Hayata Not Düşmek:
BAYRAMIMIZ MUTLU OLSUN MU?.. Seneler seneler evvel, genç Cumhuriyetin en ücra köşelerinden bir şehirde dünyaya açtım gözlerimi. Şimdilerde bir yandan "dinlerin, dillerin, ırkların sentezi" diyerek göklere çıkarılan, bir yandan da kirli oyunlara alet edilen Mardin'de doğdum ben. Ailemin çok eski kökleri hakkında fazla bilgim yok aslında. Bildiğim, anne tarafımın Girit'ten göç eden bir "mübadil" aile olduğu, baba tarafımın da (belki Azeri) Bitlisli olduğu. Kaderin yazgısı işte, annemle babam bir şekilde buluşup evlenmişler ve bizler doğmuşuz Mardin'de. Sonra kader rüzgarları oralardan alıp İstanbul'a savurmuş bizi. Bazen oturup düşünürüm; "Ben neyim, kimim ?" diye. Anne tarafımdan belki bir Rum vardı ailemde ya da baba tarafımdan bir Kürt ya da Arap...bilmiyorum; ama o zamanlar kimseler dert etmezdi bunu. Mesela yengem İranlı bir Acem kızıymış, halam ise bir Ermeni kızını almış gelin olarak oğluna...
Hem o zamanlar Türk, Kürt ya da Arap olmak nasıl dert değilse insanların dini de sadece kendilerini ilgilendirirdi; dert değildi yani. Soyumuz ne olursa olsun, bizler genç Cumhuriyetin çocuklarının çocukları olarak geldik dünyaya. Sonra okul yılları başladı bir koca şehirde, "yetmiş iki milletin" bir arada asırlardır kardeşçe yaşadığı şehr-i İstanbul'da. Mahallemizde, okulumuzda öyle çok Rum, Ermeni, Yahudi, Kürt arkadaşımız vardı ki... Ve biz ne çok severdik birbirimizi, ne güzel paylaşırdık sevgiyi, dostluğu, kardeşliği; okulda aldığımız simidi paylaşırdık, evde pişen çorbayı, aşureyi... Bayram günlerinde, törenlerde hep bir ağızdan okurduk İstiklal Marşımızı, cumhuriyetin değerlerinden, Atatürk'ten bahsederdi öğretmenlerimiz, can kulağıyla dinlerdik hepimiz, vatan için canlarını verenlere hep birlikte göz yaşı dökerdik...çünkü o zamanlarda bizim yüreklerimize sevgi tohumları ekerdi büyüklerimiz, öğretmenlerimiz; çünkü biz "Gel, gel, ne olursan ol yine gel, İster kafir, ister mecûsi, ister putperest ol yine gel, Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir, Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel…" sözleriyle büyütülmüştük.
Gençlik yıllarımız zor yıllardı, nifak tohumları serpilmişti aramıza sağ-sol diyerek; ama hepimizin mücadelesi vatan içindi; sağcı da olsak, solcu da olsak vatanımızı seviyorduk. Sonra yıllar geçti, bizler büyüdük...bizlere öğretilen insan sevgisini, vatan sevgisini, Cumhuriyete bağlılığı anlattık öğrencilerimize, şimdi gururla izlediğim güzel çocuklar yetiştirdik bu ülkeye...
Oysa şimdilerde ülkemin haline baktıkça üzülüyorum, değer yargılarımızı kaybettik, değerlerimizi unuttuk, "aman sendeci" olduk sanki. Vatan, millet, insan sevgisi ayaklar altında sanki... Para her şeyin önüne geçmiş, birileri "daha güçlü olmak" adına yangına körükle gidiyor, ayırıyor, ayrıştırıyor bizleri. Ben içim acıyarak düşünüyorum: Bunca genç neden öldü, neden darağaçlarına gitti, neden şehit oldu, neden bilinmeyen ya da bilinen (!) güçlerce öldürüldü, neden hâlâ insanlar maden ocaklarında mahsur kalıyor ? O genç Cumhuriyet yaralı bugünlerde; birileri yarasını kanatmaya çalışıyor, tuz basıyor her yanına. Sanırım artık kendimize dönme zamanı, birbirimizi sevme zamanı, el ele verip Cumhuriyetimize sahip çıkma zamanı, kenetlenme zamanı... Aşağıdaki fotoğraf 1950 yılında Mardin'de çekilmiş, benim henüz olmadığım bir aile fotoğrafı ve ben bu fotoğrafa bakarak hep düşünüyorum: Biz nerelerden nerelere geldik? Her şeye rağmen CUMHURİYET BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN...da bunca acıdan sonra mutlu olacak mı acaba?
***
MARDİN MARDİN
Aklıma gelen ilk anılarda hep ağabeyim var yanımda; eski, iki katlı taş bir evin alt katında oturuyorduk, pencereleri eyvana bakıyordu, sanırım mimari yapısından dolayı odalarımız hep serin ve loş olurdu, odalarımız diyorum ama belki de ortasından perdeyle bölünmüş büyükçe bir odadan oluşuyordu evimiz. Annemle babam sedirlerinde yatarken biz çocuklar yere serilmiş döşeklerde uyurduk, özellikle ben hep ablamla yatardım. Kavurucu yaz sıcaklarında avludaki büyük tahta köşklerde yattığımızı hatırlıyorum, cibinliğin altından gökyüzünü ve yıldızları seyrederdim, havalar öylesine sıcak olurdu ki akrepler çıkardı evin her yerinden, hatta bir keresinde hayal meyal annemin öldürdüğü akrepleri süpürge ve kürekle topladığını hatırlıyorum. Amcamlar bir iki sokak aşağıda otururlardı, bizim evden oraya gitmek için tünel gibi üstü kapalı, daracık, karanlık ve merdivenli bir yoldan giderdik, tabii ağabeyimle birlikte. Bir keresinde bir köpeğin saldırısına uğramıştık da sevgili ağabeyim beni arkasına saklayarak kendini siper etmişti bana. Amcamlara gittiğimizde en büyük eğlencemiz 110 yaşlarında olan dedemin etrafını sarıp onu izlemek ve dinlemekti.
Pamuk adında mimicik bembeyaz bir yavru kedim vardı, onu öyle çok severdim ki akrepler sokup öldüğünde günlerce ağlayıp yas tutmuştum da ağabeyim minik bir cenaze töreni düzenlemiş, etrafını beyaz taşlarla çevirerek bir mezar yapmış başına da taş dikmişti kedim için. Sonra harçlığıyla akide şekeri alıp bir de mevlit okumuştu sözüm ona. Tabii mevlide üst katta oturan arkadaşım Muro'yu (Murathan Mungan) da davet etmiştik Muro benim çocukluk arkadaşım, birlikte oyun oynardık avluda, bazen de o kırmızı oyuncak arabasına beni bindirir gezdirirdi. Babamın hastalığı ve Haydarpaşa'da son bulan korkulu , uzun bir tren yolculuğu ile sislenen çocukluğumun Mardin anıları... Yıllar yıllar sonra öğretmen arkadaşlarımla çıktığım bir GAP turunun beni heyecanlandıran en önemli noktası Mardin'i seneler sonra tekrar görecek olmamdı, belki de mahalleme gider, yaşadığım evi bile görebilirdim; ama kısmet olmadı...bazı aksaklıklar yüzünden ancak 3-4 saat kalabaildik Mardin'de ve ben şehrime doyamadan ayrıldık oradan.
O günden beri Mardin özlemi içimde gittikçe büyüyen bir ateşe döndü. Şimdi en büyük arzum çok kapsamlı bir Mardin gezisine katılıp doğduğum şehri adım adım gezebilmek, inşallah nasip olur diyerek beklemedeyim...
Bizim kuşak kalemi kağıdı sever... Kurşun kalemlerle sarı yapraklı defterlere yazmıştık ilk sevda şiirlerimizi. Sonra rengarenk kalemler, süt beyazı yapraklı ciltli defterler çıktı... Biz yine yazdık sevda şiirlerimizi, anılarımızı... Kilitli anı defterlerine döktük içimizi, sırrımızı paylaştık sayfalarla. Zaman geçti, büyüdük iş güç sahibi olduk ama kalemle kağıttan hiç kopmadık; çünkü onlar bizim yazgımızdı... Öğretmenliğe başladığım ilk yıllarda yazılı sorularımızı hazırlar, sınıflarda öğrencilere yazdırır ve sınavlarımızı yapardık. Zamanla teksir makinaları çıktı, bu defa hazırladığımız soruları çoğaltıp öğrencilere dağıtır olduk. Ellerim ameliyatlı olduğu için yazım çok da güzel değildi, oysa ben her şeyimle olduğu kadar yazımla da örnek olmak zorundaydım. Eşimin elyazısı yazan bir daktilosu vardı, sorularımı onunla hazırlar daha sonra fotokopi yaparak dağıtırdım öğrencilerime, böyle bir daktilonun varlığından habersiz öğrencilerim de yazıma övgüler yağdırır " hocam yazınız ne kadar güzel" derlerdi bana, ben de hiç bozuntuya vermezdim. "Zamanla nasıl değişiyor insan" dediği gibi şairin, zamanla neler değişmiyor ki... Meslek yaşamımın son yıllarına doğru bilgisayarlarla tanıştık ama ne tanışma ! Klavyeye dokunmaya çekinir, tuşlara basmaya korkardık, internet yaygınlaşmamıştı, pekçok okulda yoktu henüz. Bilgisayarları soru hazırlamak için daktilo yerine kullanmaya başladık önceleri... Sonra internetle tanıştık, tıpkı "tüfek icat oldu, mertlik bozuldu" sözündeki gibi artık özgün soru ya da özgün ödev hazırlama devri bitmiş, her şey internetten hazır "indirilmeye" başlanmıştı. Tabii bu furyadan biz de nasibimizi aldık, ne kadar yadırgasak da... Neyse ki bu kolay öğretmenlik dönemini emeklilikle noktaladım. Ama emeklilikle birlikte can sıkıntıları da artınca interneti ve bilgisayarı yeniden keşfettim sanki... "Bilgisayarın başından kalkmıyorsunuz" diye bir zamanlar sitem ettiğim oğullarım, şimdi bıyık altından gülerek "facebook" kuşu diyorlar bana... Çok da haksız sayılmazlar. Aslında 3-4 yıl önceydi, onların teşviki ve bana da bir sayfa açmalarıyla tanıştım "sevgili facebook"la; ama zaman içinde samimiyetimiz hayli ilerledi, şimdilerde " düzeyli bir ilişki" yaşıyoruz kendileriyle... Peki, şikayetçi miyim bu ilişkiden, kesinlikle hayır...Onun sayesinde yıllar sonra pek çok arkadaşımı, öğrencimi yeniden buldum. Yeni yeni dostlar edindim...dostlarımı yeniden keşfettim...Şiiri, edebiyatı, sanatı yeniden keşfettim... Belki bu düzeyli ilişkiyi zaman zaman abartıyor, kendimi fazla deşifre ediyor belki de dostlarımı zaman zaman sıkıyorum ama ne yapayım, ben bu işi sevdim...galiba sevmeye de devam edeceğim...
LAMBAYA PÜF DE
Bugün evde toz alırken büfenin üstünde aksesuar olarak duran ve kayınvalidemden hatıra olduğu için atmaya kıyamadığım gaz lambalarına takıldı gözüm, camları ya da eskiden denildiği gibi "şişeleri" tozlandığı için tozlarını almak üzere elime aldım...şişeleri parlatmaya çalışırken o eski masallardaki "lamba cini" çıkar mı diye bekledim ama gelen giden olmadı...cin yerine geçmişin sisleri sardı çevremi ve alıp götürdü beni çocukluğuma... 1950 lerin çocukları, bir başka deyişle genç cumhuriyetin çocukları yani bizler, yoklukların da çocuklarıydık aynı zamanda. Mardindeki evimizde elektrik vardı hatta beni çarpacak kadar (!) vardı ama sık sık kesilirdi, bu yüzden de evlerimizin duvarlarında gazlambaları asılı dururdu hep. 1960'lı yıllar ve İstanbul..artık Mardin'de değil İstanbul'da yaşıyordum güneydoğunun ücra köşesindeki bir şehirden bir Avrupa şehrine gelmiştik; ama bizim gibi memur ailelerinin yaşamında pek de bir şey değişmemişti. Evlerimizde sadece bir odada soba yanar, hepimiz onun etrafında toplanır otururduk, oturmadığımız odaların ışıklarını hep kapalı tutardık aile bütçesine katkı olsun diye. Enerji tasarrufu yapmak adına sık sık elektrik kesintileri yaşanırdı o yıllarda, derslerimiz kalmasın diye gaz lambalarını yakardık hemen, o lambanın titrek ışığı ve etrafa yaydığı gaz kokusunun eşliğinde çalışmaya çalışırdık. Eğer lambanın fitili eskidiyse is yapardı lambalar ve lambanın şişeleri siyaha keserdi, ışığı iyice azalırdı...o ışık azaldıkça bizi de uyku basardı. O yıllarda dersini yapmayan öğrencilerin en büyük mazereti "öğretmenim elektrikler kesikti, çalışamadım" sözleriydi. Tabii bu mazeret o kadar çok kullanılır olmuştu ki öğrenciler arasında inandırıcılığını yitirmiş ve alay konusu olmaya başlamıştı. Sonra 1970li yıllar gençliğe doğru yol aldığımız, başımızda kavak yellerinin estiği yıllar...bir şarkı vardı dillerde o yıllarda, Barış Manço'nun söylediği ve çok sevilen, plakları binlerce satan ama sözleri müstehcen (!) bulunduğu için radyoda çalınması yasak olan bir şarkı "Lambaya Püf De... "Demek ki biz hep yasaklar ülkesinde yaşamışız... Sonra Kıbrıs olayları ve karartma günleri...pencerelerimize kalın battaniyeler ya da siyah kalın perdeler takar, en düşük voltlu lambaları yakardık savaş uçaklarına hedef olmamak için, sokak lambaları da yakılmazdı...şehirler,karanlık bastı mı hayalet şehirlere dönüşürdü... Sonra yıllar yıllar geçti aradan, 20.yüzyıldan 21.yüzyıla geçtik, artık ne elektrik kesintisi var ne de enerji tasarrufu; evler, gökdelenler, avm'ler ışıl ışıl... Ama ülkemin ufukları çok da aydınlık değil, sanki lambanın şişesi islenmiş, etrafı gaz kokusu gibi kötü kokular sarmış...önümüzü göremiyoruz, uyku basıyor ama uyanmamız lazım. "Lambaya püf deme" zamanı mı geldi diye düşünürken tam, bir şangırtıyla kendime geldiğimde bir de baktım ki elimdeki lambanın şişesi yere düşmüş kırılmış... Artık ne "püf" diyeceğimiz lambalar ne de kırılacak şişeler var, şimdilerde bir tıkla söndürebileceğimiz tasarruflu lambalar var sadece...