Köy Öğretmeni
On altı yaşıma altı ay kala Sivas’ta göreve başlamış öğretmen ve marangozun hatası okul müdürüydüm.
İlk maaşımla bir gözlük, Sivas’ın yaz sıcağında fazla gelen, ama bana dünya güzeli gözüken bir ceket, İspanyol paça ama daracık bir pantolon almış, gömleğin önünü açıp onca zaman üç numaraya mahkum edilmiş saçlarımı, hasretle beklediği özgürlüğüne bırakıp uzatmış, fotoğrafçıda zaferimin bir resmini çektirmiştim.
Ne güvenli, ne mağrurdum ama şimdi.
Dükkân camlarını bir seviyordum ki… Bir de geçtikten sonra bir şey unutmuş muyum gibi yapıp beni süzen kızların yakaladığım bakışlarını… Belki de kimisi, bu garip yaratık da ne diyordu, ama bir de bana sor...
Tıpkı yurtdışından gelen ilk işçiler gibiydik. Ya da Harlem'in arka sokaklarından yıldızı parlayarak öne çıkan zenci genci... Bazılarımız ilk maaşlarını o güne kadar bir Almancılarda gördüğümüz teyplere ya da bond tipi çantalara monte edilmiş pikaplara, kırkbeşlik plaklara yatırmış, elinde dolaşıyor, her fırsatta da açıp Yurdaer Doğulu’nun moda müziği Şehnaz Tangoyu dinliyordu, ömrü tangoyla geçmiş gibi değilse de artık hiçbir oyun havasına bakmadan Tango ya da valsle yaşayacak gibi…
Savunmaya gerek yok, hepimiz sonradan görmelere dönmüştük. Öğrenecektik işte...
Mutluydum, artık saçımı üç numara kestirmek, şapka takmak, sigaramı saklamak zorunda değildim. İstediğim gibi giyinmek için param da vardı. Kimse ne paçama, ne saçıma ne kolyeme bir şey diyemezdi…
Sonra kura çektik bir büyük salonda… Divrik'in yakın olduğu bilenlerce söylenen bir köyüne verilmiştim.
İlçeye gittiğimde nasıl olduysa atandığım köyde öğretmen ihtiyacı olmadığı ortaya çıkacak, beni uzak bir köye göndereceklerdi.
Anlamadığım bir şey olmuştu, sanırım saçım, kılığım beni sevimsiz göstermeye yetmişti.
İçimde bir dünya cam kırıldı… Şangır şangır, her biri bir yerime, karaciğer. mide…deyip saplanan dünya cam…Hissetsem de okulumu çalmalarına bir şey diyemedim. Yapabileceğim bir şey yoktu. Olsa da ne ne yapacağımı ne de nasıl yapılacağını biliyordum. Parmak kadar bir çocuk ve yabancıydım.
Bir ay sonra huzursuz, hep isyan olsam da o zorlama okuluma ulaşmak için güçlükle bulduğum bir traktörün sırtında dağ yollarındaydım.
Kaplumbağa kadar yavaş giden traktörün römorkunda kaç kişiydik şimdi anımsamıyorum, ama balık istifi üst üste yığılmıştık. Hepsi de dünyanın en araziye uyan, görünmeyi sevmeyen renklerinden yapılmış eski giysilerine bürünmüş şapkalı, nikotinden sararmış sakallı, posbıyıklı, kavruk insanlardı. Herhalde kente inmenin onuruna bolca dökündükleri tür tür kolonyalara, ağır bir ter kokusu da ekleniyordu. Anlamakta zorlandığım bir yöresellikle, bazen de hiç kavrayamadığım sözcüklerle, ama bana değmeyen bir dille durmadan konuşuyorlardı.
Ben uzaydan düşmüş, dünya dışı bir yaratık gibi aralarındaydım, ama sanki hiç yoktum. Bozuk yollarda kaplumbağalığı bırakıp oransız tekerlerinin üstünde şaha kalkmış ata dönen motorda EMİR KUSTURİCA’nın özellikle yerleştirdiği bir model gibi ilgisiz ama ilginç duruyordum. Çevremdekilerle iletişim kuramayacağımı fark etmiş, çekildiğim köşemde kenarlıklara sımsıkı tutunarak içime dönmüştüm. Şimdi, yaşadıklarıma buradan bakınca iyice inanıyordum ki, yönetmeni manyak, çılgın bir filmdi bu. O yönetmeni bir yakalasam… diyemeyecek kadar çaresiz düşmüş, değil yarın, az sonra indi inecek gecede ne yapacağımı bilmeden kaderime teslim olmuş, şimdi dünyanın tavanına yakın olduğuna hükmettiğim bir yerden, Tecer dağlarının üstünden gidiyorduk.
Ne kadar gittik bilmiyorum, ne kadar yükseldik dağın üstünde… Gün geceye teslim oldu, dört yanımız zifir zindan bir geceyle perde gibi örtüldü. Sonra gökyüzü lacivert bir aydınlıkla içten içe yandı yandı… Ardından ateşböcekleri kadar çok yıldız döküldü üstümüze…
Evet, burada gece gündüzüne uymayacak dende muhteşemdi… Traktörün sağlam tek farının deldiği gecede zaman zaman çıplak, zaman zaman bodur ağaçların kapladığı arazilerden geçtik. Bir ırmak içinden ilerledik. Sonra solgun ışıkların belli belirsiz aydınlattığı toprakla bir evlerin arasından geçip birinin önünde durduk. Bir anda boşaldı römork, onca insan karanlığın içinde gürültülü konuşmalarla kayboldu, bir ben ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilmeden yerimde kalakaldım. Yok emindim, böyle bir senaryoyu o manyak yönetmen de yazamazdı. Önünde durduğumuz yer şimdi daha belirgindi, dar kapısından sızan ışıkta incik, boncukla, top top kumaşlarla, daha doğrusu aklınıza gelecek her şeyle dolu raflar gözüküyordu. Benzetemesem de galiba bir bakkal dükkânıydı. İçerden sürücüyle birlik salt bıyık gözüken bir yüzle sahibi çıktı ve beni görünce irkildi. Kendine ait olduğu belli olan kasaları, teneke kutuları aşağı indirirken bir yandan bana bakıyordu. Bense hala ne yapacağımı bilemeden oturuyordum. Son kutuyu da aldı adam, dükkâna bıraktı, dönüp sürücünün parasını verdi. “Sen inmeyecek misin Yezit? “ dedi bana, hiç beklemediğim bir rahatlıkla. Yezit! Anlamıştım… Hüseyin’i katledenleri kastediyordu. Aslında beni iğneliyordu ama o seslenişte bir şaka, bir insani taraf var diye düşünmüştüm… İyi düşünmekten başka da şansım yoktu ki… “Benim adım Hüseyin, Yezit değil,” diyebildim. Posbıyıkları neşeyle oynadı, sonra gürültülü bir biçimde güldü. “ İnsene o zaman Hüseyin,” dedi ,”Kerbela’nı buldun işte...” Tutunabileceğim tek o vardı, inmek için kımıldadım. Saatlerdir aynı durumda kalan uyuşan bacaklarım zorlandı. Gene de yan korkulukları aşarak inmeye çalıştım. Bir yandan da ocağımla tüpümü kenara almaya çalışıyordum. Tam o anda bir çatırtıyla olan oldu. İnerken zorlanan dar pantolonum, arkasından başlayarak bir bacağım boyunca dizime kadar söküldü. Daha aşağılayıcısı ve kötüsü olamazdı. Bana okulda öğretilen her şeye sövdüm. Onlara inanan kendi aklıma da… Her gün tıraş olacakmışız, öğrenciye, çevremize örnek olmak için ütülü, kravatlı elbiseli olacakmışız… Burada şayaktan bir iş tulumu gerekliydi yaşamak için. Elbise değil…
Bakkalı bir gülme aldı, neden sonra; “Geç içeri” diye dükkânı gösterdi bana, bakkal.” Geç pantolonunu da çıkar…”
Kuzu kuzu dediğini yaptım, olay yönetme yeteneği vardı adamın ya da şu an benim yerime karara veren sevdiğim oluyordu.. Tezgâhımsı bir şeyin ardında sığınıp pantolonumu çıkardım. Bakkal aldı, kayboldu… Sonra elinde eski, yamalı, ama temiz bir pantolona benzer, içinde kaybolduğum bir şeyle geri geldi. “Nereye gidiyorsun,” dedi. “ Herhalde öğretmensin…”
Zaman zaman çok düzgünleşen bir konuşması vardı. Gittiğim köyün adını söyleyince; “Uzak değil buraya, ama şimdi gidemezsin, sabah gidersin… Belki geçen bir traktör olur ona da eşyalarını veririz. “ Ne yapacağım şimdi, der gibi yüzüne baktığımı görünce, “Burada kalırsın,” dedi. *** O gece orda kaldım, bakkalın hemen yanındaki konuk odasında. Sabah da herhalde karısının eliyle ancak kaba saba dikebildiği pantolonumu giydim, kavurma ve çaydan oluşan kahvaltımı yaptım. Bakkalın geçen bir motorcuyu durdurup söylemesi üzerine eşyalarımı koyup çok uzak olmayan köyüme, dere yatağı boyunca, bostanların arasından yöneldik. Muhtarı bulmam zor olmadı. Ama ne ben ilgilendiriyordum onu ne de okul kavramı. O kadarla bitmiyordu, daha büyük düş kırıklığı beni bekliyordu. Okul diye bir bina yoktu. Boş bir evin odasından tek göz bir sınıf yapmışlardı. Okula dair tek işaret duvarlardan birine alt alta çakılı katranla boyanmış tahtalar, önüne dizilmiş ilkel yöntemlerle yapılmış sıralar vardı. Hepsi buydu. Ben etrafta işime yarayacak bir şeyler aranırken muhtar ortadan kayboldu. Bir daha da gözükmedi…
Ne kadar kaldım orada bilmiyorum. Evin önünde dolanıp durdum, ördükçe ördüm, kahırlandıkça kahırlandım. Neden sonra bir motor sesi duydum, kapıya çıktım. Sabah beni getiren motorcu geri dönüyordu. Elimle işaret ettim durdu. Geldiği yere dönüyordu. Şaşkın bakışları altında eşyalarımı götürüp yerleştirdim, sonra da bindim… Dönüp köye bir daha bakmadım.
Derslerde öğretilen çok şey aklıma geliyordu, burada hiç işime yaramayan çok şey. En çok Tonguçlar, Yüceller; onların mücadelesi... Bir dirençsizliğime kızıyordum, bir devletin aldırışsızlığına, kötü ev sahipliğine... Aşağı köye varınca ocağı, tenceremi bakkala hatıra bıraktım, araba bulacağım en yakın yeri sordum… Niye diye sormadı bakkal, eşyaları aldı... Yolu tarif etti. Şu ırmağı aş, şu dağı geç, şu yola ulaş, sonra şu köye varırsın, sonra… Hiç bilmeyen biri için iyi bir harıtaydı.
“Beş altı saat yürümen gerekecek, “ dedi. “Cürek Maden Sitesinde bulabilirsin… Belki yollarda da bir Almancıya ya da bir motora denk gelirsin. ”
Kalktım, elini sıkıp sarılıp öptüm. “ Anlaşıldı. Sen Kerbela’da kalmayacak Hüseyinlerdensin… Yolun açık olsun…”
Hüseyin ölüyordu. Bense kaçıyordum. İçim doldu... Bakkalı ve köyü geride bırakan ırmak yatağını aşınca ağlamaya başladım. Ağladıkça açılıyordum. Bir süre sonra bağıra bağıra şarkı söylüyordum. Dağlardan tepelerden o hiç bilmediğim yollardan tesadüfen rastladığım birkaç kişiye sorarak üç saat sonra Cürek’e vardım. Oradan da minibüsle Divriği’ye ulaştığımda geceydi. Hemen otobüse binip gitmeyi düşündüm önce. Sonra aybaşına bir iki gün olduğunu anımsadım, bekleyip maaşımı alabilirdim. Param yetecek miydi? Hadi oteli idare edebilirdim o kadar. Peki yiyecek? Babamdan bana kalan tek armağan kolumdaki saatti.Bir saatçiye girdim, sattım. Az bir para verdiler eski saate… Ama yetti ve aybaşını buldum. Maaşımı almaya gittiğimde ilköğretim müdürü de ordaydı. Kapıdan girince en sıcak gülüşünü takınıp bana bakmasına hiç aldırış etmedim, selam bile vermedim. O da bir şeyleri çözdüğümü hissetmiş olmalı ki, anında karardı ve bakmaz oldu. Bir ara kaymakama çıkıp her şeyi anlatmayı düşündüm. Sonra kapıldığım umutsuzlukla vazgeçtim. Gitsem ne olurdu? Kurada çıkan okulumu elimden aldılar, beni dağlara sürdüler mi? O da biri gidecek, diyecekti bana... Belki de huylanacaklar, maaşımı elimden alacaklar, adamların her emre hazır jandarmaları var, kim bilir belki buna da yetkileri vardır. Maaşımı aldım giden ilk otobüsle önce Divriği’den sonra da Sivas’tan bir daha kazayla bile yolum düşmemesi umuduyla ebediyen ayrıldım. Oysa insan mısın, ebediyetin yoktur... Bilmiyordum.
Şenol Yazıcı