top of page

MOTİFLER

MOTİFLER

“bütün anneler için şiirle dolu değildir hayat kitabı / ağıt üstüne ağıt yakmadır / ağır yaralı” [1]


Ünlü eleştirmen Bay K.bilgisayar montöründen Bayan K.nın öykülerini okurken, onun içe dönüşlerindeki yakarış dolu sesine kulak verdi.


“Kadın deyince; akıllarına cinsel nesneden başka hiçbir şey, belki ikinci olarak da, itaat etmek zorunda olan bir mahlûk, diye tarif edenlerle geçti gençliğim. Bu öyle bir ideolojidir ki, kadını saçının telinden bile utandırırlar, bu yüzden kadında kendini kapamaya çalışırdı. Öyle ki kendini kapamayı “özgürlük” adına yaptığı sandırılır, iradesi onun adına erkeğinin eline verilirdi. Öyle bir eğitilir ki, bütünüyle erkek için bir cinsel nesne, olduğundan başka hiçbir şey düşünemez edilirdi. Düşünsene; ben cinsel nesneyim, kapanmalıyım algısının zihnini bulaşık süngerine çevirdiği kadın, teslim ve itaat sarmalında döndükçe ezilir. Ezildikçe pelteleşir ve özgürlük adına varlığının, bedeninin, dimağının aşağılanmasına ses çıkaramadığı gibi, aşağılanmanın en kahredici olan kendini aşağılayışı, bir bayrak gibi yükseltmeye başlardı. Her iki ucundan da zavallılaşma ve hiçleşmeydi kadına biçilen rol.


Bütün bu olanlara rağmen, kadınların zehirli bir şal gibi sarındıkları kederler, daha çok yaralar beni. Beklediklerinin artık hiç gelmeyeceğini öğrendiklerinde gözlerine yerleşen bakışlarla yaralanırım. Usulca kapadıkları gözlerinden; kirpiklerine sızan hüzünle, özlemle bekleyişten sonra, kısa zaman aralıklarına sığdırılan, söylenmek istenen hiç söylenmeden kapatılmak zorunda kalan telefonlardaki, kısık çıkan çatallı sesleri duymakla yaralanırım. Güne korkuyla başlayan erkeklerle yaşayan sahipsiz, mutsuz kadınlarla; sevişirken kendi terleriyle yaldızlanıp, ışıldayan, kadınlara sevgiyle dokunmayı, çok iyi bilmeyen erkeklerle yaralanırım. Bilirim; göz kırpmayı, çapkın erkeklerce ayartılmayı, her öyküden bir başka hayat okumayı, salınarak yürümeyi, ıslık çalmayı, sevgiyle mırıldanmayı, dostlarla içmeyi, deniz kıyısında oturmayı, güzel göğüslere tapınmayı bilen erkekleri, ayartmayı da bilirim. Bilirim elbet bilirim, ama aldatılmak ve aldatmak istemeyen, sadece sevilmek isteyen kederli kadınlar daha çok yaralar beni. Bu durumda köleleşerek özgürleşmek bilsen ne zordu. Ben, yazarken kadın olduğumu, birey olduğumu anladım, var olduğu hissettim, yazmakla özgürleştim.”diyen Bayan K.nın hikâyesi, onun içini hüzünle dolduran, tanıdığı kadınlara kendisinin de söylemek istediği sözlerdi. Bu sözler koltuğuna daha fazla gömülmesine yol açtı.


”Odada koçbaşı motifli örtüsüyle, insanı içimdekini yazmaya çağıran bir masa vardı. Yaşadığım tüm ayrılıklar, annemin yokluğunda toplanmıştı. Ne zaman el dokuması bir motife baksam, ıslak gözlerimle annem düşer aklıma. Yazdıklarımın metnin bütünü içinde, ayrım sanan, metnin bütününe yayılan, şifrelerle örtük olsun isterim. Sanki gizli bir güç, belirip belirip yiten bir gölge yazar, benim yerime, bütüncül olarak baktığını, içime bakanın, annem olduğunu görürüm. Çorap dokur kadınlar Sivas’ta. Sevgiliye sarılır gibi işlerler nakışları, ilmikleri atarlarken parmak uçlarıyla, özenle düzeltirler düğümleri. İnce atkı, kalın ayar çekerler, dillerinde hasret türküleri, sevgilerini işlerler. Annemi anlatan sayfalarımı, geriye doğru çevirdim.


”Canım kızım, benim hikâyemi mors alfabesini okuyanlar daha iyi anlarlar. Acının yolu mors alfabesi gibidir. Uzun bir çizgi acı, küçük bir nokta mutluluk. Acılar sarsıcı ve uzun, mutluluklar çıldırtıcı, ama kısadır. Yüzyıllardır kapalı bir toplum olma özelliğini korumuş bulunan yöremizde; geniş bir ataerkil aile düzenimiz içerisinde ve bir çatı altında, dede, nine, ebe, hala, dayı, emmi, torun, tosun, elti, görümce bir arada yaşardık. Bazı duygularımızı ayıp olur düşüncesi ile içimize atar, bazı duygularımızı ve isteklerimizi de çeşitli işaretlerle dile getirirdik. Kaynana ve özellikle kaynatanın önünde kendi öz çocuğumuzu, kucağımıza alıp sevemezdik, kaynatamıza gelinlik eder, uzun yıllar konuşmazdık. İşaret diliyle anlaşırdık. Duygularımızı, örmüş veya dokumuş olduğumuz kilim, halı ve çoraplara işlerdik. Çorap motifleri, yaşadığımız hayatların dili idi. Çeşme ve su kenarlarında konuşma fırsatımız olmadığından, giydiğimiz çoraplar yaşamımızı ele verirdi. Onların diliyle yaşanan hayatlarımızın nakşını ilmik ilmik örerdik. Baban, beni görünce çorabını düzeltti. Muskalı noktasızdı çorabının motifi… O gün, bugün çorap ördüm… Herkese dağıttım, herkeste var o çoraplarım, işte sana da “Çorapların Dili” kitabım…”


“Köyün delikanlılarının giydiği muskalı motifli çorap örmeyi, tüm genç kızlar bilirler, o yüzden hep noktasız çorap giyen delikanlıların yollarını gözlerlerdi. Öksüz Fahriye, Ağanın oğlu Kemal’in giydiği noktalı çorabı görünce daha da öksüz oldu. Kendisini isteyen köyün en yaşlı delisine vardı. Genç delikanlıların giydiği bu çoraplar, genellikle canlı renklerden oluşur. Anneler kendi oğullarına örer ve nazar değmesini önlemek amacına yöneliktir. Muska şeklindeki üçgenlerin içinde şayet noktalar varsa bu delikanlı nişanlıdır. Üçgenlerin bazılarında nokta olup bazılarında yoksa sözlüdür ya da sözü kesilmek üzeredir. Şayet nokta hiç konmamışsa başı bağlı değildir.


Sürekçi Necmeddin’in küçük kızının giydiği, yarım aynalı motifli çorabı gören karşı köyün delikanlıları, bir daha köyümüze uğramadılar. Genç kızların giydiği bu çoraplar, giyen tarafından örülür ve mutlaka kızın çeyizinde birkaç tane bulunur. Bu çorabı giyen kız ya sözlüdür ya da nişanlıdır. Örülmesi çok zor olan bu motif, yine de canlı renkleriyle mutluluğun ifadesidir ve çorabın boğaz kısmına yapılan çengel desenleriyle de oğlan tarafının bu kızı almada çok zorlandığı ifade edilir. Desenin ortasındaki çizgi evliliğin yani birlikteliğin henüz olmadığını, çizgilerin iki tarafındaki, muskaların içindeki noktalar nişanlı kız ve oğlanı sembolize eder. Yanlara doğru uzayan hatların içindeki noktalar ise ileride kurulacak olan bu ailenin çocuklarını anlatırdı.


Öksüz Fahriye’nin giydiği küpeli motifli çorabın, renklerine bakarken dereye düşen çok erkek vardı. Evli kadınların giydiği bu çoraplarda dikkat edilmesi gereken önem, renklerin canlılığı veya matlığıdır. Eğer renkler canlı ise o kadının mutluluğunu ifade eder. Mat renklerle örülen küpeli motifli çorabı giyen kadının aileden, kocasından ya da çocuklarından dolayı bazı problemleri olduğu anlaşılır. Desenlerin çok muntazam noktalarla yapılmış olması bir mutluluk ifadesidir.


Ağanın oğlu Kemal’in giydiği koçbaşı motifli çorap, tüm kadınların, kızları için ördüğü çoraplardı, senin de çeyizinde var. O çevrenin en yiğit ve lider pozisyonundaki erkekler tarafından giyilen bu çorap motifin de; ortadaki nokta bu yiğidi, etrafındaki koçbaşları bu yiğidin üreme gücünü, etrafındaki adamlarının ve doğurttuğu evlatlarının sayısını, yaprak motifleri ise çevresinin kalabalık olduğunu, herkes tarafından sözünün sayılıp dinlendiğinin, kadınlar tarafından çok sevildiğinin ifadesidir. Bayram ve düğün törenlerinde muhtar, düğün kâhyası ve geniş aileleri idare eden kişi mutlaka bu çorapları giyer. Koçbaşı motifinin sadece yapraklısı olan çorapları ise oğlan babaları giyer ve oğulları ile her zaman gurur duyduğunu ifade etmiş olur. Motifin yan taraflarında koçbaşı yarım yapılmış ise o evde daha başka oğul yapmak için kadınıyla yalnız kalmak, kadınını çok mutlu etmek istediği anlaşılır. O gün eve kesinlikle misafir kabul edilmez. Bu aynı zamanda erkeğin gücünü ve kadının da bunu istediği anlamındadır.

Tefür’ün kızlarının giydiği bal kaymak motifli çoraplara, köyün tüm kızları gıpta ile bakarlardı.“Babası tellakçı değil mi?” diye birbirleriyle dertleşerek söylenirlerdi. Sözlü ve nişanlı kızlarla yeni evli gelinlerin giydiği bu çoraplar genellikle kırmızı-beyaz üzerine siyah desenlerden oluşur. Ortadaki iki nokta ailenin çekirdeğini oluşturan kadın ve erkeği, etrafa doğru yayılan noktalar ise yuvanın mutluluk ve devamını sağlayacak olan çocukları ifade eder. Bu birleşmeden dolayı mutlu olduğunu anlatmaya çalışan kişi çok sık ve uzun bir süre bu çorabı giyerdi.

Poşa Vasfi’nin ölümünün ardından giydiği Zeyno’nun eli böğründe motifli, çorabını gören tüm erkekler onu kaynanası Zöhre’den istemeye geldiler. Dul kadınların giydiği bu çoraplar genellikle giyen kişi tarafından bizzat örülür. Sahipsizlik ve naçarlık ifade eden üçgen şeklindeki eli böğründe desenin aralarına da deveboynu motifi serpiştirilerek bu kişinin yumuşak başlılığı ve evine bağlılık duygusu bir arada verilmeye çalışılır. Bu çoraplarda deveboynu motifi eli böğründe motifinden daha büyük ve canlı renklerden, çizgilerden yapılmışsa bu kadın dul da olsa evlenmek istememektedir. Aksi halde kendisinin nasibi çıktığı takdirde yeniden evlenmeye hazır olduğunu anlatmaya çalışmaktadır.


Köyün tüm kadınlarının ayağında olan deveboynu motifli çorabı örmeyen hiçbir kadın yoktu, senin için bir tane de ben ördüm. Uysal, munis ve her sözü dinleyen yumuşak başlılığın bir ifadesi olarak kadınlar tarafından giyilen bu çoraplarda deveboynu motiflerinin arasına çengel motifleri dizilmiştir. Genellikle orta yaşlıların giydiği bu çorapları her kadın her fırsatta giyerek evine ve yuvasına bağlılığını ifade etmiş olur. Bu özelliği ile de gurur duyardı.

Tüm oğlan annelerinin ördüğü çengelli motifli çorap, her kızın çeyizinde, her kadının elinde, muhakkak örülürken görülürdü. Orta yaşlı kadın ve erkekler tarafından giyilen bu çoraplarda kesin tavırlılık, inatçılık ve istediğini elde etmek arzusunda olan insanların kararlığı anlatılmak istenir. Bilhassa dünürlüğe giderken giyilen bu çorabın sahibi istediğimi elde etmeden yani “kızı almadan buradan ayrılmam” demek istemektedir.


Sevgili kızım, ben hep koçbaşı motifli çorap örerdim. Çorapların motifleri meta dili gibiydi. Hiç kimse sesimizi kendimizden büyükler varsa duyamazdı. Herkes ancak kendinden küçüklerin olduğu yerde konuşurdu. Ne güzel bir sessizlikti, tüm kadınlar sadece en güzel çorabı örmek için yarışırdı.”


“Bir kadının hikâyesi yaşadığı toplumun hikâyesine çok benzer, bunu anlatan nakışlı bir çorabı da ben örmek isterim anneciğim. Yaşamdaki kaprisleriyle, huzursuzluklarıyla, korkularıyla, şaşkınlıklarıyla, kararsızlıklarıyla, başarısızlıklarıyla, aşklarıyla ve hayal kırıklıklarıyla kendi hayatını oluşturmaya çalışan: bazen mesut ve mutsuz olan, bazen coşup ve sinen yaşanmışlıklarıyla birbirlerini çok andırırlar. Bir kadını mı yoksa bir toplumu mu tanımak daha zor bilmiyorum; ama ikisine de yakından baktığımızda insanı şaşırtan, yeni ve beklenilmez görüntülerle karşılaşacağımız kesin. Nefretten aşk, aşktan sıkıntı, sıkıntıdan yeni arzular yaratmakla bir kadınla bir toplum birbirinin tıpa tıp aynısıdır. Bir anne gibi sevdiğini beslemek isteyen sevecen şefkat de. Bir düğünde ortaya fırlayıverip şıkır şıkır oynayan kıpırdaklık da, hüzünlü türküler dinlerken yanaklardan izinsiz damlayan gözyaşları da. Kadınlar, hem kanmaya hazırdılar, hem de kendilerini kandıranlara, beddualar okumaya. Birden eteklerini göğüslerine kadar açıp hiç olmadık yerde “öp beni” diyen azgınlıkları da, komşu cenazesine giderken yüksek sesle ağlayıveren gelenekçilikleri de. Onları bir kedi yavrusu sanıp elinize aldığınız an, kaplan olup sizi yerlerdi, onları kaplan sanıp kaçtığınızda ise onların, bir kedi yavrusu gibi şirin olduğunu görürdünüz, işte ben de bunları yazmalıydım nakışlarımda.


Hayat ne olacağı hiç belli olmayan günlere gebe. Güneşli bir sabahla, uyanır, yağmurlu bir akşamla günü noktalayabilirdik. Birdenbire olurdu her şey. Bir gün, kara bir sabahla her an uyanabilir, her şey birden çökebilirdi. Böylesi günlerde kadınlarımızın yüzü nakışlarımız gibi solarken, toplumla birlikte değişirdi. Her şey yok olurken, yöneticiler yeni emirler verecek, bir toplumun, suya düşen taş gibi dibe biraz daha gömüldüğünü göreceğiz. Dibe gömüldükçe, daha çok çocuk ve kadınlar ölecek. Kadın ölümlerine hiç değinmeyen televizyonlarda, radyolarda, basında spikerler döviz fiyatlarını ağlayarak okuyacaklar. Daha çok esnaf intiharlarının, ölüm haberleri, kederler yaratacak. Çocuk ölümlerine, kadınların tecavüzlerine, töre cinayetlerine, gençlerin, intiharlarına aldırmayacağız bile. Politikacılar, bankacılar, bankerler huzursuz huzursuz dönecekler yataklarından. Sevgililer, hafifçe terli vücutlarıyla birer sigara yakacaklar, mutlu elleriyle birbirlerine usul usul dokunacaklar, nerden çıktı bu diye çorap motiflerime kızacaklar. Topluma, kadınlığıma dokunduğum; dokuyamadığım o çoraplarımı örerken neden bunları yazmak istediğimi defalarca soracaklar, sorgulayacaklar, belki de hapse atacaklar!”


Bay K, gözlerini kapadığında, bu iki kadının sırlı motifleriyle dolu esrarengiz çorapların içinde buldu kendini. “Bu kadınlar, kendi kişiliklerine sinmiş kasabalarını, taşra şehirlerini anlatan birçok yazar gibi çekici, ilginç, olumlu yönlerini ön planda tutarak yazmıştılar. Buraların sıkıcı insanı işi de olmadığı için, zamanın durağanlığıyla, kendini hapsetmiş, küçük dünyaları içerisinde sıkışıp kalmıştı. Başka bir çıkar yolda aramaya çıkmamış, dahası buna hiç yeltenmemişti. Mutlu gözükseler bile, aslında hep bir bunalımın içindeymişçesine yaşamıştılar, kendileri için hiçbir şey yapamamışlar, bu çok üzücü.” dedi.


Kadınlar gibi, küçüldü küçüldü, çorapların içine hiç çıkmamak üzere sığındı. Odanın sessizliğiyle, kendini zamansızlığa bıraktı. Unutulmuş, unutulmamış seslerle çıktığı bu düş yolculuklarında; acısını, ayarını tutturamadığı zamanı, güneşi, maviyi, dahası bu küçük masayı, hep aynı yere koydu ve hep bu masada yaşadı. Uyandığında, koçbaşı motifli çorabını, ayağında görünce derin bir uykuya tekrar daldı.

İSTANBUL


[1] Barış Erdoğan

Etikete göre ara
Henüz etiket yok.
ÖNE ÇIKANLAR
son postalar
Arşiv
bottom of page