıt verdi. Şöyle düşündü: Zengin semtte oturan birçok insan gibi bunlar da hayvan sever. Koca koca etleri, yiyeceği hayvanlar için alırlar da bir insan onlardan su istese polis çağırırlar. Bu insanlar ciddi bir şekilde hayvanlarla ilgileniyorlar. Hayvanlara karşı hassaslar. Güzel, güzel de insan ağır mı geliyor zengin semttekilere acaba? Bu nasıl çelişkidir diye düşündü. Ayağa kalkıp ‘’neden böyle çelişirsiniz’’ demedi. ‘’Başım ağrıyor’’ deyip arkadaşlarından ayrıldı. Kendi hesabını kasada ödeyip taklit ederek güç aldığı incir ağacına geldi.
Kamburumsu oturuşunu düzeltirken incir ağacının altındaki sandalyeyi gördü. Demek bu şehirde onun gibi ağaca sığınan başkaları da vardı. “Belki bir gün karşılaşırız o tanıdık dostlardan birileriyle” diye aklından geçirip başını dikleştirdi. Eve gidip çamaşır yıkamalıydı. Ertesi gün hafta başıydı, hazırlık yapmalıydı. Ağaca “Hoşça kal” deyip ayağa kalktı. . Birden bire “küt” diye bir ses duydu. Sesin geldiği yöne baktı. Esmer bir çocuk balkondan hortum atmıştı. Apartman, devlet kurumları gibi asık bir sarıya boyanmıştı. Ama çocuğun bulunduğu balkonda gülümseyen kırmızılı mavili balonlar ve saksılardaki yeşillik apartmanın asık suratını yumuşatmıştı.
Kadın gitti hortumun ucunu tutup sandalyeye çıktı. Esmer çocuk balkondan ona iki eliyle “musluğu açıyorum” işaretini yaptı. Gülümsedi kadın. Duvarın çatlağından incir ağacına su verdi. “Şehir ülkenin yüzü gibi nasıl da her şeyi taşır. Şehrin insan yanı yüzünün çukurlarını oluşturan yollarmış. Bu çocukla, bu ağaçla aynı şehirde yaşamak ne güzel” diye düşündü. Çocuğa musluğu kapatmasını boş duran eliyle işaret etti. Çocuk hemen suyu kesip hortumu balkonun köşesine topladı. Kadın sandalyeyi apartmanın girişine taşıdı. Evin yolunu tutmadan son kez ağaca baktı. Bir serçe ağacın yaprağında parıldayan su damlacıklarını içiyordu. Kadın mutluydu. ‘’Ben inatçıyım. İncir inadındayım’’ diye geçirdi içinden.