Ah İstanbul İstanbul Olalı
Bugün İstanbul'da tam bir sonbahar havası vardı; biraz sert poyrazlı ama pırıl pırıl güneşli, tam gezmelik bir hava... Bu fırsatı değerlendirip düştüm yine yollara. Amacım Karaköy'e gidip oradan Taksim'e uzanan bir gezi yapmaktı. Aslında bu güzergah zaman zaman kendimi unutmak için gezdiğim yerlerdir; ama bu sefer sadece gezmek değil bakmak ve görmekti niyetim ya da yazmak istediğim Pera yazısı için bir anlamda gözlem yapmaktı diyelim.
Kadıköy'den bindiğim vapurda güzel bir mini müzik ziyafetinden sonra Karaköy'e geldim. Yeraltı geçidinden geçerek Tünel'e geldim ama binmedim. Londra'dakinden sonra dünyanın en eski 2. yeraltı toplu taşıma sistemi olan Tünel 17 Ocak 1875'te açılmış ve sadece 90 saniyede sizi yukarı çıkarıyor.
Amacım çevreyi gözlemlemek olduğu için Tünel'in yanından sola doğru Bankalar caddesine yöneldim, o koca koca ihtişamlı binaları seyredip Kamondo merdivenleri denilen ve bir sarayın giriş merdivenlerini anımsatan bir merdivenli sokaktan yukarı, Galata'ya doğru tırmanmaya başladım. Avusturya Lisesi ve Hastanesini dıştan seyredip Cenevizlilerin meşhur Galata Kulesinin dibine yani Kuledibi'ne geldim ve Ceneviz çay bahçesinde kuleyi biraz daha yakından görmek için bir çay molası verdim burada. Kulenin önünde metrelerce uzunlukta çoğunluğu Araplardan oluşan turist kuyruğu vardı ve meydan tıpkı panayır yeri gibiydi.
Bizans İmparatoru Anastasius tarafından 528 yılında Fener Kulesi olarak inşa edilen kule 1204 yılındaki IV. Haçlı Seferinde geniş çapta tahrip olunca daha sonra 1348 yılında "İsa Kulesi" adıyla yığma taşlar kullanılarak Cenevizliler tarafından yeniden yapılmış ve kentin en büyük binası olmuş. İşte kuleye bakıp bunları düşünürken birden Ümit Yaşar Oğuzcan düştü aklıma. Bir babanın yaşayacağı en büyük acıyı yaşayan ve bunu dizelere döken adam...
6 Haziran 1973
Pırıl pırıl bir yaz günüydü
Aydınlıktı, güzeldi dünya
Bir adam düştü o gün Galata Kulesi’nden
Kendini bir anda bıraktı boşluğa
Ömrünün baharında
Bu adam benim oğlumdu...
Bütün umutlarıyla birlikte
Paramparça oldu
Çayımı yudumlarken şöyle eskilere gittim. Fatih Sultan'ın gemilerini karadan yüzdürmesi, bu semtin çok renkli kozmopolit nüfusu, 6-7 eylül olayları birer birer geçti gözümün önünden. Kocaman görkemli kiliselerin yanında, adeta kendini gizler gibi, İslamiyetteki tevazunun simgesi minicik mescitlerin önünden geçtim, günümüzde yapılan binlerce metrekarelik camileri düşünerek.
Sonra Galata Mevlevihanesine geldim. Divan şiirinin son sesi sayılan Şeyh Galib'i anarak bahçedeki çilehanenin içine girdim, çok yüksek merdivenlerle inilen taş bir hücre...galiba benim de biraz çilem varmış ki az daha çıkamıyordum dışarı...
Neyse Tünel'e doğru nefes nefese yürümeye başladım, bir zamanlar Beyoğlu nikah dairesi olan Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezinin önüne geldiğimde, tam otuz iki yıl önce o kapıdan gelinliği ile çıkan bir genç kız geldi, dolan gözlerimin önüne...sol yanımdaki sızıya aldırmadan yürümeye devam ettim.
Şimdilerde bahçesindeki onlarca kediden dolayı "kedili han" denilen eski harap binanın önüne geldim. Kapıdaki levhayı okuduğumda içim cız etti. Burası 1845 yılına kadar Rus elçiliği olarak kullanılan Narmanlı Hanı; kimler gelip geçmemiş ki buradan. Ahmet Hamdi Tanpınar 1944-1951 yılları arasında burada yaşamış ve eserlerini yazmış. Ondan başka Bedri Rahmi Eyüboğlu ve ressam Aliye Berger de burda yaşamışlar.
Biraz daha yürüdüğümde adeta birbirlerine nisbet yaparcasına yolun iki tarafında duran, Osmanlının son dönemlerinden, belki bir on sene öncesine kadar sanat dünyasının ve sanatçıların mekanı olan Lebon ve Markiz pastanelerini görüdüm, zamana ayak uydurmak adına içleri boşaltılmış, ruhsuzlaşmış...
Belki de yüzyıllardır İstanbul'un en renkli semti olan İstiklal caddesi,artık eskisi gibi renkli değil, siyası kavgalara, teröre alet edildiğinden son zamanlarda boynu hayli bükük ve ıssız, hâlâ tomalar kol geziyor gövde gösterisi yaparcasına ve sanki hâlâ havada biber gazı kokusu var.
Çoğu boşaltılmış dükkanların önünde, kucağındaki eli yüzü kir içinde çocuklarıyla dilenen Suriyeli dilenciler, köşe başlarında çeşitli enstürmanlarıyla şarkı söyleyen gençler, yaşlılar...
Taksime doğru yürüyorum ve bir başka bina içimi burkuyor yine; İstiklal Marşımızın yazarı Mehmet Akif'in vefat ettiği Mısırlı Apartmanını görüyorum. Sonra üstlerindeki sarılı kırmızılı formalarıyla avaz avaz bağıran gençlerin okuluna geliyorum; Mekteb-i Sultani yani Galatasaray Lisesi Tevfik Fikret'in hayali geçiyor bir an önümden... Kim bilir buradan daha kimler kimler gelip geçmiş, tıpkı Çiçek Pasajından gelip geçenler gibi...
Yavaş yavaş yorulduğumu hissediyorum zavallı Emek Sinemasının önünden geçerken, ve tıpkı orası gibi yerinden edilen, ama yeni mekanında da aynı lezzetini devam ettiren meşhur İnci Pastanesine geliyorum soluklanmak için, çayımı içerken sokağın içindeki eski, terk edilmiş, boynu bükük azınlık evlerine bakıyorum ve bu coğrafyada yaşayan insanların ne kadar da çilekeş olduklarını düşünüyorum.
Görmem gereken iki üç mekan daha var; vaktiyle atlı tramvayların atlarının ahırı oan "Dingonun Ahırı" nın sokağına bakıyorum, oradan da yine ihtişamlı ve tarihi binalarıyla göz kamaştıran Zapyon Rum Lisesi ile Eseyan Ermeni Lisesi ve Aya Triada kiliselerinin önünden geçip geri dönüyorum, ve bu güzel yapılar arasında çürük diş (!) gibi sırıtan yeni binalara acıyarak bakıp Karaköye doğru yollanıyorum.
Dönüş vapurunda yine iki güzel genç ve muhteşem klarnet sesi eşliğinde "Hasretinden Yandı Gönlüm" şarkısı ile "Ah İstanbul, İstanbul Olalı" şarkılarını dinleyip, "bir tatlı huzurla" evime vasıl oluyorum... Aslında daha anlatılacak o kadar çok şey var ki...
n.b.a