ÖĞRETMENLER GÜNÜMÜZ KUTLU OLSUN MU?
Bizim çocukluğumuzda annelerimizin kabul günleri olurdu; henüz altın günlerinin ya da oyun günlerinin olmadığı dönemler, onlarca çeşit pasta, börek ve yiyeceğin yapılmadığı, annelerin dertleşip sohbet etmek için toplandığı, anne kurabiyesi ile bir çeşit böreğin çayla birlikte ikram edildiği mütevazı kabul günleri.
Mahalledeki bütün teyzeler örgülerini dantellerini alıp gelir, okuldan çıkan çocuklar da akşamüstü dahil olurlardı bu günlere. Keyifli, eğlenceli, sıcacık samimi günlerdi bu kabul günleri ve nedense o günlerde eve gelen yaramaz misafir çocuklarını oyalama görevi hep bana düşerdi, çoğuyla aynı yaşta olmama rağmen.
Bana biçilen bu rolü büyük bir heyecanla benimser, çokbilmiş bir edayla misafir çocukları etrafıma oturtup başlardım onlara masallar ya da hayali öyküler anlatmaya. Evin içine huzurlu bir sessizlik çöker, misafir anneler gülümseyerek çaylarını yudumlardı.
Demek ki bazı meslekler insanın alnına kâl u belâda yazılıyor. Oysa ben o zamanlar ne öğretmen olmayı ne de üniversitede okumayı hayal ederdim. O yıllarda adet olduğu üzere liseyi bitirecek, hanım hanımcık evde oturup hayırlı bir kısmet bekleyecektim. Ama nasip işte... Ortaokul, lise derken kendimi üniversiteden mezun olurken bulmuş, farkında bile olmadan çiçeği burnunda bir öğretmen olmuştum.
1977 yılında İstanbul’da başladım öğretmenliğe, Bolaman, Fatsa ve Antalya’da devam ettikten sonra yine İstanbul’da noktayı koydum; yüreğimde acı-tatlı bir yığın anı ve bugün her biri hayata atılmış, yollarını çizmiş binlerce güzel çocuk…
Öğretmenlik yıllarımın en uzun zamanını geçirdiğim Antalya Gazi Lisesinin yüreğimde ve anılarımda bir başka yeri vardır. 1984 yılında Antalya'ya yeni tayin olmuş ve Çağlayan Lisesinde göreve başlamıştım.
Yaz tatili bitip okullar açıldıktan bir müddet sonra Antalya’da yeni bir lise açılacağı haberini aldık. Aslında yeni eğitim yılı açılmış ve derslere başlanmıştı ama çok cevval bürokratlarımızın aklına Antalya'da yeni bir liseye ihtiyaç olduğu anca gelmişti, ortada ne doğru dürüst bir okul binası ne araç gereç ne de öğretmen vardı.
Neyse, sayın vali ve MEB yetkilileri alelacele DSİ'nin terk ettiği eski, tek katlı, derme çatma bir binayı okul yapmaya karar verdiler ve diğer liselerden de öğretmenleri görevlendirerek sözüm ona okulu açtılar.
Evet okul açılmıştı ve ben de bu okulda görevlendirilen öğretmenlerden biriydim, ekim ayının sonlarına doğru yeni görev yerine gittiğimizde şaşırıp kaldık, tavanları straforla (köpükle) kaplı sırası, tahtası, hizmetlisi ve de öğrencisi olmayan bir okul ve on sekiz tane idealist, genç öğretmen...
Sayın vali bir hafta sonra eğitime başlanacağı müjdesini verdi ve biz o genç öğretmenler; kimimizin elinde süpürge, kimimizin elinde boya badana, bazen cam silip bazen de duvar boyayarak okulu eğitime hazırladık. Sadece altı tane 9. sınıfla okul açıldı Çoğu memur çocuklarından oluşan pırıl pırıl öğrenciler... Böylece genç, idealist, içi cumhuriyet ve Atatürk sevgisiyle dolu bir avuç öğretmen eğitime başladık Gazi Lisesinde.
Ama okul binası tam bir felaket, yağmur yağdı mı sınıflarda ya şemsiye açıyoruz ya da sıraların üstüne kova koyuyoruz ıslanmamak için, bazen ders anlatırken ayaklarımızın dibinden geçen bir fındık faresi ile onu kovalayan kediye bakakalıyoruz.
Burada bir iki anımı anlatmadan geçemeyeceğim: Sınıfların arasındaki duvarlar öylesine inceydi ki sınıfta ne anlatsanız diğer sınıftan duyulurdu, bir gün ders anlatırken sınıfın kapısı çalındı ve diğer edebiyat öğretmeni arkadaşım "Öğretmenim, ne olur biraz kısık sesle ders anlatın; çünkü bitişik sınıfta yazılı sınav yapıyorum ve siz bütün soruların cevaplarını veriyorsunuz" diye dert yandı gülümseyerek.
Bir başka derste ise Süleyman Çelebi'nin Mevlid isimli şiirini anlatıyorum çocuklara. Tam "Yarılıp duvar çıktı nâgehan (ansızın) / Üç bile huri bana oldu ayan (göründü)" beyitini açıklarken sınıfımızın köpükten yapılmış tavanı gerçekten yarıldı ve çatı arasında koşturan kedilerden biri yarı beline kadar tavandan sarkıp, bir müddet sallandıktan sonra sınıfın içine düştü. Tabii ilk andaki korku ve şaşkınlıktan sonra sınıfta kopan kahkahalar arasında zavallı kedicik kaçacak delik aradı.
Bütün bunları niye anlatıyorum? Evet o günlerde böylesine olumsuz ve kısıtlı koşullarda çok iyi bir eğitim vererek o güzel çocuklarımızı çok iyi üniversitelere gönderdik, şimdi hepsi gurur duyduğumuz birer Cumhuriyet çocuğu...
Tabii sonraki yıllarda o eski bina yenilendi, okulun bütün ihtiyaçları karşılandı, öğretmen kadrosu genişledi ama eğitim sisteminin içi öylesine boşaltıldı, öylesine siyasete alet edildi ki milli eğitimimiz, bugünkü hallere gelindi.
Artık okullarımızda öğrencilerini döven, taciz eden öğretmenlerimiz var, ellerindeki telefonlarla öğretmenlerin her anını kameraya alan öğrencilerimiz var. Öğretmenleri oradan oraya savuran bir eğitim sistemimiz var ve biz bütün bu koşullarda anlamını iyice yitirmiş bir öğretmenler gününü daha idrak ediyoruz.
Yüreğim buruk mu buruk, umutlarım kırık mı kırık…Kutlu olsun mu bilemiyorum…
Nurten Bengi Aksoy