MOR SÜMBÜL
Tülay AKKOYUN
MOR SÜMBÜL
Saçlarım kısacık artık, sen hiç görmedin bu halimi. Ellerini arasında gezdirdiğin, sarılıp kokladığın, kimi zaman sümbüller taktığın saçlarım yok artık. Mor sümbüller taktığı saçlarım yok. Sümbüllerle daha bir hoş kokan, sana doğru savurduğum saçlarım yok... Tanıştığımızda kızıl olan, sonradan eski rengine döndürdüğüm sarı saçlarım yok artık. Gitti işte! Sen gittin, ben de onları bıraktım, köklü değişiklik yaptım sözüm ona, ama kökü bende... Onları yok ettim, ya beynimdeki anılar? Onlar öyle canlı ki, alıp götürüyor beni çoğu zaman senli zamanlara. Saçlarım kestirdiğim yerde kaldı, ya sen? Sen nerede kaldın?
Seni ben bırakmadım, bir seni bırakamadım zaten, bir de tütünü. Senden kalan boşluğu onun dumanlarıyla doldurdum kimi zaman. Seni çeker gibi çektim içime soğuk gecelerde, her özlediğimde bir nefes. Sarmal yaylar çizdim havada dumanlardan, girdikçe çıkamadığım girdaplar gördüm. Bazen öfkeyle savurdum, mor çiçekler gibi dağıldı başımın üstünde.
Sümbüllere dokunamadım senden sonra, her dokunduğumda elimi yaktı mor sümbüller. Oysa dokunmak istedim, senin bana dokunduğun gibi, sevgiyle. Ne zaman elimi uzatsam, bir avuç kor hissettim elimde için için yanan. Bir tutam saç bıraktım mor sümbüllere, madem saçıma takamıyordum, saçlarım takılmalıydı mor sümbüllere, ama kötü rüzgar saçlarımı götürdü, savruldu sümbüllerin arasından kayalıklara, sonra denize... Belki de sana uçtu o bir tutam saç?
Saçlarım kısacık, artık saçı uzun aklı kısa da diyemeyecekler, hiç dedirtmedim zaten, ama onlar yine söyleyecek bir şeyler bulur, onlar bulur da ben söyleyecek bir şey bulamıyorum, ya da çok şey buluyorum da söyleyecek birini bulamıyorum. Oysa içimde biriken öyle çok şey var ki. Hani karşılaşsak şöyle ayak üstü, seni bir yerde oturmaya ikna ederdim hemen, anlatır anlatırdım saatlerce, bıkmadan dinlerdin biliyorum. Biz hiç bıkmazdık zaten, saatlerce konuşurduk da zaman yetmezdi anlattıklarımızı bitirmeye. Bitmez demiştin ya, bitmedi işte, ben halâ mor sümbüller, dergiler, öyküler, romanlar arasında arıyorum seni. “Panjurların çarptığı lodos geceleri biliyorum ki rüzgar değil sensin penceremdeki ıslık, her akşam koridordaki ayak sesleri ve yanlış çaldığını sandığım telefon.”
Mitolojideki Daphne konusunda haklıydın, Daphne’nin bedeni değildi kütük olan. “Seni kütük seni!” demiştin ya, haklıydın, Daphne bir su çalısı iken, nasıl kütük olurdu ki gövdesi. Apollo da bir kez olsun doyasıya sarılamadan, kaybetmişti Daphne’yi ve taç yapmıştı dallarını zafer kazananların başı üstüne, oysa ben, sümbüllere dokunamıyorum bile.
Halâ “bir sen yakınsın uzakta kalınca”, yazdığın dizeleri defalarca okudum, aşka dair ne varsa sakladım sen gidince, içimde büyüttüm ve kocaman bir ağaca dönüştü, kökleri en derinlerde. Gizlemeye çalıştım ama dalları gövdemden taştı bir süre sonra, Daphne gibi korumaya aldım kendimi. İncinmekten korkup, kilitledim kapılarını yüreğimin, kilit kilit üstüne, kırkıncı odaya kapattım tüm sevgileri, kesik saçlarımla birlikte.
Saçlarım kısacık, savrulmuyor artık, mor sümbüller de takılmıyor arasına. Ara sıra kırlara uzanıyorum, mor sümbüllere rastlıyorum, sonra bir kız çocuğu koşuyor çimenlerin üzerinde, sümbülleri fark ediyor, tam koparacakken kıyamıyor, eğilip kokluyor sadece. Sümbüllerin yanında oturuyor “Anne bak ne güzel kokuyor bunlar, resmimi çeksene” diyor. Zaman donuyor o an tek bir karede, sanki geleceği görüyor kız, mor sümbüllü aşkların beklediğini sezinliyor. Umutsuz aşkların rengi mora bürünüyor düşler, sümbüllerle bezenmiş, aşkın habercisi, hüzünlü bir aşkın.
Saçları uzun kızın, henüz savurmaktan bıkmamış rüzgarlara, henüz kötü rüzgar dokunmamış saçlarına. Tüm albenisiyle savruluyor, ılık yaz rüzgarında, annesi okşuyor, sonra tarıyor rüzgara karşı ve topluyor mor bir saç bağıyla, kötü rüzgara karşı korumaya alıyor onları. Kızın kokladığı mor sümbülden bir dal alıp takıyor saçlarına, sonra kokluyor içine çekerek. Kızın tenine sinmiş mor sümbül kokusu, bahar kokuyor saçları tıpkı adı gibi, tazecik, masum, sevgi, umut dolu. Kız tutup çekiyor mor saç bağını, yaşamalı ne varsa yaşama dair korkmadan der gibi, bırakıyor saçlarını bahar rüzgarına, uçuşuyor yüzünde tel tel, bir dal mor sümbül geliyor avucuna, alıp kokluyor. Götürüp sümbülün yanı başına bırakıyor dalı, ait olduğu yere, dönüp arkasını annesine koşuyor, ait olduğu yere. Başını dizlerine koyup kıvrılıyor otların üzerinde, saçlarını okşuyor annesi, parmaklarını gezdiriyor üzerinde sevgiyle. Kız uykuya dalıyor, gülümsüyor uyurken, güzel bir düşte, sümbüllerin arasında, bulutların üzerinde geziniyor, sümbül kokulu mor bir rüya görüyor, bulutlar mora dönüşüyor, kız koşuyor, yoruluyor sonra. Uzanıyor mor bulutların üzerine, seyre dalıyor. Biraz ileride Pandora’nın kutusunda kalan umudun da çıkmış olduğunu görüyor, her fani gibi takılıyor peşine. Umut önde kız arkada, kovalıyor peşi sıra, henüz yıldırmamış tanımıyor gerçekleri, bilmiyor yaşamın amansızlığını, sadece koşuyor. Öylesine yoruluyor ki koşmaktan, alnında terler birikiyor boncuk boncuk, inci taneleri. Umut, durup inci tanelerini topluyor kızın alnından ve bir kolye yapıp takıyor boynuna. Sevinçle uyanıyor kız, elini boynuna götürüyor, kolye yerine saçından boynuna düşen mor sümbül çiçeklerini buluyor, avucunda toplayıp savuruyor havaya, sonra eliyle yakalamaya çalışıyor, tek bir mor çiçek düşüyor eline havada savurduklarından, küçük bir çiçek, mor sümbül çiçeği...
ÿ