ANLATICI
Kasabaya ayak bastığı anda duyulurdu geldiği.
Evden eve aktarılırdı konukluğu. Bir hafta mı, on beş gün mü? Akşam yemeğini dar yerlerdi… O neredeyse oraya…
Bir örtü ardına gizlemediği kınalı saçlarının tek telini kıpırdatmadan ağır ağır konuşurdu, sözcükleri tane tane… Öyle süsleyip püslemeden, öğüt falan vermeden. Kimsenin kıssadan hisse çıkarmasını da beklemezdi.
Kuyu masallarıyla dinleyenleri yer altı dehlizlerinde gezdirir, kurban hikâyeleriyle Hasan ile Hüseyin’e ulaştırırdı. İpek Yolu’nda develerle seyahate çıkarır, görkemli sarayların rengârenk odalarında parlak saten şallara büründürüp şehzadelerin yollarını gözletirdi.
Konuşmadığı anlarda bile pek çok şey anlatırdı varlığı.
Neydi onları çeken? Belki rüzgârı… Belki kimselerde görmedikleri kendinden emin olma hali, tek başınalığı… Belki gezginliği… Belki bakışları…
Kendini tekrar etmeyen tarihini severlerdi belki de.
Lambaların titrek ışığında bir çift iri göze dönüşürdü anlatıcı. Çocuklar Anka kuşunu görürdü onun buğulu gözaklarında, uzak masalların düş kahramanlarını… Genç kızlar gelecek beklentilerini okurdu, anneler sönmeye yüz tutmuş umutlarının dirilişini sezerdi, yaşlılar ölümün korkutucu soluğunu unuturdu…
Bir sabah boş bulunurdu konuk edildiği oda. Düzenlenmiş, izsiz…
Giderken başka bir kasaba bırakırdı ardında.
Bunca hikâyeyi ne zaman, nerelerde biriktirdiğini bilemezdi kasabalılar hatta merak da etmezlerdi.
“Belki öyle biri yoktu.” diye düşünürlerdi birbirlerinden gizli, sağaltılmış ruhlarıyla gündelik yaşamlarına döndüklerinde.
Bir nefeslik zaman aralığıydı anlatıcı, upuzun bir soluk veriş.yazarın yeni çıkan kitabı İsimsiZ'i tanımak isterseniz burayı tıklayın