top of page

AŞKIM  İSYANIMDIR”

Fehiman YAZICI*


AŞKIM İSYANIMDIR”


Anlatacağım acıklı hikayenin gerçek bir olaydan çalıntı olduğunu sanmanızı hiç istemem. Bu bir yaşanmış değil, bir “aşk ve isyan” filmi hikayesidir yalnızca. Kentimizin tek yazlık sinemasında, küçücükken, daha düşle gerçeği ayırt edemezken gördüğüm bir filmin hikayesi. Bir uydurmaca, aldatmaca, avuntudur, tüm filmler gibi. (Başka ne olabilir ki?) Ama öyleyse neden“Sultan yaşadı mı? “ diye kendime hala sorarım, pusulasız, yelkensiz, ıssız kıyılara vurduğum, çocukluğumun limanlarına sığındığım fırtınalı günlerimde. Sultan bir kaçış imgesi miydi yoksa, bir tek beyaz perdenin aydınlığında soluklandığımız o durgun yüzlü ama içimizdeki ürpertilerle devinen taşra kentinde? Annemin kucağında uyur kalırdım filmin sonuna doğru Ama bütün filmler beni, yağmurunu bırakıp geçen küçük bir bulut gibi hayatımdan geçip giden sultana götürür,o günlerden bu günlere…Gençliğimi ve ilk tutukluğumu sürdüğüm (Sonra birkaç kez tutuklandım, cezaevinde sekiz yıl yattım.)o sıcak kıyı kentinde, kararmış tahtadan bir sarayda yaşayan düşten sultanı tüm yaşadıklarıma karşın unutmadım. Sessiz, solgun, küçük kasaba yaşamlarımızda, baş rolü oynadığımız filmlerimizin ve aşklarımızın gözü yaşlı sultanını.Geceleri tavana asılı kandilin solgun ışığında duvarda dans eden gölgeler gibi beni büyüleyen, filmlerden çalıntı düşler kurardım. Büyüyüp gerçeği seçtiğimde düşlerimi gövdeme batan cam kırıkları gibi silkeledim, kendimi kanatarak. Düşlerimden hep korktum sonraları. Ele avuca sığmaz, beni aldatan, kandıran, arkadan vuran, hain düşlerimden. Yüreğimi avucumdaki bir kuş gibi acımasızca sıkıp susturuşum bundandır. .Sultan ise. düşlerinden korkacak zamanı hiç bulamadı, kelebek titreyişindeki yaşamında. O aşkla oynadı bile bile ve aşkla sonlandırdı. Rus ruletinde yitiren oydu. Ben kazandım mı? Bu soruyu asla yanıtlayamayacağım. Sultan yitirmişti Rus ruletinde. Yani en tehlikeli oyunda… Aşkta…Aşktan başka Rus ruletine benzeyen,tehlikeli bir oyun var mıdır? Bilemiyorum. Aşk uğruna tacını tahtını yitirdikten sonra göçmenin karısı ona “Senin tacını o filmdeki şoför elinden aldı yavrum.”demiş, o da horlanan sultanlığını kadını bir hafta çıkamamacasına yataklık ederek geri almıştı. Ama o günden sonra zaten herkes onu tahtaları çürümüş sarayında, düşlerindeki sultanlığıyla başbaşa bırakacaktı. Kimse cesaret edemeyecekti, ülkesini sonsuzca yitirmiş düşten bir sultanın çılgınlığa varan utancını paylaşmaya. Geceleri cılız bir ışığın aydınlattığı evinin ulaşılmaz yalnızlığına dokunmak istemeyecekti mahalleli. Ama Arada bir acılı iniltiler, rüzgara kapılır, gecenin sessizliğini ve evlerin açık pencerelerini geçerek insanlığımıza sığınırdı yalvarırcasına. Bir kahkahalar gelirdi çürümüş tahtaların arasından, bir dayanılmaz hıçkırıklar. Daha yürekli olanlar arada onun ve erkek kardeşinin kapatıldığı evin kapısını çalar, yemek götürürlerdi. Ama bu kadardı hepsi. Tümü bir tencere yemekti acınmalarımızın… Hem ne söylesen boşuna… İyileşmezdi ki o gizemli tanrının bir tek meleklerinin kulağına fısıldadığı hastalık.Sultan bu dünyayı daha arsız olanlara bırakıp sonsuza gittikten sonra da evinde geceleri ışıkların yandığını,duyulan kahkahaların ve hıçkırıkların hiç kesilmediğini söyledi kimileri.. Hikayenin acısının sindiği mahallenin onu geri getirmeyecek avuntusu muydu bunlar? Sonra Almancı müteahhit evi aldığında, koskoca bir apartman tümüyle sildiğinde sinemalı yıllarımızın sultanını, duyulmaz oldu kahkahalar da, hıçkırıklar da. O zaman anladım onu unuttuğumuzu… Unutmuş muyduk? O zamanlar unuttuğumuzu sanıyordum. Oysa şimdi her şeyi hatırlıyorum. Filmin başını da elbette.

Yolun genişletilip asfaltlanacağı haberi küçücük kente yayıldığında kimileri sevinmiş, kimileri benim gibi durgun yaşamımızı değiştirmeyecek bu haberi umursamamıştı. Sultan’ın sevindiğini, o sıralar beni her gördüğünde ela gözlerinde tuhaf parıltılar, “Mahalleden şenlik geçecek.” demesinden anlıyordum. Sanki yolun, yaşamının kuş kanadındaki mutluluğunun başı ve sonu olacağını sezinlemişti. Orta boylu, incecik, soluk beyaz tenli, koyu sarı saçlı, boyanmadığında, konuşmadığında sıradanlıkta durakalan bir genç kızdı. Filmlerine başladığında herkesi şaşırtırcasına oynak, fıkır fıkırdı ama…Dünyası sözcüklerinde büyür,genişler,beni şaşırtırdı düşleri. Bir keresinde sinemada yan yana düştüğümüzde bana beyaz perdedeki İpek Rüya’yı işaret edip “Ben “o”yum ama kimseye söyleme. Şöhretimden faydalanmak isteyenler çıkabilir.”diye fısıldamış, ben de şakasına gülümsemiştim. Şaka yapmadığını, beyninin düşle gerçeğin gelgitlerinde bocalamaya başladığını anlayamamıştım. Yokuşun başındaki iki katlı, çok eski bir ahşap evde otururlardı. O, annesi, büyük annesi ve küçük erkek kardeşi Yoksulluğun sessiz acısı sinmişti evin kararmış yüzüne. Anne ve babaanne sabahtan akşama dek evin üst kattaki iki penceresinde oturur, yoldan gelip geçene bakarlardı. Küçük kardeş ilk okula giderdi. Öyle güzel, öyle akıllı bir çocuktu ki. Ama önce anneleri, sonra yerinden kalkamayan büyük anne peş peşe ölünce ikisi kalakalmıştı o ürkünç yalnızlıkta.

O günlerde pencere önlerinde, ıssız yola dalarak can sıkıntıları büyüttüğümüz yaşamımızın biricik büyüsü, pırıltısı, süsüydü sinemaya gitmek. Sinemanın karanlığında beni bulan aşklar, kaçışlar, yolculuklarla avunurdum,on dört yaşın sonsuz saflığını sürerken. Mahallenin kadınları, kızları toplanıp giderdik sinemaya. Bir tek sultan yapayalnız. Onu almazlardı aralarına Uzak dururlardı ona küçümseyişlerince. Düşlerinin gülünç ulaşılmazlığını mı küçümsüyorlardı, Aynur Ay gibi kabarttığı seyrek sarı saçlarını mı, sinemaya giderken hepimizin uzak durduğu o yoksul evden taşra kızının düşlerini giyinip fırlayışını mı? Son moda giysiler, rugan çizmeler, beyaz uzun pardösü…(O yoksullukta parayı nereden bulurdu bilemem. Ama zengin bir adamın onlara gizlice yardım ettiği söylenirdi.) Dudak ucuyla gülümsetirdi mahalleliyi ne yapsa.

Ben sultanı seviyordum, tüm mahalleli filmlere öykündüğü o yaşamda ilan ettiği sultanlığıyla alay etse de…Kimse bilmese de.onun bunu bildiğine inanıyorum.O,iyice esmer, saf bakışlı ama adını bilmediğim kamyon şoförü çocuk ta sevmiş olmalı, kim ne derse desin. Ben inanırım aşka. Benim duyduğum kesmişler sultanı. Bir alay dedikodu anlatmışlar adama. Onun da yüreğinde büyüttüğü gülünü hoyratça söküp almışlar, umarsızlığında. Gelmemiş sevgilisinin kaldırımın kıyısında saatlerce beklediği o gece. Yoksa kaçacaklarmış. Sultanın başrolü oynadığı filmin bir hastane odasında çekilen acıklı sonunun başlangıcı oldu bu terk ediliş. Aşkın sonu, onun da sonunun başlangıcı oldu. Bir filmden çalıp yanık bir mendil verdiği gelmemiş buluşmaya, kurtuluşa, özgürlüğe…“Seni almaya geleceğim ve bir daha buralara hiç dönmeyeceğiz.”diyeni... Bir tek bu vaadi duymuş kadınların aşkı ağulu bir şarap gibi içtiğine inanırım ben. Sonu başlatan o geceyi gören tek kişinin Kadri olduğunu söylerler. Birkaç saat yolun kıyısında karanlıkta umutsuz bir bekleyiş gibi elinde küçük çantasıyla oturmuş sultan. Sonra onun gittiğini, hikayeyi, aşkı, umudu ve geleceği alıp gittiğini anlayınca ağlamaya başlamış. Kadri küçük bir çocuğunkini andıran ağlamasına uyandığını ama evden çıkıp yanına gidemediğini, yüreğinin parçalandığını söyler.Sonra, bir ara yerinden kalkmış. Arabaların farlarının önüne atıyormuş kendini.”Beni de götürün.” diye bağırıyormuş. Arabaların altında kalacakmış neredeyse, Şoförler arkalarına dönüp küfrediyorlarmış. Ama gün doğarken sesi, hıçkırıkları ve umudu tükenmiş. Tüm gidenlerin onu bırakıp gittiğini, bir daha asla geri dönmeyeceklerini anlamış. O zaman durulmuş, kıpırtısız kalmış, büzüldüğü kaldırımın kıyısında. Sonra başını hiç yerden kaldırmadan, adımları toprağa sürünerek yokuşun başındaki evine girmiş. Bir savaştan çıkmış gibiymiş. Saçları sevdiği adama aşk ve nefretle haykıran Nur Aypar’ ınkiler gibi darmadağınıkmış. Ve İpek Rüya gibi gibi yemenisi elinde, omuzları çökmüş, ağır adımlarla yolda bilinmeyenine doğru umutsuzca gidiyor. Ama başka bir erkek, o kahraman erkek eski filmlerle birlikte öldü. Onu kurtaramayacak. Yazgısı o filmdeki kadın gibi mutlu sonla bitmeyecek. Ağlamış mıydık kadının sevdiğini değil, kendisinin seven erkeği seçtiği o filmin sonunda.

Düz perçemleri vardı, o esmer, saf bakışlı. deri ceketli kamyon şoförünün, . Hiç te öyle gönül çelecek birisine benzemiyordu ama. Yanık, kara kuru. Şoför gittikten sonra da mahalleli onları konuştu yaz boyunca. Yol yapımı sürüyordu. Damperli kamyonlar çimento, kum, zift taşıyorlardı hızla ilerleyen asfalta durmaksızın,Tangırtılarla, gümbürtülerle yerinden fırlıyordu küçük kent.Çocuklar uykularından sıçrıyordu uzun ikindilerde.

Televizyon ülkemize olanca dolandırıcığıyla girmemişti daha.Başka dünyalara, yıldızlara sinemada uzanıyorduk. Mahallede kamyon şoförüyle sultanın dedikodusu almış yürümüştü. Eğlence çıkmıştı, dantellerin inceliğinde tüketilen durgun ikindilere, erken uykulara kapanan akşamlara.

Bir umut filminden başka neydi ki, o küçücük durgun taşra kasabasında, bilinmeyeni, yazgımızı bekleyişimiz Başından bakılınca sonu görünürdü. Alevlerde kavrulduğumuz soluksuz yazların ardından kışları üremize çöken gök iyice daraltırdı kaçışlarımızı. Sonra düşler büyütmeye başlardık. Filmler büyütürdük içimizde. Küçük hapıshanemizin duvarlarını yıkıp kaçardık o filmlerle. Firari olurduk Onu ancak tünelin sonunda bekleyen sevdiği kurtarabilirdi. Ben üniversiteyi kazanırsam büyük kente ulaşacak kurtulacaktım. Kaçış planlarımız böyleydi ama filmlerimizin yaşamımız boyunca bizimle birlikte geleceğini henüz bilmiyorduk. Hepimizin aslında birer oyuncu olduğunu. Kimliklerimizi bilmeden sinemadan seçmiştik önce. O “Hıçkırık”ı, ben “Arkadaş”ı çevirmiştim. Sevdayı ve başkaldırıyı seçmiştik başlangıçta

…Sonra başkalarını, daha başkalarını. Ama filmlerimizi yaşamaktan, koltukta yalnız başına oturmaktan hiç korkmadık, o karanlıkta bile. Aşktan da korkmadık, ayrılık acılarının bakışlarımızdaki kırık izlerinden de.

Beyazperdede son yazdığında filmin erkek kahramanı ortadan yok olmuş, kaçmıştı. Saf bakışlı, perçemli çocuğun evlerimizin önünden gazlayıp geçen aşkı, sevgilisinin başka erkeklerle çıkarılan dedikodularını göğüsleyememişti. Ama film bittiğinde Sultan da ansızın yok olmuştu sinemalarımızdan.

Artık bir sinemaya, bir de fotoroman almak için Rafet ablasına giderken çıktığı o evden hiç dışarı çıkmıyordu. Utancı iyice çöken yüzünü saklıyordu hepimizden. Evde saklanarak yok etmeye kararlıydı aşkını, aldatılışını, kendisini…

Film bitmişti. Tüm filmler önünde sonunda bitiyordu, ne kadar başa sararsak saralım. Aşkta, sadakat te, öldüren

sevdalar da, unutamamaklar da, sinemalar yok olurken hızla yok oluyordu yaşamımızdan. Oysa nasıl sevdalı, aşka sevdalı geçmişti o yıllarımız…Sonra ne olmuştu sevdalarımıza, sinemalarımıza. Sultan asla çıkamayacağı bir hastanede sonunu beklerken, ben çıkabileceğimi sandığım bir cezaevinde, kırlarda rüzgarlara karşı koştuğum, sonsuz caddelerde yağmur altında yürüdüğüm düşler görüyordum filmin sonunda.

Fırtınalı bir denizin uğultusunu hala kulaklarımdan silemediğim o ünlü cezaevinde, başka düşlerin ve aşkların cezasını çekerken erkek kardeşimden uzun mektuplar alırdım. Her hafta sayfalarca uzayan özlemi yazardık birbirimize. Kentlerimin, köylerimin, kuşlarımın, odamın,sabahın ve akşamın, yağmur yağdıktan sonra toprağın ve denizin, puslu, ıslak kentlerin, kendimizin kokularını getiren. Dışarıda deli dalgaların zindanımızı yıkıp bizi kurtarmak istercesine duvarlara çarptığı buzlu karayel gecelerinde, battaniyeme sarınır, soluk ışıklarda tadını çıkara çıkara mektubumu okurken sabahlardım.. Beni ve duvarın taşına kazınmış “Memleketim” şiirini alır, demir parmaklıklı küçük pencerelerimize konan ak martılara çevirir, özgürlüğümüze kaçırırdı o mektuplar. Kardeşim bir mektubunda sultanın onmaz hastalığının artık iyice ortaya çıktığını, onun yoldan geçenlere saldırdığını yazmıştı. Sonra epeyce uzun bir süre onunla ilgili bir şey yazmadı. Sultanın sonunu da ancak ben sorduğumda yazabildi. Sultanın isyanı ve öcü korkunç olmuştu.

Bir sabah mahalleli arabaların ürkmüş frenleriyle, haykıran kornalarıyla fırlamış yatağından. Sultan yolun ortasında çırılçıplak bir heykel gibi öylece duruyormuş. O adamı beklediği gecedeki gibi yolun ortasında, üstelik bu kez her şeyini yitirmişçesine çırılçıplak. O cümleleri okuduğumda mektubu elimden bıraktım. Ama sultanın tüm örtülerinden, tüm giyinikliğinden, sakladıklarından, kaçaklığından, aşkından ve utancından kurtulup doğduğu andaki kadar özgürleşmesini gözümün önünde canlandırmamı engelleyemedi bu. Onu giydirmeye yetmeye utancım… Çırılçıplak, kemikleri sayılan gövdesi, sarkmış küçük memeleri, çarpık pörsümüş bacakları ve tüm dünyayı arkada bırakıp gökyüzüne, tanrısına, özgürlüğüne yüzünü çevirmiş, kaskatı bir heykel. Tanrının buyruğuna uymadığı için taş kesilmiş insan. Artık hiçbir acıyı duymayan…Bir eli gökyüzüne doğru açılmış, öteki yere toprağa dönmüş. Böyle tasarladım onu. İnsanın acılarının ve kurtuluşunun heykeli.

Sultan o günden sonra bir akıl hastanesinde yaşadı, küçük kardeşini dayısı yanına aldı. Ben cezaevindeydim. İkimizde tutukluyduk. Suçumuz aşık olmak ve başkaldırmaktı. Sonra bir kış günü zatürree. Onu tümüyle çekip aldı bu dünyadan, acılarından,.O günlerde değilse de sonraları acılarından kurtulduğuna sevindim.

Ben cezaevinden çıktığımda pencereleri ak martılı zindanın surlarında dolaştım önce. Sonra onlarla birlikte bir vapura konup düşlerime, filmlerime, kalabalık is kokulu, öfkeli akşamlarıma, kentlerime döndüm yeniden. Kavgama…Ama hala zaman zaman dünya bana dar geldiğinde kaçarım çocukluk düşlerime, eski siyah beyaz filmlerime. O zaman sultan’ın (O görünmez adamın okuttuğu) küçük erkek kardeşine, artık ülkenin ünlü psikiyatristlerinden biri olan akıllı, güzel çocuğa koşarım. Bana önce düşlerimi anlattırır uzun uzun. Yorumlar onları. Sonra ablasının artık küçük kentimizin dağlarında esen rüzgarlar kadar özgür ve mutlu olduğunu söyleyerek avutur beni.

Etikete göre ara
Henüz etiket yok.
ÖNE ÇIKANLAR
son postalar
Arşiv
bottom of page