Yazma Depresyonu ve Yöresel Sağaltımı
-Gücü sınırlı olan ama anlayan insanın düşünmesinin ve ortaya çıkan çaresizliğinin tanımı yoktur. O çıldırtan donmuşluğu anlatacak söz yoktur. İşte yazma sıkıntısı o zaman başlar.-
...
bilinen öyküdür,
adam olması beklenir öncelikle, çocuktan,
ben ve ötekiler
ne vali olabildi ne de adam...
Arka kapakta bu cümleler ve elimde sigara bir resmim vardı. O günlerde Ahmet Kabaklı dahil tüm büyük adamların ders kitaplarında bile tütün delisi, sigaralı resimleri yer alırdı ve sigaranın otuz yıldır süren terörden de, çevre kirliliğinden de, kimsesizlikten, işsizlikten ve açlıktan ve aşksızlıktan da kötü olduğunu henüz bir büyüğümüz ak’ledememişti.
Yirmi yaşında yazdığım ama ancak otuzlu yaşların sonunda yayınlatma cesaretini ve borç parasını bulduğum bugünse 4.baskısını yapan ilk kitabımın arka kapağında işte onlar vardı.
Ülkenin en iyi edebiyat fakültelerinden birini bitiren bir edebiyat öğretmeniydim, dünyayı okumuştum, sahip olmak için neyim varsa tükettiğim binlerce kitabım vardı... ve yine denemeyle sabitti ki dünyanın en güzel aşk mektuplarını yazıyordum, televizyon, radyo programları yapıyor, çalıştığım kentlerin il çapındaki etkinliklerinin kamberi olmayı gururla taşıyordum.
Ben yazmayacaktım da kim yazacaktı?
Yirmi yaşımda yazdığımı, on beş yıl sonra bulduğum borç parayla uydurma bir matbaada sanat ve edebiyat aşkını ağzından hiç düşürmeyen bir matbaacıya acısını hala hissettiğim fahiş bir fiyatla bastırdım...
Bastırmaz olaydım
Sonrası... Yanıtsız bir sessizlikti. O ağır sessizliği şimdi bile olanca netliğiyle anımsar ürperirim...
Neden sonra buz gibi sessizlik çözüldü.
Kimse kitabımdan övgüyle söz etmedi, umutla verdiğim birkaç kişinin de okuduğunu da sanmıyorum, kimse de bıraktığım kitapçıdan satın almadı. İyi ki de almamışlar, neden sonra satılanların parasını da kitapçı ödemeyecekti zaten. Ne var ki bulunduğum küçük kentin kahramanı oldum, ama başka bir nedenle. Utanmadan sigaralı resmini kitabının arkasına koyan kötü örnek bir öğretmen olarak popülerliğime çok emek verdi en yakın arkadaşlarım ve elbet dönemin yerel siyaset dukaları ve uşakları...
Sigara yasakları o zaman olsaydı, yanmıştım. Sigara yüzünden yaşı büyütülerek asılan ilk kişi olacağımı düşünürüm hala.
Yıldım mı? Deli misiniz, yaptığından ders alacak aklım olsaydı zaten yazmazdım. Bir sonraki kitabıma mayolu resmimi koyacağıma yemin ediyordum. Altı ay sonra bir yayınevi ikinci baskısını önerdi kitabın,yaptırdım. Mayolu resmi mi soruyorsunuz, o kadarına cesaret edemedim, ama yine de yakındı arka kapaktaki resmim. Bu kez de resimden beni okuyan İzmir gibi bir yerde maço erkek sıfatını yakıştıracaktı, edebiyat öğretmeni bayan okurlarım. Onunla beraber yeni kitabımı da yazdım ve yayınlattım. O zamanlar böyle çok edebiyat dergisi yok, okurumla yüzleşmek, boyumun ölçüsünü almak için bana öneri getiren gazetelere yazmaya başladım...
O zaman kıyamet koptu.
Yazdığım gazetenin bana layık olmadığını, kendi gazetelerine yazmamın yazarlığıma ufuklar açacağını çabucak gören dönemin garip koalisyon iktidarının yerel uzantıları, milletvekili adayı da olan okul müdürüm kanalıyla ikna için her yolu denedi.
Yazarlık namusu diye bir şey vardı, hiç görmemiştim, görmedim de, ama Zola'dan biliyordum, vardı ve ben kalemimi kimsenin emrine vermeyecektim. Yanaşmadım.
Yaşadığımız deprem sonrasında herkes canıyla uğraşırken onlarsa affedemedikleri yazarlığımın şanlı direnişini bitirmek için olsa gerek benimle uğraşmayı sürdürdüler ve... yıkılan evimini enkazına çadır açmış olan ben, bu kez başa çıkmaya çapımın yetmeyeceğini anlayıp gönüllü sürgüne gittim.
Zaman su gibi aktı. Yüzlerce yazı yazdım, onlarca etkinlik yaptım, bütün Tüyaplarda aşkla seferberdim, salt kendim değil, derginin yazarlarını da taşıdım. Çok ilk kez yazanı, kitaplı yazar oluncaya değin destekledim, omuz verdim, başarınca ilk bana elbette dergiye de omuz silktiğini de gördüm. Bir güvercin uçurmakla peygamber olunmaz deyip on kitap yazdım ve on yıldır da sorumlusu olduğum bir kültür sanat edebiyat dergisini yaşatmak için cenk ediyorum. Kimlerle mi? Sistemle, basın yasasıyla, deneyimli ama egosu deli, kendinden başka peygamber tanımayan yazarla, şairle, deneyimsiz, kırk yaşına kadar bir yerde yazısı bile yayınlanmamış, ama potansiyeli olduğuna çok inanan, ilk kitabı çıktığında Orhan Pamuk'un bir milyon ödüllü Nobelli hali olacağına çok emin yazma özentisi, ama bilinç ve nezaketinden yoksun arife dangalak böcekleriyle, gerçekten iyi niyetli, emeğe saygılı, ama rotasını çizemeyen, kendine hedefler koyamayan yeni yazanla, dergiye özveriyle destek veren, iyi de yazan ama işbirliği yapmayı birilerinin boyunduruğuna girmek olarak alan insan egosu, yazarlığından daha gelişkin arkadaşlarımla, ortada bir pasta varmış gibi ben yiyeceğim diyerek birbirini boğazlayan öteki imece dergilerle... Ellerimle armağan ettiğim kitabı bir salyangozmuş gibi küçümser bir edayla tutarak, yaşamında ilk okuduğu kitap benimki olduğu halde inanılmaz bilmiş, "sende mi yazdın, şu sayfada benden söz ediyorsun, kadına/erkeğe çevirmişsin beni ama kaçmaz, tanıdım..." diye edebi hikmetler yumurtlayan arkadaşlarımla hatta akrabalarımla ve elbet para, dağıtım, dizgi, baskı sorunuyla... yani gölgem dahil herkesle ve her şeyle... bir kendi adıma değil, kitabına emeğine sahip çıkmaya çalıştığım arkadaşlarım adına da...
Gülmeyin fare delikten geçemez ama kuyruğuna teneke bağlarmış, olsun kahramanlık ütopyamızdır.
Hala düşünürüm, bana onca sıkıntı, masraf ve emeğe malolan, hiçbir maddi geri dönüşünü göremediğim bir kitap ne kadar sihirli bir güçmüş ve ne kadar haset uyandırıyormuş. Çoğu yazan çizenin başına benzer şeylerin geldiğini, bazılarının ailelerinin bile bu beklenmedik piyangoya dayanamayıp dağıldıklarını duymak da beni teselli etmiyor.
Sürecin başlangıcını, onca yıldır verdiğim bu uzaktan anlaşılmaz, yanındaysa hiç katlanılmaz, körlemesine mücadeleyi bilen, sağ olsunlar aklıma güvenen, boşa kürek çekmeyeceğime de inanan dostlar, benim mutlaka bir zengin maden yakaladığıma ve bu nedenle inat ettiğime ve kesin büyük adam olduğuma emin soruyorlar. Başlangıçta yılmadan anlatıyordum. Çok söz ediyordum ama anlattıklarımda bilinen anlamda bir kazanım olmadığını görünce bana besledikleri güvenin sarsıldığını görüyor, ağlayasım geliyordu. Oysa bana kalsa ben istediğimi elde etmiş, çok şey kazanmış, ancak ülkenin çok küçük bir azınlığının ulaştığına ermeyi başarmıştım.
İlk kitabımda fal açmamıştım, ama doğru görüyormuşum. Deneylerden sabitti. Her ne kadar bu ülkede büyük adamlığın yolu emekten ve akıldan geçmiyorsa da, elbette akıllı çocukların büyük adam olması beklentisi doğaldı. Ne var ki ben ve bana benzeyenlerin sistemce onanmış ne vali ne de büyük adam olamayacağını yetmişli yıllar zaten kanıtlamıştı.
Herkes eksiğinin peşinde koşar.
Benim için yazmak, elbet öğrendiğim bir okul, kendimi geliştirdiğim bir arena, evrene bir müdahale, haksızlığa karşı bir savaşma biçimi, kavgayı asla kaybetmeyeceğim bir alana çekme yöntemiydi, doğru. Ama hepsinden doğrusu benim için yazmak, kimsenin giremeyeceği, şifrelerini çözemeyeceği kendi özelimi yaratmaktı.
Vali olmak değil...
Bana kalsa eşsiz bir saltanatım var ama...
Gene de onca yıldan sonra sormadan edemiyorum: Bunca sıkıntıya değer miydi?
Bunu yanıtını geçmişte aramak gerek. Atalarımız demiş ya, insan istemesin, ya mevlasını bulur ya belasını…
***
Yetmişli yıllarda, kitaba göre, Tanrının, yeryüzüne inse seçecek olduğu bir mesleğe başlamıştım: Öğretmenliğe. Yaşım daha henüz on altıydı. Bizim kuşak, hepsi de ithal olsa da, kraldan daha kralcı sarıldığı uzun saçları, mini etekleri, dünyayı değiştirmeye kararlı düşünceleriyle, Müslüman mahallesinde salyangoz satan akılsız tüccarlar örneği yaşam gerçeğinin dışında bir yerlerdeydi. Yani uyum bile tek başına teslimiyetti ve düşkünlüktü. Oysa akıl, yaşama uyum kabiliyetidir ve güya biz, her genç gibi çok akıllıydık.
Sivas’a yürüyerek on iki saatte ulaştığım bir köyde öğretmendim. Sorarsan Tanrının seçeceği mesleği yapıyordum. Oysa hiç itibarım, önemim yoktu. Ne bilinen anlamda okulum vardı, ne de görünen öğrencim. Bir ahırı hem okul, hem evim yapmıştım, görmek istersem öğrencileri de tarlada ya da hayvan güderken bulabilirdim. Mesleğini aldığımız Tanrıya gösterilen saygıyı beklemesek de, sonuçta biz burada devleti temsil ediyorduk, hani sahibinden dolayı köpeğine itibar edilir ya, ona benzer bir itibara da razıydık, yoktu. Davranışta ve konuşmada siyaset bilmeyen bir gencin, tarlada çalıştırdıkları çocuklarını okula göndermeleri için sıkıştırdığı köylüyle iletişiminin iyi olması zaten zordu. Gidip şikâyetçi olduğum devletin de onca sıkıntısı içinde ben neydim ki? Gördüğün eğitime, savunduğun tüm görkemli ideallere, ettiğin büyük sözlere karşın gerçeğin aynasında ağırlığın, boyun, kilon belliydi: Sen hiçtin, sen yoktun. Ne yapardın?
Düşünürdün.
Gücü sınırlı olan ama anlayan insanın düşünmesinin ve ortaya çıkan çaresizliğinin tanımı yoktur. O çıldırtan donmuşluğu anlatacak söz yoktur. İşte anlatma arzusu ve yazma sıkıntısı o zaman başlar.
Bir başladı mı da durmaz… Sonsuza değin kanarsın.
Ahırdan bozma okulum ve evim de yazmaya başladım. Yara deşildi. Hiçlikten duyduğum kilitlenme, akışkan bir şeye, değişik de olsa bir eyleme dönüştü: Bir başkaldırıya. O dünyada iyilik asla yenilmiyordu, o dünya hakça dönüyordu. Yaşamın kendindeki hiçbir saçmalığa ve eşitsizliğe izin vermiyordu.
Bu gerçekçi bir edebiyat değildi. Gerçekte yenenler ve yenilenler, ezenler ve ezilenler hep vardır ve eşitlik sadece rastlantıdır. İyi de edebiyat, yani kurmaca hayat, gerçek hayatla örtüşmek zorunda mıydı?
Öyle başladık. Yazmasak, duyduğumuz haksızlık duygusuyla sokağa çıkıp, suçlu bu, diyeceğimiz birilerini yok etmeyi düşünebilirdik. Bize karşı ve acımasız olan dünyaya, aynı silahlarla saldırabilirdik. Oysa biz, yarası neyse sağalmış, sorunu neyse giderilmiş bir dünya da, tüm insanlarla birlikte yaşamak istiyorduk. Nihayet yenilmediğimiz dünyalar yaratmak için…ya da yenilsek de, cümle alemin alkış duyacağı görkemli ölümler olacaktı bizimkisi, onun için yazdık. Hiçbir şey olmasa da kendi ruhumuzu kendi tükürüğümüzle iyileştirecektik. Öyle yazdık.
Yazarken aklımızın kenarında bile değildi yayınlamak.
***
Son gemi, bir öncekine bakarak yapılır, her adım, bir sonrakini getirir. Gün oldu, yazdıklarımız kalıcı olsun dedik, birileriyle paylaşmak istedik. Gün oldu, yaralarımızı iyileştirme alçakgönüllülüğü, başkalarının yaralarını da iyileştirebiliriz öz güvenine dönüştü, kim bilir. Her ne ise derdimiz paylaşmaktı. Yazdığını paylaşmak kitapla olurdu. Hesaplamadığımız, engin aklımızla göremediğimiz, aynamızdaki kör nokta orasıydı. Biz, kör noktaları yığınla olanlardan olmasaydık, onca kurmaca yaşamı üretecek kadar işlek aklımızla en azından ilk depremde yıkılacak hanlar, hamamlar diken müteahhitler, bankaları deveyle götüren tüccarlar, halkını birbirine kırdıran politikacılar olurduk. Anlayamadık.
Hepimiz, önce o duvara tosladık, sonra biriktikçe biriktik.
Bu ülkede bankazedeler, depremzedeler kadar, yayıncızedeler de vardır.
***
Biz yeni yazanlar ordusu, belki başka ırmaklardan geliyorduk, belki başka savaşların yenikleriydik ama ortak bir yana sahiptik: İster aşkımızı, ister dünyamızı bizi yenen neyse onu, terk etme değil, daha yaşanır kılma derdindeydik ve tek silahımız düşüncelerimizdi; yani yazdıklarımız.
Gene hiçtik. Oysa şimdi kelli felli adamlardık, fakültelerimizi de bitirmiş, az da olsa para da kazanmış, birkaç milletvekili de tanıdığı olan insanlardık, az mı?
Niye, bizi kimse bando mızıkayla karşılamadı?
***
Burma bıyıklı, altın kolyeli, altın dişli, göbeğine kadar açık yakalı, purolu, yatlı katlı birileriydi ya da çulsuz, bastığı her kitapta milyarderlik hayalleri kuran bir tezgahtardı yayıncı. Ve kitapla, sanatla ilgisi, göğün denizle ilgisi kadardı. O bir tek şey bilirdi. Yazarın emeğinden daha zengin olmak…
İlk tanımlama buydu ama gerçek bu değildi.
***
Bizdeki her yaşam yorgunu ki daha çok ilk gençlikte çıkar ortaya bu tipler, duyarlı bir ruh yapısına sahipse ve azıcık da mürekkep yalamışsa her yenilgisinde kaleme kâğıda sarılır. O yüzden şairi de, yazanı da hayli çok bir toplumuz. Hal budur ya, sövgülerdeki başarımızı bir yana koyarsak, anlatıda şöyle ele gelir çok ürün ürettiğimiz de söylenemez ya. Yine de yazdığımızı yayınlatırsak yetkinliğimiz perçinlenecek gelir bize. Oysa yüz bin basılıp da kapağı bile açılmayan birçok kitabın yanında, adamın birinin el yazması kitabının, ortaçağın karanlığından bu güne bir deha ürünü olarak taşındığını görünce, tek başına kitabın basımının başarının kanıtı olmadığının da fark edilmesi gerekir ya, nerde?
***
Yayıncılık tıpkı bakkallık, konfeksiyonculuk, meyhanecilik gibi bir ticari iştir. Ulvi değerlerle donanmış, insanlığı karşılıksız aydınlatmak derdinde olan kutsal makamlar değildir. Para kazanmak hem meşru hakkı, hem de tek mantığıdır. Bunu da kitap satarak yapacaktır.
Ticari anlamda kitap nedir?
Birilerinin en az bir yılda ürettiği, bir harcanarak beş ya da on beş kat arası fiyatla tüketilebilen, solmayan, modası geçmeyen, çürümeyen, bin yıl sonra da değerli olan, iç çamaşırının en iyisinden daha çok sürümü olan bir meta. Fiyatı nasıl paylaşılır: On beş yeni Türk liralık bir kitabın, beşi dağıtım şirketine gider, biri matbaa, dizgi, kapak ve benzerlerine gider, geri kalan yayımcıya, hani durmadan ağlayan yayımcıya, biri de, evet sadece biri yazara kalır. Ki bu yüzde sekizlik, onluk oran demektir ki, çok az yazara nasiptir.
Bu ideal haldir. Ülkemde asıl yaygın hal şudur ki, yukarıdaki üretim ve paylaşım tablosu hemen hemen aynı olsa da, bir yanı eksiktir. Bu bire on beş veren altın yumurtlayan tavuktan çok az yayıncı zengin olur: Çünkü çoğu kitap aradaki dağıtımcı ve perakendeci ikilisinde yok olur, geri dönmez.
Yayıncı nedir ve kaç tiptir? Yayıncı meşru yoldan kazanç sağlayan her hangi bir tüccardır. Genel de üç tip olurlar. Biri şöyle ya da böyle kitap, matbaa işine bulaşmış, yani çekirdekten gelme ve sonunda kendi işini kurmaya karar vermiş, bakmış ki, bir milyona mal edilen bir kitap on beş katına satılabiliyor, dünyanın en karlı işi olarak görmüş ve o işe soyunmuştur. Onun yazmayla çizmeyle ilgisi, fatura yazmaktan öte değildir, bu birinci tip.
İkinci tipse, yayıncının duvarında yığılmaktan yorulan yazar, o dünyaya mutfaktan dalmaya karar verir. Açar dükkânını, önce kendi kitaplarını basar, ardından başkalarınınkini. Kısa bir süre sonra ticaretin kurallarını işletmesi gerekliliğini, alacaklılar hatırlatmaya başlayınca o da para kazanmaya karar verir. Verir ya, ticaretin hiç katlanamadığı, ütopik felsefeli bir tüccar yazardır.
Üçüncü tipse, parası vardır, karlı bir iş peşindedir, kitabı seçer. Yeryüzünde bire on beş verecek, at yarışı dışında başka hiçbir uğraş yoktur ki at yarışında kaybetme olasılığı da vardır. Ve para kazanır.
Üç tip yayımcının da ortak özelliği, kitabı üretenin yüzde on çevresindeki hakkından mümkün olduğunca kısmaktır.
Yazarlar kaç tip olur:
Bir gerçekten iyi yazanlar, orta halli yazanlar, kötü yazanlar. İyi yazanlara yayınevleri kapılarını açar. Orta hallilere ara sıra, kötülere ve de yenilere hiç bakmaz.
Bu tanımlama da doğru değil.
Bizdeki yayınevlerini, bir ikisi dışında, iyi yazmak, kötü yazmak hiç ilgilendirmez. Yeni yazarla ya da eski yazarla hiç ilgilenmediği gibi. Sadece o kitabın satıp satmayacağıyla ilgilenir. O nedenle, bir eski tanınmış dansözün yazdığını, Nobel alacak bir kitaba haklı olarak yeğler. Çünkü bizde o okuyucu vardır, futbolda iyi olanın, kitabında iyisini yazdığı sanılır, Kız Tavlama Sanatı’nı okursa tüm kızları ayartacağını, Saç Çıkarma Yöntemleri’ni okursa sırma saçları olacağını sanır. Okur tipi bu olunca geriye yayıncının yapacağı hiçbir şey kalmaz. O mantığını yürütür; ben bir iş yeri çalıştırıyorum, emeğim para kazanabilmek için, satmayan kitap Nobel alsa bana ne? Peki, kimi zaman çıkan, niteliğini tüm dünyaya kanıtlamış iyi kitaplar bizde nasıl çıkıyor? Çok basit: O niteliğini kanıtlamak sırasında ve süreçte kendi reklamını da yapmış olduğundan, yayınevi de satacağına kesin gözüyle bakar ve o kitabı dünyanın telifini ödeyerek alır basar. Ya da çalarak, yani korsan basar.
Genelde tüm Türk yazarların ortak özelliği de, her yazanın yazdığına yüz yılın en iyisi gözüyle bakmasıdır. Doğal olarak da ne olursa olsun kitabını bastırmak temel amacıdır. Ne var ki bunun ekonomik giderini kendisi değil başkasının üstlenmesini bekler. Başkası da garantisi olmayana neden yatırım yapsın? Çıkmaz sokak ve yığılma da orda başlar.
O zaman yeni yazan, ne yaparsa en doğrusudur?
Satacağı kesinleşene değin, dergilerde gazetelerde yazmalı. Kitabının sadece beşte biriyle parasını çıkarabileceğin bilerek ilk kitabını kendi üretmeli. O sınanmayı alnının akıyla aştıktan sonra da emeğinin karşılığını verecek yayınevini buluncaya değin dayanmalı. Bunun bir toplu grev olduğunu düşünün, kimsenin yazmadığı bir ülke. Aradan birkaç kişi, fırsat bu fırsat deyip grevi kırmazsa olacağı düşünün. O yayıncıyı bulamazsanız, bu ülkede son yüz yolda sanattan, hele ki edebiyattan, en büyük yayınevlerinde kitapları basılanlar da dahil, zengin olanın görülmediğini ama seçiminiz olan bir onuru sergilediğinizi düşünüp övünün. Sakın fare dağa küsmüş de, dağın haberi olmamış türküsünü söyleyenlere bakmayın. Basacak kitap bulamayan yayıncı, okuyacak adam gibi kitap bulamayan okur, sonunda seni bulacaktır. Bulmazsa ne gam, sen zaten yazdığını yaranı iyileştirmek için üretmemiş miydin? O değil, onu okuma şansını bulamayan üzülsün. Bir yayınevinden çıkmak bir kitabı iyi yapmıyor. Aksine kitabınız iyi değilse bir yayınevinden çıkmak kötülüğü yaygın kanı biçimine hızla döndürmeye yarar. O halde iyiliğinizi kanıtlayana değin yazın. İyiliğin demlenmesinin zaman aldığını hiç unutmayın. Belki bir gecede birileri ermiş olabilir, birileri üç günde inşaattan türkücülüğe geçebilir, birileri iki ayda arka mahalleden sinema sanatçılığına sıçrayabilir, ama hiç kimse iyi bir eğitim almadan, müthiş bir yaşam deneyi geçirmeden, yaşadığını kendi içinde cehennem acılarıyla harmanlamadan yazar olamaz.
O halde, para kazanmaktan vazgeçen yayıncılar doğana değin değil, sizsiz olmayacağına inanan yayıncılar ve okuyucular doğuncaya değin yazın.
Zor gözüküyor değil mi?
Ayrıca değer mi?
Yazmak için bu denli mücadele verecek yerde kafayı çalıştırıp yat kat sahibi ya dilini uydurup iktidar partisinin bir kenarından tutunup çok şey olmak varken yazar olmak için bunca emeğe değer mi?
Bilmem ki?
Bana kalsa eşsiz bir saltanatım var ama...
Yazma depresyonuna girmeyen hiç bilmez. Geçenlerde "Bursa'nın Değerlileri" sergisinde Deli Ayten, Zeki Müren'den sonra seçilen birkaç kişiden biri olduğumu, sergi salonunda büyük boy resmimi sergilediklerini görünce duyduğum gururu söylesem, biliyorum ona da gülüp geçersiniz.
Yine de sormadan edemiyorum, hiç kimseden yardımsız, kendi emeğimizle yaptığımız ve salt bize özel, aklımızı ve yüreğimizi koyduğumuz, başarırsa insanlık durdukça bütün çağları aşabilecek başka neyimiz vardı?