Edebi Bunalım
Öncelikle bugünlerde "ulusal" sözcüğü tehlike sınırlarına dayandırılarak çok kullanılıyor. Günümüzde Türkiye için bu kavram küreselleşme karşıtlarınca, etnik eylemlere ve yabancı ulusal çıkarlara antitezi oluşturur oldu. "Ulusal" denildiğinde sömürgeciliği, yayılmacılığı (emperyalizmi) alt etmek için tutunulan bir tutamak olarak anlaşıldı. Bunlara bakıldığında "Ulusal Kimlik Bunalımda mı?" sorusu gerçeklikteki olguları önceleme kanısı yaratıyor. Böyle bir ortamda, böyle bir soruşturmanın bıçak sırtında durduğunu söylemek gerekiyor.
Benim açımdan sorun yok elbette; çünkü sınıfsal bakışımın içinde emperyalizme, etnik-milliyetçi şiddete karşı duruş da vardır. Milliyetçi bakışın vatanseverlik çizgisinde ben de varım. Bu çizginin dışındaki niyetlere ise karşıyım. Sömürgeciliğe, yayılmacılığa hayır derken, kendini güçlendirip, haklı görüp yayılmacı, sömürgeci başı kesilen uluslar gördük. Hala başka ülke insanlarına kan kusturan uluslar var. Bunlar bugünkü dünyanın baş belası olmaya devam ediyorlar. Toplumcu bir dünya görüşünün ölçüsü, hakkaniyetli olduğundan hiç şüphem yoktur. Sonunda dünya ulusları bu ilkeler doğrultusunda yaşamayı seçeceklerdir; kalbim ve kafam bana bunu gösteriyor. Kısa erimli hiçbir niyet, yaptırım başarılı olamamıştır. Dünya emekle kurulmuştur; emekle yürütülmektedir, yaşatılmaktadır; emeğin gücüyle de yaşayıp gidecektir; aklımızı bu yönde çalıştırırken kalbimizi bu vicdanla ısıtmalıyız. Ulusallığın, politik yaptırımlarından çok etnik çeşitliliğin değerlerini yaşatma, yansıtma yönünde anlaşılması yanlısıyım. Bu soruşturmanın da böyle algılanmasını diliyorum.
Ulusal kimliğin bunalımda olması da edebiyata değgin bir saptamadır. Çünkü bir edebiyat dergisi kapsamında yorumlanacaktır bu sorular.
Her dilde yazılan - yapılan yapıtlar o dilin "mensup" olduğu ulusal kimlikle adlandırılır. Türkçe yazılan yapıtlar da Türk edebiyatına dahil yapıtlardır; Türk edebiyatı romanı, Türk şiiri, Türk öykücülüğü, Türk tiyatrosu gibi adlandırmalarla anılır. Nasıl ki Rus edebiyatı, İngiliz, Fransız... edebiyatları varsa bu da öyle bir şey. Türkiye edebiyatı da denmesi sonuçta coğrafi bir kavram değil, yine Türkiye toprakları üzerinde çeşitli etnik kökenli yazarların Türkçe olarak yazdığı yapıtları kasteder, adlandırır. Bu adlandırmanın ya da söylemin ulusalcılıkla (milliyetçilikle) ilişkisinin kurulmasını, ilişkilendirilmesini gerektirmez.
Öyleyse, "ulusal kimlik" sözünün "Türk edebiyatı kimliği" yerine konması bu soruşturma kapsamındaki amacı doğru saptamak olur.
"Doğuş sancısı" sözü de zaten bir bunalımda olan edebiyatın (bunalım yaşıyorsa) yeni gelişmelere gebe olması anlamını taşır. Bundan sonraki sorular da gösteriyor ki, bugün tartışılan politik ulusalcılığın, burada anlatılmaya, aydınlatılmaya çalışılan "ulusal kimlikle" özdeşleştirilmesi söz konusu değil.
Gerçekten de Türk insanı, kendimden örneklersem, körü körüne batı hayranlığıyla işe başladı. Öne çıkarıp başarıyla değerlerini sergilemesi sonucu batı, gerçek yüzünü görmemizi engelledi. Durup tarihe bir göz attığımızda batının nasıl bir kıyımcı, sömürgen, yayılmacı, savaşçı olduğunu anlarız. Bugün de torunları aracılığıyla aynı eylemleri yürüttüklerini görürüz. Dünyanın her tarafında, her türden ulusa, yerliye yaptıklarını hiçbir doğulu ulusun yapmadığına tanık oluruz.
Hangi değerler silsilesi olursa olsun, onlardan yararlanmak gerekir, ama her değer üretenin ortaya koymuş olduğu vahşi sonuçları da görmezlikten gelmek doğru değildir. Buna körü körüne saplantı denir. Batıya bağlanmak ayrı şeydir, batılının ortaya koyduğu gerçek değerleri kabullenmek, onlardan yararlanmak ayrı şeydir. Aklı başında hiçbir insan Latin Amerika’nın ve Kuzey Amerika’nın yerlilerinin yok edilip topraklarına konmayı, ister insanlık, ister uygarlık götürme anlamında olsun kabul edemez. Uygarlık öğretilebilir bir şeydir; katliamsız da bu başarılabilir. Buna benzer savaşlar batının handikapıdır.
Tüm bunları görmezlikten gelerek kendi insanına böyle bir "ruh" aşağılamak özelde hiç bir edebiyat insanının işi olmamalı. Bu anlamda görülen o ki, Türk insanı batılılaşmayı doğru algılayamadı, abarttı, sonra hayal kırıklıklarına uğradı. Bugün Avrupa Birliğine girişte de ayni durum, aynı hayranlık ve aynı bilinçsizlik söz konusudur. özellikle emeğini satanlar açısından çok daha vahimdir. Çünkü AB rüyası farklıdır; AB emeğin sahiplerine iyi rüya görmüyor; bugünkü AB üyesi ülkelerin emekçilerinin yaşadıkları, anlatmaya çalıştıkları geri bir yönelişi göstermektedir; hakların çoğaltılması, özgürlüklerin artırılması yerine hakların kısıtlanması, ekonomiye dayandırılan özgürlüklerin giderek ellerinden alınması bugün yaşanılan somut bir durumdur. Ancak biz bu durumları, olayları olgu haline geldiği zaman kavrayabilmişiz. Bundan sonra da öyle olmamasını istediğimizdendir ki elimizin dilimizin yettiği kadarıyla çırpınıyoruz.
Bugün edebiyatta da görülen eylem, kör doğrultudaki bir seyirdir; küreselleşme mi, ona bağlanma; AB mi, onun ateşini yakma; ABD mi, onun gücünü alkışlama... Kültürümüzü kuşatan da, sanatımıza başatlık eden de bu anlayıştır ve özgür (!) kişiler bu anlayış doğrultusunda yapıtlar vermektedirler.
Peki bunu hangi birikimimizle, hangi altyapımızla yapıyoruz? Tanzimat dönemindeki hayranlık taklitçiliği doğurmuştu; bugünkü hayranlık ve acelecilik de yeni bir taklit edebiyatını doğurdu. Latin Amerika’dan Afrika'ya, oradan Avrupa'ya kadar kimden ne şekilde aktarılacağını kestiren yazarlar (!) peş peşe "eserler" verdiler ve Türkiye medyasının yıldızı olarak parladılar. Yeni kuşakların da bilinç seğirmelerine neden oldular. "Ulusal kimlikli ürün"lere düşman kesildiler. Onların varlığını ortadan kaldırmak için ellerinden geleni yaptılar. Bugün meydan onlara kaldı; çünkü politik söylem de onlardan yana tavır aldı. Türkiye coğrafyasında yaşananlar onların görüş, duyuş alanı içinde değildi; edebiyatı bir eğlence, saatleri dolduran bir haz aracı olarak gördüler; ama toplumsal savaşımın bir aracı olarak asla görmediler.
Böyle bir görüntü ne kadar zengin gibi dursa da bir sapma, yereli ıskalayan bir yoldan çıkma dikkatlerden kaçmıyor. Bu, dil (Türkçe) açısından da böyle. Türkçe zor yazan, konuşan bir Türk insanının İngilizce roman yazıp Türkçeye çevirterek Türk okurları için yayımlatması da edebiyatımızın bugünkü düştüğü duruma bir ayna... Peki, ne anlama geliyor? Türkçe’nin bozulması, Türkçeye çok da gereksinim duyulmaması anlamına. Oysa her ulus kendi diliyle düşünmeyi, yazmayı ve kendi dilini geliştirmeyi amaç edinir.
Gelmiş geçmiş edebiyat insanlarımızın çabası, bu toprakların anlatılmasına, bu topraklarda yaşananların günyüzüne çıkarılmasına dayanıyordu. Onu yapanlar, başarılı olmuşlardı. Dünya edebiyatları onları böyle tanımıştı, benimsemişti. Buna "soylu ruh" mu deriz, "normal ruh" mu; ama önemli olan kendinin olması; kendini dünya Ulusları arasına kendi yaşamıyla, kültürüyle , gelenek ve görenekleriyle kabul ettirmesi; uygarlık bağlamında da eleştirel ya da doğruları dillendirmekte toplumsal bir ilkeye bağlı kalarak örnek ürünler sunması.
Bizim her şeyimiz çok iyidir, bizim her şeyimiz pek bozuktur takıntısından kurtulması, Türk edebiyatçısını gerçek yerine oturtabilir ancak. Dünya ulusları arasında bir dayanışma, eşitlik anlamında bir yakınlaşma olacaksa bu, dillere verilecek öneme de bağlıdır. Dillerin geliştirilmesi demek ona ait ulusların gelişmesi, ülkelerin özgürlüklerinin, bağımsızlıklarının da sürmesi demektir.
Bir edebiyatçı açısından dil son derece önemlidir. Bunun bilincinde olmayanlar, artık başka ülkelerde, başka kültürlerde de yaşamayı seçebilecek denli yurtseverlikten uzaktırlar. Elbette dünya vatandaşı olmak anlamına gelmiyor bu durum. Kendi dilini kullanarak dünya vatandaşı olmak ayrı şey, her defasında değişik kimliklerle ve dilleriyle dünya vatandaşı olmak ayrı şeydir. Bugünkü duruma bakılırsa hiçbir ulus yabancıları bir gün kusmaktan geri kalmayacaktır; böyle bir yapılanmadan asla uzak değildir. Önemli olan "kendin olarak" uygar dünyanın bir parçası olmaktır. Bu durum asla kendi ulusunu yüceltmek, "milliyetçi" bir tavır almak anlamında algılanmamalı. Kendi ulusunun yaşama şansını gözettiğin kadar başka ulusların yaşama şanslarını da gözettiğinde özgürlükler sürekli olabilecek; edebiyatlar özgünlüğünü, yaşama biçimleri çeşitliliğini ancak böylece sürdürebilecektir.
Ulusların yazarları, genelde sanatçıları, politikacılardan daha çok insanın özgün gelişmesini istemelidirler. Ulusalcılığın sınırlarını iyi bilmek, bunu ürünlere o bilinçle yansıtmak gerekir. Kışkırtıcılığın , hakları gasp ediciliğin, yağmacılığın, yayılmacılığın aracı olmamalıdır sanatçılar. Bu, çıkarcılıktan öte dilini, ülkesini, kendi insanını sevmenin yarattığı uygar bir davranıştır; tüm dünya insanlarına saygıyla, sevgiyle yaklaşmanın sanatçı duyarlığıdır. Koyu, kafatasçı, faşist bir ulusalcılık zaten üstünde duracağımız konu olamaz.
Türk edebiyatı yeniden kendi kaynaklarına dönmeli, kendi özgün edebiyatını yaratmalıdır. Bu topraklar yeniden Nazımlar, Yaşar Kemaller, Orhan Kemaller, Fakir Baykurtlar... çıkarmalıdır. Bu koca topraklarda, zamanın ortaya koyduğu emeğin savaşımı sürecinde bu gibi kişiliklerin her zaman çıkabileceğinden kuşkum yok. Yeter ki kolaycılığa, aktarmacılığa, taklitçiliğe bulanmayalım...
ÿ