S A N A T I N Ç A Ğ L A R E N G İ
Sanata yönelmek genellikle o sanat dalında yetenekli olunduğuna inanmakla başlar. Yetenekli olunup olunmadığı tümüyle konumuzun dışında. İnsan, hele çocuk yaşlarda belli bir sanat dalında yetenekli olduğuna inandırılırsa onu kanıtlamaya çalışır. İşin garibi, başarmasında ya da başarmak için bundan sonra göstereceği çabaların çoğunda, yeteneğinin rolü, sanıldığından daha azdır. Tümden yeteneksiz biri de çok yetenekli olduğuna inandırılırsa gerçekten yetenekli olandan daha başarılı; ötekinden çok daha ünlü olabilir. Sözün bu noktasında, konuya açıklık getirmek için birçok örnek ad verilebilir; ama zaten dikkatli okurun aklına o birçok ad çoktan gelmiştir. Yetenek, başlangıçtaki itici güçtür. Yeteneğin dışında, sanatçı adayının, başka pek çok şeye gereksinmesi olacaktır. Yola devam etmek için, zekâ, düş gücü, birikim, donanım, çalışkanlık, hatta kimilerinde hırs boyutlarına varan bir azim ve bunlardan da fazlası gerekir.
Benim edebiyata yönelmemin sorumlusu da bende sözünü ettiğim yeteneği gören ya da gördüğünü sanan ilkokul öğretmenim olmuştur. Herhalde odur. Yıllardır aradığım halde başka sorumlu bulamıyorum. O yeteneğin peşinden giderek harcanmış bir ömrün sonlarına doğru rasgele bir noktasında durup baktığımda, söylenecek çok fazla söz olmadığını görüyorum. Böyle olması gerektiği için böyle oldu: Altı tane öykü kitabım var; yedincinin hazırlığı içindeyim. İki tane romanım var; üçüncüyü yazmayı şimdilik düşünmüyorum. Deneme, inceleme, eleştiri kitaplarım var. Bunları bana yazdıran Türkçe’ye karşı duyduğum sorumluluk duygum var. Bu duyguyla yazılacak, Türkçe’ye hizmeti önceleyen daha pek çok kitap tasarım var.
Başka biri olma hakkımı ve şansımı saklı tutarım. Her öyküde, her romanda bu şansım ve hakkım vardır ve bunu sonuna kadar kullanırım. Deneme ve eleştiri yazılarında dönüp tekrar kendim olmak zorunda kalmasam içimdeki birçok kişiyle birlikte, “ailecek” uyum içinde yaşayıp gidebiliriz. Ama düşünsel yazılar, sizi kurmacanın düş dolu dünyasından çıkarıp çıplak gerçeğin ortasına bıraktığı için, orada kendiniz olmaktan başka çareniz kalmaz.
Sanat, insana ölümlü olduğunu unutturan, yaşamı yaşanası kılan, zümrüt yeşili bir alandır. Dünyanın ne kadar kurşuni bir renk aldığını ve nasıl da kan koktuğunu gördüğü halde kendini sanatın kurtarılmış alanlarında soluklanmaktan mahrum eden kişi, havasızlıktan boğulmayı hak eder.
Sanata bakışta uluslar arasında fark olmaz. Sanatın mavi göğüyle, kar beyazıyla, çağla rengiyle tanışan kişi ve tanışmayıp kendi karanlığı içinde çırpınan kişi… Bütün fark budur; bu fark da ulus sınırlarıyla belirlenmez.
Sanat, alımlayıcısı içindir. Üretenin kendi keyfi için oluşturduklarını gün ışığına çıkarmasına gerek yoktur.
Dünyada sanatçıya esin vermek için bekleyen her renkten, her cinsten milyonlarca insan; kuşuyla börtü böceğiyle bir o kadar hayvan; çiçeği, dalı, ormanı, ağacı, otu, çalısı, dikeni; denizi, gölü, ırmağı ile yüzyıllardır anlatıla anlatıla tüketilememiş güzeller güzeli bir doğa varken esinini perilere bağlayanın vay haline!
Sanatçı kendi sesinin sahibi olmalı; o sesi topluma sunmalı; toplumun sesini, kendi sesine katarak gürleştirmelidir. İlle de bir kesimin sesi olacaksa çoğunluğun değil, azınlığın sesi olmalıdır. Çoğunluk nasıl olsa kendi sesini duyurur. Sanatçı, daima hakkı yenenden, zulüm görenden, ezilenden, baskı altında yaşayandan yana tavır koymalıdır. Sahip olması gereken sanatçı vicdanı başka türlü hareket etmesine zaten izin vermez. Çoğunluktan yana olanın, zulmedenin yanında yer alanın, ezenin, bastıranın dostu olanın ya vicdanı yoktur ya da sanatçı sayılmasına gerek yoktur.
Yaratmak, olmayanı ortaya koymak, var etmek; yaşamda olanı yeniden biçimlendirmek, ona kimlik ve kişilik kazandırmaktır. Her şey yaşamdan çıkar. Yaşamda var olmayanın sanatta yer alması düşünülemez. Sanatçı ressamsa rengi, biçimi; müzikçiyse sesi, tınıyı; mimarsa taşı, tuğlayı; heykeltıraşsa kili, mermeri; edebiyatçıysa sözü, sözcüğü alır, yoğurur, yeniden biçimlendirir, yeni bir varlık oluşturur. O varlık, yaratıcısından kurtulup bağımsızlaşınca sanat olur. Sanat olur ve kendi başına yaşama gücü varsa yaşar durur; yoksa dağılır, bozulur, doğanın bir parçası olur. Bir başka sanatçı onu alıp “malzeme” olarak kullanabilir yeniden.
Kişi ölümsüzlüğün peşinde koştuğu için yaratma gereği duyar. Yaratısıyla ölümü yeneceğini düşünür. Yener de. Osman Hamdi Bey’in maddi olarak zerresi kalmamıştır; ama “Kaplumbağa Terbiyecisi” hiç yaşlanmaz. Dede Efendi çoktan toprak olmuştur; ama “Yine bir gül nihal aldı bu gönlümü” dendikçe yaşamayı sürdürür. Süleymaniye durdukça Mimar Sinan yaşayacaktır. Zincirlikuyu’daki parça parça şeritlerden yapılma kadın heykeli tek başına İlhan Koman’ı ölümsüz kılmaya yeter. Reşat Nuri yaşlanmış ve ölmüştür; ama Feride, gencecik bir kız, bir “çalıkuşu” olarak, her okuyanla Anadolu’yu dolaşır durur. Yalnız yapanı, yaratanı değil, o sanatla buluşanı da yüzyıllardan aşırır, ölümsüz olanla, kalıcı olanla buluşturur sanat. Alılmayıcısını da kendisinin bir parçası yapar.
☼
![endif]--