Suların Sırrını Ödünçleyen Adam; Aytmatov
Tanrı dağlarının doruklarından çığlık çığlığa inen Kürkürü ırmağı, Şeker köyü sınırlarına vardığında, dağlardan sularla taşıdığı esini yetim bir çocuğa emanet eder; Şeker’den sonra Kürkürü’nün deli dolu akması kaybolur, değişir, dinginleşir, durulur... Ama bu sefer, dağların ve ırmakların sırrını öğrenen yetim çocuk çağlamaya, dünyaya akmaya başlar.
Çığlık çığlığa insanlara doğru akan ve bütün sınırlarları aşarak geleceğe ağan bu yetim çocuk Cengiz Aytmatov’dur. Suların sırrını ödünçleyen çocuk, Şeker’den tüm dünyaya yüz elli dört ayrı dile çevrilerek çağlar; tıpkı yaşam gibi... Zira yaşam da sular gibi sonsuz ve mavi bir akış değil midir... Bu nedenle olsa gerektir ki, 1963 yılında Sovyetler Birliği’nin en büyük artistik ölçütü sayılan Lenin Edebiyat Ödülü’nü Bozkırlar ve Dağlardan Masallar adlı öykü koleksiyonu ile alır. Suların sırrını ödünçleyen bu yaralı bilinç, homo-semiyotik bir tarzda dağların, bozkırların öyküsünü de okur.
Felaketler, dahilerin ortaya çıkmasında daima kurucu bir işlev üstlenir. Sanatçının yaratıcı dehası, bir varoluş sorunu halinde kavradığı felaket olgusunu dönüştürerek içselleştirmeye ve böylece onu aşmaya çalışır.. Daha dokuz yaşında iken Stalin diktasınca evinden koparılıp yalnızca Kırgız Türkçesini savunduğu için –kızıl profesörlük eğitimine rağmen- katledilen baba ve aynı biçimde suçsuz yere sırf Törekul Aytmatov’un kardeşi olduğu için tutuklanıp öldürülen amcası Rızkulbek. Kimsesiz, savunmasız ve korunmasız kalan bir çocuk. Fakat ailenin en büyüğü. dokuz yaşında omuzlarına binen yük; üç kardeş ve bir anneden oluşan ailenin reisi. Zayıf ve narin omuzları bu yükü taşımak kadar; okulda, işyerinde ve toplum içinde vebalı dışlamalara, yoksaymalara ve aşağılamalara da dayanmak zorunda. Ateşe dayanmak için elbette semender olmak gerek ve her ateş kendi semenderini yaratır ya da her semender kendi ateşini yakar. Hülyalı bir çocuğun yaşadığı bu büyük travmatik kırılma, aynı zamanda Aytmatov’un semenderleşme sürecini de başlatmış olur.
Bu felaket aynı zamanda onun ilk eğitimini aldığı Moskova’dan, şaşaalı bir yaşamdan kopup yoksul, mustarip ve mahcup köyüne yönelmesini de hazırlar. Tutunacak hiçbir dalları kalmamıştır. O, dikta rejiminin ‘hain’ diye damgaladığı bir aşağılanma ile yaşarken, babasını çok özler ve tıpkı Beyaz Gemi’deki balık çocuk gibi zaman zaman Kürkürü ırmağına karışıp babasına ulaşmak, sarılmak, koklamak ve onunla konuşmak ister. Ama bu hülyalı kaçışlar hep hüsranlı düşüşlerle son bulur.
Gerçeğin felaketlerle kuşattığı bu çocuk ve küçücük ailesi, çareyi Şeker Köyü’ndeki baba ocağına sığınmakta bulurlar. Bu ocak, onları vebalı dışlamaların lanetinden korur. Burada söze tutunurlar; söz, atalar ruhunun yandığı ocaktır. O kutsal mekanda ruhları tutuşur ve geçmiş zamanlar, yıpratıcı zamanlar, yalan zamanlar bu ocakta yanarak yok olur. Yalnızca semender nitelikli değerler kalır. Atalar ruhu, söze dönüşerek zamanı aşar, babaanne Ayımkan ve ‘Karakız Apa’nın anlatıları ile ona ulaşır. Kırgız toprağının kişileşmiş biçimi olan bu insanlar, küçük Cengiz’e yalnızca masallar, efsaneler anlatmakla, maniler, türküler söylemekle kalmazlar; onun yaralı bilincini de sağaltırlar. Aytmatov, 1998 yılında yetmiş yaş kutlamaları dolayısıyla Bişkek’te görüşlüğümüzde; babaannesi ve Karakız Apa’sından ‘Beni yeniden doğuran iki insan’ diye bahsetmişti. Böylece Aytmatov, koruyucu ve doğurgan sığınak söze dönüşerek sırlarını ödünçlediği suların ve öyküsünü dinlediği toprakların adına geleceğe akar.
İkinci Dünya Savaşı, 20 milyona yakın insanını kaybeden Sovyetler Birliği’de büyük bir trajedinin yaşanmasına neden olur; açlık, yoksulluk ve savaş travması bütün bir ortak payda haline gelir. Savaş, insan etiyle beslenen azman bir dev gibi büyüyerek ilerlerken, öykülerinde Aytmatov, toprağın diliyle savaşın metafiziğini kurmaya ve sorgulamaya girişir; Yüzyüze (1953), Erken Gelen Turnalar (1957), Cemile (1958), Oğulla Buluşma (1969), Toprak Ana (1963), Yıldırım Sesli Manasçı (1990), Gün Uzar Yüzyıl Olur.(1980), Dişi Kurdun Rüyaları (1990), Kassandra Damgası (1995) ve diğerleri.
Galiba Cengiz Aytmatov’u başarılı kılan en önemli etken, onun yerel ve ulusal değerleri evrensel perspektiften anlatma yeteneğinde yatmaktadır. Elbette bu durum, özellikle bizim folkloru ve halk anlatılarını biraz da ideolojik amaçlı kullanan yazarlarımıza da örek olmalıdır. Zira nasıl damla deryanın bütün özelliklerini içerir ise, insani açıdan yerel bir değer de pekala evrensel anlamda insanı açılımları taşıyabilir. Önemli olan basit, sıradan insanların içindeki büyük insanı yakalama ve anlatabilme kudretine erişebilmektir. Folklorik malzeme, spontane bir dönüştürümle alındığından kendi anlatımıyla doku uyuşmazlığına girmez. Aytmatov’un, kalemini hiç bir zaman ideolojik koşullanmaların ve kişisel hırsların kullanımına vermediğini de belirtmemiz gerekir. Öyle ki, babasını, amcasını katlederek çocukluk hayallerini elinden alan ve bütün Sovyetler Birliği’ni modern bir hapishaneye çeviren Stalin’e bile doğrudan saldırmaz. O, dünya sorunlarının kesiştiği bir prizma gibi insanlığın bütün sevinç ve acılarını kendinde deneyimleyerek yansıtır.
Kürkürü ırmağının dağlardan aldığı sırrı kulağına fısıldadığı bu küçük çocuk, şimdi 78 yaşında bilge bir insan, ama o çocuk yüreğindeki heyecanla dünyaya ve geleceğe çığlık çığlığa akmaya devam ediyor. Aşkın, savaşın ve ötekileşmenin estetik temelli sorgulamalarını yapıyor. Aytmatov’un eserlerinde çıkan en önemli problem ‘Biz dünyanın, zamanın toplumun veya başkalarının istediği gibi mi, yoksa kendi istediğimiz gibi mi yaşamalıyız?’ tümcesidir. Bu soruna tek yönlü, ezberlenmiş veya indirgemeci bir anlayışla asla yaklaşmaz. Kişilerin, ülkelerin ve inançların farklılıklarına rağmen, kaosun karşısına en büyük kozmos kronotopu olarak insan figürünü çıkarır. Ona göre; ‘insan evrenin bilinci’dir. Nerede, hangi zamanda, hangi mekanda olursa olsun ve hangi mensubiyete bağlı bulunursa bulunsun; insan türünden birine verilen zarar, bütün insanlığa verilmiş zarar olarak algılanır.
Doğrusu insan, başkalarını anlatırken hep kendini arar. Aytmatov da başkalarının öyküsünü anlatırken hep kendini bulmaya çalışır. Simurg kuşu gibi hem bütün insanlarda kendini hem de kendinde de bütün insanlığı duymaya çalışır. Bu nedenle anlatılarında, ateşten özlemelerle yolları beklenen bir baba imgesinin her zaman silüetini görmek mümkündür; Beyaz Gemi’de kendini sulara atan çocuk, Gün Uzar yüzyıl Olur’da çöle savrulan Abu Talip’in çocukları, Cengiz Han’a Küsen Bulut’ta aşkı için öldürülen Yüzbaşı Erdene’nin oğlu, Kassandra Damgası’nda koca bir bebek olarak uzayın boşluğuna uçan Keşiş Filofey; hep ateşin özlemlerle babalarının yollarını bekleyen karakterlerdir. Ne var ki, gerçek hayatta Aytmatov, 1937 yılından beri aradığı kayıp babasının kemiklerine ancak 1991 yılında Kırgızistan’ın Çontaş vadisinde rastlayacaktır.
Toprak, su,rüzgar ve ateşin bileşimidir insan. Bünyesinde evrenin küçürek bir örneğini taşır. Aytmatov, bu küçürek örneği bütün zamanlar, mekânlar ve giydirilmiş bütün kimlikler ötesinde yalın, çıplak bir değer olarak algılamak, yakalamak ve anlatmak ister. Kim bilir belki de sular, bütün değişmeler içinde değişmez olanın sırrını da söylemişlerdir bu bilgeleşecek çocuğa. O da dili döndüğünce bunu anlatmaya ve çığlık çığlığa dünyaya akmaya devam eder.
İki yıl sonra, bu duyarlı bilgenin 80. yaşı kutlanacak. Dünyanın bütün suları, dağları ve bozkırları bu kutlamaya kendi dillerince katılmaya şimdiden hazırlanıyor. Büyük ozanların diyarı Anadolu neler söyleyecek bu bilge yazar için, şimdiden merak ediyor; Aytmatov’a sağlık esenlik diliyorum.
Prof.Dr.Ramazan KORKMAZ.: Fırat Üniversitesi Öğretim Üyesi, Doğu Akdeniz Üniversitesi Konuk Öğretim Üyesi
☼