top of page

16/24 VARDİYASI



O soğuk ve hışırtılı battaniye herkes yatınca şehrin üstüne serilmişti; kar.

Bu havada ortalıkta olması gerekenden çok fazla taşıt vardı. Antensiz televizyon ekranı görüntüsü içinde, gümüş rengi yol, karanlıkta yer yer parlayarak, ilerideki dağın iki memesi arasından geçip aya saplanıyordu. İşte tam o noktada bir TIR’ın gölgesi seçiliyordu.

Karanlık karayolunun ortasında bir kadın duruyordu. İki yanından geçen tehlikeli kitlenin rüzgârı, yün şapkasını almış götürmüş, atkısını boynundan atmaya çalışıyordu. Kar yağar, rüzgâr onu hırpalarken kocasını düşündü. Ayhan, sabah vardiyasına yetişmek için o sırada çoktan uyumuş olmalıydı.

Kadın, yün atkıyı saat 15.00’te bağlamıştı boynuna. Yün şapkasını kulaklarının üstüne çekiştirip ayakkabılarını giymişti. Üçüncü kattaki evinin merdivenlerinden aceleyle inmiş, tipi halinde yağan kara çıkmıştı. 16/24 vardiyasının arabaları dolaşıyordur, diye düşünmüş, minibüse binip evinden uzaklaşmıştı.

Bir işle uğraşmam gerek.

Kol saati 13.45’i gösteriyordu o sıra ve geçerken koridordaki aynaya baktı, gözaltındaki mor halkalardan olmalı, görüntüsü hüzünlüydü. Sobaya biraz daha odun attı; bebek üşümesin. Pencereden dışarı baktı; yollar kapansın. Rüzgârla dalgalar halinde inen, her yeri kat kat örten kar yağışını izledi, olmadı. “Sofrayı hazırlayayım ” deyip odadan mutfağa kaçtı.

Midem ağrıyor. Yoksa böbreklerim mi? Başımda da bir zonklama var gibi…

Sersemlemiş ve körleşmiş, başını öne eğip olup biteni hâlâ anlamaya çalışıyordu. Bu elindeki makarna tenceresiydi. Annesi yemekleri hazırlayıp gitmişti. Tutmayıp masanın üzerine koymalıydı. Bebek acıktığını gösteren sesler çıkarıyordu.

Canım yanıyor benim ama tam olarak nerem ağrıyor bilmiyorum. İçimde bir sıkıntı…

Küçükken canı yandığında onunla daha çok ilgilenmeleri için dudaklarını büzerek "çok acıyor" diye ağladığında Annesi gözyaşlarını avuç içleriyle silip onu göğsüne bastırırdı. O sırada Dedesi, oturduğu yerde, birbirine kenetlediği ellerinin başparmaklarını çevirirken; "Havaya doğru ağlama evlâdım" derdi usullacık. "İyi değildir." Tembih ve sesteki vurgu Aynur’u korkutur, Annesine sıkıca sarılıp içini çekerek sakinleşmesini sağlardı.

Havaya doğru ağlamak istiyordu. O büyük gözün kendisini fark etmesi için bir şeyler yapması gerekiyordu.

Ne yapmalıyım? Ayhan gece çalışıp gündüz uyuduğu günlerdeki yüzüyle, bana bakıyor. Sakalları uzamış, bakışları bulanık.

Yemek masasını hazırlamış, çocuğu emziriyordu. "Ah canım,” demişti yeni uyanmış kocasına. “Kalkmasaydın ya. Sen de mi acıktın?” Kaçmasın diye iki eliyle memeye tutunmuş, bebeği gözleriyle işaret ederek; "Ne kadar iştahlı görüyor musun?" Sonra çabucak bakışlarını kaçırmıştı. Yüreğinin burkulduğunu hissettiğinden, gözlerini kapatıp açıp acele bakışlar ve onlara uyak olan sözcüklerle koşa takıla başka bir şeyler de söylemişti. Bu kusurlu konuşma yüzünden kendini budala gibi hissedip daha çok sinirlenmişti.

"Seninle yiyeceğim. Gene görüşemez olduk. Eve birimiz gelip birimiz gidiyoruz, berbat bir durum bu. Sen de geç kalma. Hava karlı. Vardiya arabasını kaçırırsan nasıl gideceksin fabrikaya sonra? Saat kaç?"

İkisi de saate baktılar; 14.15

14.15

Aynur göğsünü bastırdı. İki beden büyümüş, vardiya sonuna doğru biriken sütlerden zonklamaya başlayan göğüsleri. Eve gelinceye dek hiçbir şey düşünemiyor o yüzden. Acı veren, kanalları patlamak için zorlayan bu sıvıdan bir an önce kurtulmak için koşarak eve gidiyor. Şu anda da, alınmış bir hava kabarcığının içinde bir yerleri tıkayıp onu soluksuz bırakacağını düşünüyor.

Aman ne iyi olur.

Aynur, "Merak etme, bakarım ben başımın çaresine" dedi yavaşça ve masaya kocası için de tabakla bardak bıraktı. Ayhan sessizce sokulup vücudunu ona yasladı, beline sarıldı. “Özlüyorum seni,” dedi iç geçirerek, sabırsızca. “Ne olacak böyle?”

Kıpırdamadan bir süre bekledi Aynur, aceleyle ensesinden boynuna dolaşan soluğun yavaşlamasını bekledi, yavaşlamadı. Sonra. “Hadi” dedi, durmasını istiyordu. “Karnımızı doyuralım sonra gideyim. Sen de yorgunsun.”

“Değilim,” diye karşı çıktı Ayhan, akreple yelkovana göz atarak. Saat kasıklarında vuruyordu şimdi.

“Dur, “ dedi Aynur, “Yemek…”

“Boş ver yemeği…” kadının gövdesini sertçe çevirip kollarını sıkıştırdı; “Saçmalama daha dünya kadar vaktimiz var.” Aynur’un içinde bir şey çıt etti.

Evet, gerçekten dünya kadar zamanımız var.

“Ayhan, geç kalırım...”

* * *

Minibüste sadece ayakta yer vardı. Araçtaki sayısal saat 15.11’i gösteriyordu.

15.12 İçerisi sıcak yapışkan ve kötü kokuluydu. Radyoda bir arabesk şarkı; neydi anlayamadı. 15.13 Cebine hazırladığı bütünlük kâğıt parayı zorlukla çıkarıp, daha önde duran sarı mavi şapkalı adama uzattı. "Bir kişi buradan, veriver bir zahmet…" 15.14

"Bozuk yok muydu ?"

Adama gözünü kırpmadan baktı; "Bozuk mu? Sen yolcu musun muavin mi?"

"Yolcuyum."

Çenesiyle işaret etti; "İyi, ver sen şoföre o parayı!"

Şoför parayı gözünü yoldan ayırmadan aldı. Aynadan bakarak: “Bozuk yok mu abla? " dedi deminki adamın sesinin tıpkısı.

"Yok" dedi Aynur ters ters.

"Sinir oluyor insan di'mi?" dedi sarı lacivert yün başlıklı adam ahbapça bir sesle.

"Olmam mı yaaa," dedi şoför.

"Baksana" diye omzunu dürttü Aynur Fenerbahçe taraftarının, "Sen kime sinir olu’yon?"

"Yok bir şey ablacım, sen rahatına bak."

"Bütün verdim, diye mi? Sana ne oluyor ki?"

"Ya, güzel ablacım öylesine söyledi işte, yanlış anlayacak bir şey yok" diye araya girdi şoför.

"Yanlış manlış anlamadım ben,” dedi Aynur ısrarlı. “Sen benim parama lâf söyleyecek adam mısın?"

"Ya, kardeşim, git Allahın aşkına! Zaten işime geç kalmışım, bir dünya araba beklemişim…"

İşi.

Geç kalmış.

Saat?

Araya girdiler; yapmayın, zaten canımız burnumuzda. Hem bu kadar da yolcu alınmaz ki. Yasak değil mi kardeşim ayakta yolcu taşımak, kar kıyamette?

“A’bicim” dedi şoför yalaka sesle. “Yasak ama vatandaş yolda kalmasın diye yani.”

“Ne vatandaşı, ne kalması canım? İnsan mı taşıyorsunuz davar mı? Şimdi kaza olsa misal, kim verecek hesabını? He? Olmadı mı Ankara’da?”

Her kafadan bir ses çıkmaya başladı. En arka koltuktan bir genç kız ineceğini söyledi, duyuramadı. Sağına soluna baktı. Gene denedi, gene duyuramadı. Arka camda şoförün cep numarasının yazılı olduğunu görünce, telefonu tuşladı. Şoför müziği kısıp; “Biii, dak’ka, bii dak’ka” dedi. Telefonu açtı; ”Efendim?”

“Durakta inmek istiyorum,” dedi kız sakince. Şoför gözlerini patlattı; ”İnecek misin? Haydaa, neredesin sen?”

“Arka beşli, sağdan ilk koltuk,” dedi kız, zayıf sesiyle. Araba zınk diye durdu. Ayaktakiler gülüşerek inip genç kıza yol verdiler, beklediler. İçeri soğuk hava, kar serpintileri sonra gene yolcular girdi.

Ortalık yatıştı. Aracın radyosunda Müslüm Gürses notaları ve sözcükleri çiğnemeye başlarken silecekler lap lap gidip gelmeye devam etti. Kısa süre sonra -şarkı bile bitmemişti- şoför işaret verip yavaşça aracı durdurdu.

"Evet, son durak" dedi, koltuğunda arkaya yarım dönerek. Şarkıcı “Babasının öldüğü yaşta olduğunu,” söylüyordu “M”ler aracın içinde oraya buraya yapışıyor, silecekler bir öyle bir böyle düşüyordu. Minibüsteki son şarkıyı ve sileceklerin ezgilere katılıp baş sallamalarını tüm yolcular alıp yanında götürdü. Aynur da kulaklarında, babasının öldüğü yaştaki adamın sesiyle karda yürümeye koyuldu. Tanıdık gören olursa, işim var diyebilmek için hızlı adımlar atıyordu ama nereye gittiğini bilmediği gibi bunun hiç önemi de yoktu.

İşim.

Bildik kimseye rastlamadı. Yolun kenarındaki saat 15.35 ve değişerek -1°C ‘yi gösteriyordu. Kar yağışı durmuştu. Güneş or’da ölü gözü gibi asılıyken, Arap Uçuran Parkına girdi. Sabah saatlerinden beri orada bekleyenler kıpırdanıp duruyor, ellerini hohluyorlardı. Bazıları birbirine sokulmuş, gelen araçları dikkatle izliyor, hâlâ iş bekliyorlardı. Bir kenarda durup beklemeye başladı. Dün olanlar milyonuncu kere yine aklına geldi.

Onların arkada konuştuklarını duyuyordu. Aynur’un duyarlı kulakları “diyeceksin” sözcüklerinin tekrarını ve vurgularını hemen algıladı. Onca zamandır bekletilmeyi de hesaba katınca… Ama hayır, diye düşündü. Durumumda yasa dışı bir şey yok. Sımsıkı yapıştığı açıklama, “diyeceksin” sözcükleriyle öğütüldükçe işçi içgüdüsü gerçeği acımasızca yüzüne vurdu; yine de duymazdan geldi. Hilmi Bey'in kalın sesi hiç susmuyordu. Vurguladığı sözcük dışındakiler anlaşılmıyordu ve Yeliz Hanım’ın dikiş makinesi düzeneğindeki sesi onun soluklandığı zamanları fırsat bilip araya girmeye çalışıyordu. Oturduğu bankoda kulak kabartıp bekledi. İçeri çağıracaklar biliyor… Şimdi Yeliz Hanım’dan da nefret ediyor.

Ellerine baktı; çok beyazlar. Kafasını kaldırıp iç geçirdi, yutkundu, Yine ellerine baktı; kaygı verecek kadar. Koridorun buz gibi olduğunu düşündü. Duvar boyalarının altından ansiklopedilerdeki mağara resimleri sinsice kabarmaya başladı. Daha ateş bulunmadığından içerisi soğuktu. Arka tarafa bir yaban domuzu bağlanmıştı.

Onun sesi geliyor…

“Hadi,” dedi. “Ne olacaksa olsun!” Tam otuz beş dakikadır burada bekleyip duruyor. “Hafta içinde dört kez geç kaldım. İhtar verecekler, ücretimi kesecekler. Zaten mesaileri ödememek için bahane arıyorlardı. Diyecekler ki böyle böyle, bir hesap yapacaklar bütün mesailer kesilecek, süt iznimi mi iptal edecekler yoksa? Nasıl dayanırım peki? Gidip tuvalette sağmak lazım, ya da şişeye biriktirip… Süheyla öyle yapıyordu. Ama o zaman da mikrop kapar dedi doktor. Bir de tuvalette bu kadar uzun kalırsam dikkat çeker, başım derde girer.”

"Aynur!"

İşte Hilmi Bey, hani şu arka taraftaki…

Aynur içeri girdi. İşçi giysisinin başörtüsünü sıkıladı, önlüğünün yakalarını baş ve işaret parmağıyla toparladı, başıyla kesik, çabuk selâm verdi. Yer gösterdi Hilmi Bey. Oturmadı. Kendisine de sandalyeye bakar gibi bakmasına sinirlenmişti. Ayakta durursam daha iyi, diye düşündü, beni görür.

Hilmi Bey konuşmaya başladı. Yüzü boza rengiydi, giderek uzayıp akmaya, vücuduna lök lök dökülmeye başladı. Sakalları, bozanın içinde yüzerek elbisesinin yakasından iniyordu… Kaşlar, saçlar… Yeliz Hanım’ın sarı kahverengi dişleri arasından zorlukla yer bulup çıkan sözcükler üstüne başına yapışıyordu. Soğan doğruyormuş gibi burnunu elinin tersiyle silerek konuşuyordu. Yaprak arabası saçları (hiç mi taramaz bunları Allahım?) tüm pencereyi kaplamıştı.

Vahşi sanayinin dişleri arasında bugüne dek küstahça ayakta durmayı başarmış (üstelik doğum iznini de ne yapıp edip kullanmış) bu işçi şimdi derin sessizlik içindeydi. Camlaşmış gözlerinin parlaklığı tehdit ediciydi. Ama göremiyordu Hilmi Bey. Hilmi!

Aynur, buranın dışarıdan daha soğuk olduğunu düşündü, çeneleri birbirine vuruyordu. Odadan çıktı. Parmaklarının arasında sıktığı kalemi aradı; ellerine baktı, tükenmez falan yok… Kapıdan çıkar çıkmaz arkadaşlarının bu vebalıya göz kuyruğu bakışları… Bu kadar çabuk oluyor demek? Nasıl haber alıyorlar ve neden böyle birden dışlıyorlar?

Nerdeyim?

Parkta kuşlar başından aşağı kanat seslerini döküp gittiler. Yine kar başladı. O koca tülbent savrulup yayılmasını sürdürdü. “Bir temizlikçiye bu saatte ihtiyaç duyulur mu ki? Bu saatte birileri varsa demek ki iş de oluyor. “

Üşümekten kurtulmak istedi.

Saçma. Ne gerek var sanki?

“Baksana bacım.”

“Evet?”

“Temizlik yapmaya kadın arıyoruz.”

“İyi. Neresi temizlenecek?”

“Lokanta.” Adam kolundaki saate baktı; “Ama saat yedi buçuğa kadar bitmeli çünkü müşteriler gelmeye başlar.”

Gene “İyi” dedi Aynur tepkisiz bir sesle.

Merkez Lokantası.

Eski moda bir yer. Bacakları çarpılmış, kirli masalar, biri bazı sandalyeleri masaların üzerine ters kapaklayıp bırakmış, bazılarıysa dağınık.

(Burası lokanta değil düpedüz meyhane, şu dökük yerlerden.) Aynalı bardak rafının üstünde gri metal Nacar saat. 15.45

Gözüm (of!) saat görmek istemedikçe her yer saat olmuş!

Dedemin beni çocukken götürdüğü bir lokanta vardı. Eski taş hanların bir girintisine sıkıştırılmış ciğerci. Arnavut dükkân sahibi ve karısı birlikte çalışırdı. Beyaz tenli, sarışın, mavi gözlüydüler. Hâlâ gözümün önündeler; kadın ocak başında cızırdayan tavada kızartma yapıyor, kocası serviste. Ciğerler küçük tabakların içine kare şeklinde düzgünce diziliyor, domatesle kenarına süs yapılıyor. Yanına cacık söylüyoruz. Bazen piyaz. Yemeklerimiz geldiğinde sıcak oluyor, çatalımızın ucuna taktığımız ciğerleri üflememiz gerekiyor. Dükkân öyle küçük ki diz dize oturuyor insanlar, iki karış genişliğinde (bu Dedemin karışıyla elbette) tezgâh şeklindeki masalara tabak, cacık kâseleri ve bardaklar konunca doluyor. Duvarlar ayna kaplı. Beklerken ve yerken, içinden yansıyan öteki görüntüleri izliyorum arada; bir ense, iki kulak, başkasının yandan görünüşü, dışarıdan geçen insanlar. Sinema perdesi duygusuyla izliyorum, hava sıcak. Radyodaki şarkı: “Beyoğlu’nda gezersin, gözlerini süzersin…” Kadın ocak başında, adam kapının önünde eşlik ediyor, birlikte söylüyorlar şarkıyı. Payımı önce iştahla izler, sonra yavaşça yemeye başlardım. Dedemin tabağıma döktüğü pul biberler acıdır ama sırf bu töreni yaşamak için sesim çıkmazdı. Onunla ciğerciye gitmeye can atar, bir an önce büyümeyi isterdim. Bu duygumu anlardı. “Büyüyünce kızım da pişirecek böyle güzel arnavutciğerleri” derdi. Oysa her şey çok yavaştı. Bana yüksek gelen sandalyede oturmak iyi gelse de ayaklarım yere değmek bilmezdi…

Di…

Gecenin hayaletleri orada burada dağınık duran sandalyelerin üstündeler. Şarkı söyleyen ciğerci ve karısı yok.

Bu yerlere özgü kötü kokular daha kapının girişinde karşılıyordu insanı; yemek artıkları, beklemiş sigara ve içki acılığı, tuvaletten yayılan keskin idrar kokusu. Midesi bulandı. Yerleri süpürüp, deterjanlı suyla sildi, masaları sandalyeleri yerleştirdi, mutfağa geçti.

“Küçüktür bizim dükkân, seni fazla yormaz.”

Saat… On beş dakika kaldı.

Sesindeki yapışkanlık ve seni yormaz, derken dişlerin görüntüsü, ağzın aldığı şekil Aynur’u irkiltti. Öyle ki çığlık atmamak için dudağını ısırdı ve adama belli belirsiz gülümsedi; “Ben işten korkmam,” dedi çatallı bir sesle. Mutfak küçük, daha da havasızdı. Meyhaneci, küllük, süpürge, kova alma bahanesiyle durmadan mutfağa gelip gitmeye başladı. Dar yerler…

Vardiya arabası gitti.

Bir şeyler sordu adam, yanıt alınca başka şey sordu, alamayınca, elindekileri sert hareketlerle oraya buraya çarptı. Aynur sıkıldı, korktu ve terledi. Korkusunu bastırmak için şarkı söyleyecekken vazgeçti. Geldiğine pişman oldu. Sonra o günlük parasının bir kısmını kazanacağını, sabır göstermesi gerektiğini düşünüp kendini yatıştırdı.

Kısık ses, onun yarın ve yarından sonra da gelmesini istediğini söyledi. Titizdi besbelli. Onların da böyle birine ihtiyacı… Hatta belki geç çıkarsa (geç çıkarsa, geç çıkarsa) gündeliği de daha dolgun… Dolgun derken doğrudan göğüslerine baktı. Aynur saat 17.oo’ye kadar kalabileceğini söyledi. Daha geç olmaz. Üstüne basarak kocasının izin vermeyeceğini, üstelik onu bekleyen bir bebeği olduğunu… Tamam canım, ısrar edecek değildi adam. İsterse yani. Bugün nasılsa birbirlerini tanımışlardı. O da ikide bir insan pazarına gitmek, oradan davar seçer gibi karı seçmekten… Affedersin temizlik için yardımcı diyecektim, ağzımdan kaçtı. Siz aslında bu işler için de uygun değilsiniz gördüğüm kadarıyla yani… Çok düzgün birisiniz… Güzel…

Sözcükler diş arasında sıkışmaya, eller sıkılganlıkla oraya buraya savrulmaya başlayınca Aynur’un içine bir korku düştü. Başını kaldırmadan, hele onun yüzüne hiç bakmadan işini sürdürdü. Ağır kızartma tavasının içini boşaltıp, sağ yanında, kolay ulaşılır bir yerde tuttu. (Ciğercinin karısı da böyle şeyler yaşamış mıydı acaba tava başında?) Adama aslında overlok işçisi olduğunu, para yetmediği için vardiya dışında da çalıştığını… Kocasının bir fabrikada ustabaşı olduğunu (nasılsa kontrol edecek değil ya), herkesin ondan çekindiğini, bunun çalışkanlığı ve iki metreye yakın boyu (bir daha buraya kesinlikle gelmek yok) yüzünden olabileceğini… Patrona yakınlığı üstelik…

İş bitinceye kadar (ter içindeyim, dışarıda üşüyeceğim, bir daha böyle bir aptallık tövbeler olsun) Tavayı en son yıkadı, o dışarıdayken. Yine sağ yanına bıraktı.

Parasını istedi. Tamam, her şey hazır. Tam da istenilen zamanda. Meyhaneci, konuştuklarının yarısını verdi.

“Bu ne şimdi?” dedi Aynur.

“Para!” dedi adam gözlerinin içine bakarak. “Yarım… Çalıştın.”

“Bu konuştuğumuzun yarısı sadece!”

Sakin ol! Bağırma. Az kaldı.

“Yarım çalıştın, yeter,” dedi adam gene imalı.

“Nasıl yeter? Yarım ücret vereceğini deseydin, üç saat önce bırakmam gerekirdi. Ben tüm işi kabul ettim, sen de tüm ücreti, ne demek oluyor şimdi bu?”

Aynur öyle sinirle bağırıp dururken lokantacı onun lastikle arkaya topladığı saç diplerine baktı. Kulaklarına, burun deliklerine, görünen diline, göğüslerine… Aynur tavanın sapını kavradı.

“Hemen kalan parayı vereceksin, yoksa kocamı alır gelir senin canına okurum!”

“Boş versene” dedi adam, karnına, eteğine bakarak. “Kim takar, kocası olan karının insan pazarında işi ne?” Ağzındaki kürdanı kararlılıkla çiğnedi. “Hırçınsın ama…”

Aynur, vurdu. Tavanın tabanı adamın sakalları uzamış sol yanağına küt bir sesle çarptı ve onu yere devirdi.

Elindeki paraları cebine tıkıştırdı, çantasını, paltosunu, şapkasını titreyerek aldı, kör gibi yürüyerek kendini dışarı attı. Karlara… Karanlığa… Yeraltından karanlığa…

Hava kararmış.

Terli vücudu buz kesti. Kaymamaya özen göstererek hızla yürüdü ve bir yandan da paltosunu tutuk, beceriksiz hareketlerle giydi, şapkasını taktı, şakaklarından akan terleri elinin tersiyle sildi. Kaçması gerek. Bağıra bağıra kaçmak istiyordu yeryüzünden!

Ah Allahım!

İçini çekerek ağlamaktan başka bir şey gelmedi elinden…

Hilmi! Allah belanı versin! Çalıştım, bunu domuz gibi biliyorsun! Ama-ama… Sus, şu arka odalar-arka odalardan emir verme artık tamam mı? Yeşim’in sesi dikiş makinesi olmuş beynimin kıvrımlarını dikiyor. Yeşim’in resmi lafları. Sanki Türkçe değiller. Şimdi açım -Di Mİ?- Hı? Olsun vur! Beni ortada bırak- Bu fazla çalışmaları al!-Geç gelince kestiklerini de bir yerlerine sok!-Ölü olan sensin bok herif! Beni duydun mu?! Bana acıma! Ailemden sana ne? Ama kızım ne olacak?!

Hızla yürümesini sürdürdü. Bir yokuş. Aşağıdan otoyolun gürültüsü geliyordu.

“Şimdi ne olacak peki?” diye mırıldandı küçük bir sesle. “ Ne derim ben kocama?!

Benim fazla mesailerimle adam mı olu’can sanki? Allahın belası! Sen çocuğunu aç bıraksana!- Şimdi nasıl söylerim kocama?! 16/24 vardiyasına gitmeyeceğim Ayhan. Çünkü artık çalışmıyorum Ayhan. -Tazminatımı da vermediler Ayhan! – Herif ölmüş müdür? Beni bulurlar… Bulamazlar, kim bilecek, kimse görmedi ki.. Haftayaymış Ayhan! -Hangi hafta bilmiyorum Ayhan.- Cebimde kaç para var biliyor musun sen? Yarım günlük!-Allah belanı versin!-Ben iyiyim.- İş için ağlayacak değilim!- İş için bağırmıyorum ben! Nerde olsa iş bulurum tamam mı? Gücüme giden bu kadar kötülüğün bir arada olması!

Ayağı kayıp düşünce her yeri ıslandı ve çamura bulandı.

Titreyen kirli ellerini giysilerine silip, (eldivenlerim nerede?) ayalarını gözlerine bastırdı (annesinin yaptığı gibi), canı yandı. Omuzları sarsılarak bağırdı:

“Bana bunu niçin yaptın?!”

Onu kimse duymadı. Karayolundaydı.

Kar vücudunu bulut halinde sarıp sarmalıyor, tanecikler yüzüne düşüp eriyor, atkıyı ıslatıyordu. O soğuk çarşafla sarı gözlü somurtkan gölgeler onu kaplamaya hazırlanıyordu.

Göğüsleri çok zonkluyordu, akan sütlerden çamaşırının ıslandığını hissediyordu.

Eve gitmeliyim, diye düşündü. Onu bekleyen karnı acıkmış minik surat geldi gözünün önüne.

Eve gitmeliyim, eve gitmeliyim, eve gitmeliyim. Yolun kenarına geçmeliyim. Ne işim var burada benim? Bebeğim acıkmıştır. Ağlıyordur, beni istiyordur, gidip ona sarılmalı, emzirmeli bu işe bir çare bulmalıyım…

Ayağı kaydı. Ay, dağın iki memesi arasından hızla geçip, böğrüne saplanan karayolundan kurtuldu, yukarı fırladı. TIR’ın plakası 16 VY 717’ydi.

Birdenbire karanlık tamamen kayboldu.


Etikete göre ara
Henüz etiket yok.
ÖNE ÇIKANLAR
son postalar
Arşiv
bottom of page