YAZINIMIZDA TEKELLEŞME
Hayatımız tekel. Dünyayı işgal etmiş tekelciler. İnsanlar, uluslar esir düşmüş tekelcilerin insafına.
Bilindiği gibi tekel, “Bir malın tek elden satılması ya da bir halin yalnız bir kişiye veya bir kuruma özgü olma durumu.” Bu konuda Türkçe’de deyim/sözcük bile türetmişiz; “tekeline almak, tekelci, tekelcilik, tekelleşme…” Özelleştirmeye kurban edilen kurumlarından biri de Tekel değil mi?
Yazında (edebiyatta) tekelleşme, “yazının ve yazarın” yanı sıra “yazılı ve görsel basın ile basım ve yayımı” da kapsar; yani tüm “medya”yı.
Yazında tekelleşme var mı?
Var. Nasıl olur’a bakıldığında, tekelleşmenin dış güçler, düşünce, sermaye, patron, yayıncı, dağıtımcı, reklam, medya, yazar ve eleştirmen bağlamında çeşitli boyutları olduğu görülür.
Yazın, her şeyin yazılabildiği bir sanat. Ülkede ve dünyada yaşanan tüm sosyal, kültürel, politik olaylardan doğrudan etkilenir. Dünyayı istila eden tekelleşmeden onu arındırmak zor
Yazında tekeli yaratanlar, sermaye, patron, eleştirmen, yazar ve medya ise dünyada da Amerika. Köleci, sömürgeci, kapitalizm ve emperyalizmin baş temsilcisi ABD, tekelci bir devlet. Tekelci bir devlet olan ABD; dünya imparatorluğu kurup dünyanın efendisi olma hırsıyla ekonomik ve politik olarak “düşünce, söylem ve eylemleriyle” emperyalizmi çağrıştıran “soğuk savaş, askeri üsler, Truman Doktrini, Marshall Yardımı, McCarticilik, Nato, gladio, yeşil kuşak, Büyük Ortadoğu Projesi, ılımlı İslam…) gibi potik anlamda yeni yeni tekeller yaratıyor, ekonomik olarak da Çok Uluslu Şirketler ( ÇUŞ), IMF, Dünya Bankası, Nato, son olarak da kareselleşmeyi dayatıyor yeryüzüne. Dayatmalarını kabul ettirmede tek silahı da ulusları borçlandırmak, medya gücü. Ulusdevletlere, ulusların kutsal bildiği tüm değerlere top yekün saldırıyor. Küreselleşme masalıyla dünyayı ele geçirmek isterken, özelleştirme aldatmacasıyla da ülkeleri sessizce işgal ediyor. Çağımıza en büyük ihracı olan küreselleşmenin, yazına yansıması da postmodernizm.
Yazında tekelleşmeyi kavrayabilmek için, öncelikle ABD’nın kimler tarafından, nasıl kurduğuna bakmak gerekir.
ABD’yi kuranlar, Avrupa kökenli istilacılar. Avrupa’nın ne kadar arsızı, hırsızı, uğursuzu, suçlusu varsa, Batı, onları ceza diye gönderdi yeni kıtaya; sonrakiler zengin olma hayaliyle gittiler. “Hak, hukuk, adalet, kural, insan, insanlık…” tanımayanlar, Zencilerle Kızılderililerin kanları üzerine kurdular Amerika’yı. Kıtanın zenginliklerini sömürerek büyüdü ABD. İkinci Dünya Savaşı’nda Nagazaki ve Hiroşima’yı bombalayarak kendini “dünyanın efendisi” ilan etti. O günden sonra yalan, korku, baskı, dayatma, kir imparatorluğu oldu; kan, gözyaşı, üzüntü pompalayıp durdu
Emperyalizmin baş temsilcisi, yarattığı sömürü düzenini sürdürebilmek, dünyaya egemenliğini kabul ettirebilmek için “Dallas, Yalan Rüzgârı…” gibi dizilerle kendi kültürünü toplumlara aşılamaya çalışıyor; “Rambo, kurgubilim filmlerle…” de uluslara korku salıp direnme güçlerini kırmayı amaçlıyor, ulusalcılığı yok ederek belleksiz bir toplum yaratmaya çalışıyor. Amerikan yaşam biçimini, kültür alaşımı olan Anadolu’da da egemen kılmak istiyor. Ancak tarih boyunca çeşitli kültürleri, incelikle potasında eriten Anadolu, ABD’nin kültür emperyalizmine karşı güçlüdür, dirençlidir, yenilmemiştir hiç.
Dünya ulusları gibi bizim de sosyal, kültürel, politik, ekonomik yaşantımız her geçen gün vurdulu kırdılı Amerikan filmlerine benzemeye başlamışsa da artık gözü açıldı ulusların. ABD’nin küreselleşmeyle ulusları, toplumları, yaşamı, sanatı, yazını nereye götürmek istediği biliniyor artık; ancak…
Ata’nın “En büyük eserim” dediği “tam bağımsız Türkiye’nin” nasıl bu hale geldiğinin yanıtını tarih veriyor: 1950 ve 1980 Türkiye için büyük ve keskin kırılma noktasıdır
Sömürgeci ABD’nin yaratıp dayattığı tekeller,Türk toplumunun siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik hayatını, sanatını, edebiyatını derinden etkiledi. 1950’de Menderes’in, “Türkiye’yi küçük Amerika yapma, her mahallede bir milyoner yaratma” söylemiyle başladı içerde/dışarıda Atatürkçü düşünceden ve devrimlerden ödünler vermeler, sonucu uygulanmaya başlandı yanlış ekonomik, sosyal, kültürel politikalar. Bu yanlışlar, 1980’de Özal’la ivme kazandı, ardıllarınca sürdürülen hatalarla toplumsal yozlaşma ve çürümüşlük BOP eşbaşkanlığınca doruğa çıktı. ABD/AB’ye sımsıkı bağlanarak yarısömürge durumuna getirilen Türkiye’de “tüketim çılgınlığını” besledi. Dincilerin “Değişim rüzgârları” iç/dış politikada “kazan kazan” anlayışı, “bir adım önde olma” hevesi, komşularla “sıfır sorun” sevdası, ülkede a’dan z’ye her şey değişip yozlaştırıldı. “Ilımlı İslam” teranesiyle. Cumhuriyet değerleri aşındırılınca ulusal/kutsal değerler metalaştırıldı; dolayısıyla yazında bundan payına düşeni aldı ve de tekelleşti.
Yozlaşan değerler içinde boğuldu dünya sanatı-yazını gibi yazınımız da. Küreselleşmenin dayatmaları, toplumsal, siyasal ve kültürel yaşamı, sanatı, dili ve yazını metalaştırdı, popülerleştirdi, magazinleştirdi, kirletti, mistikleştirdi; medya aracılığı ve işbirlikçileriyle yapıldı bu. İnsanlar, uluslar ve toplumlar korkutularak ulusal değerler, emperyal değerlerle yer değiştirildi. Yeni ortaçağ imparatorluğuna dönülen yaşamla ülkeler parçalandı, zorla/hileyle teslim alındı; Irak, Afganistan, Yugoslavya, Rusya…
İnsanlık Amerika’nın küresel dayatmalarına, baskılarına, işgallerine karşı durmalı. Geçmiş egemenlerin zorlu oyunlarını bozmuştu Gılgamış, egemenlerden ateşi (gücü) çalan Prometheus, köleliğe karı çıkıp savaşan Spartaküs. Onların süreğeni M. Kemal, Gandi, Che de çağımızdakilerin oyunlarını bozdu. Gelmiş geçmiş bu kahramanlar, insanlığın, toplumsal direnişin ve belleğin simgesi oldular. Bunlara eklenen ortak halkalar, “kültür mirası” olup insanlığın “ortak belleğini” oluşturdu. Günümüzde bu ortak bellek silinmek istenmekte. Toplumlar ve uluslar, tek tek veya bir bütün olarak belleksiz toplum haline getirilmeye çalışılıyor dünya efendisince. Çünkü belleksiz toplumlar, soru sormaz, araştırmaz, merak etmez, adaletsizliklere tepki göstermezler; balık hafızalıdırlar Unutkanlık, geri kalmış toplumlarda belleğe sahip çıkamayışın adıdır; insanlar unuttukça adaletsizlikler artar, sömürü düzeni güçlenir, sömürü hızlanır. Toplumsal belleğin, düşünsel kaynaklarının kurutulması, topumda değer yitimi demektir ki, sonu felaket. Bu gidişe dur diyecek güç yazın… Bu nedenle yazında tekelleşme can yakıcı…
Yazın ve tekelleşme
Dünyada ve ülkede olup bitenlerden doğrudan etkilenen yazın (edebiyat) tekelleşmeyle tüketimin emrine girdi; bir tüketim aracı yapılarak metalaştırıldı.
Bunun içinde yayın hayatının sanallaştırılmasınaçalışıldı; başarıldı da: Bu, medyada sanal gazeteler ile yazında sanal dergilerle kitaplar doğurdu. Magazinleşen sanatın-yazının özünü yok etmeye varan kültür yozlaşması sonucu, kitabı ve dergisiyle, görsel ve işitsel araçlarla doldu yazın ve medya dünyası; yazın-yazar, yayın-yayıncı, yayıncılık çok etkilendi bundan. İster istemez etik dışı metalaşmaya girişildi yazında: Kâr-sermaye ortaklığının vazgeçilmez gıdası oldu kâr hırsı. Bu hırsın akıl almaz boyutlara ulaşması, sermayenin maddi yanını sivriltip cilaladı; tıpkı eğitimin metalaştırılıp pıtrak gibi özel okulların açılması gibi...
Bu, yazına da sirayet etti. Yazında tekelleşmenin nedeni; başta küreselleşmenin yarattığı yeni sermaye, büyük medya patronlarıyla kendini büyük eleştirmen sananlar, (onlarca tv kanalı, radyosu, gazetesi, dergisiyle) holdingi medyası ve (yayınevleriyle) holding yayıncılığı yaratıldı ülkede. İktidara yaranmak için doğruları ve gerçekleri ters düz etmekte sakınca görmedi holding medyası, yazarları ve yayıncıları ve de kiralık ve satılık kalemler.
Eskiden sermaye, salt ticaretle uğraşır, uğraşmazdı edebiyatla, sanatla. Şimdilerde sanatı, çıkara dönüştürmenin telaşı içinde sermaye. Arabasının tekerine taş koyanları boğmaya çalışıyor. Toplumcu gerçekçi sanatı yok edip yerine düzenin istediği sistemi, medya patronlarını rahatsız etmeyecek dış destekli sanat anlayışını, ülkede yerleştirmek için yeni tekeller yaratıldı. Yapıt değil, yazar adı önplana çıkarılarak, ortama uyan edebiyat tekeli yaratıldı bu yolla.
Bu dönemde küreselleşmenin en önemli aracı haline gelen medya, dünyayı etkisi altına alıp “özgürlük, hak” arayışının önünü tıkayarak, yazında tek belirleyici oldu. Yazın ideolojisi tüketime yöneldi. Toplumsallığı savunanların sesini kesmede de büyük görev yaptı. Yazın tüketimin hizmetine sokularak popülerleştirildi, değersizleştirildi. Bu gidiş insan, insanlık, ülke açısından yanlış. Ancak yazın, bu yanlışa hizmet etmekle kalmadı, üstelik araç olarak da kullanıldı sermaye tarafından.
Sanatı, yazını ve medyayı, toplumda yanlış giden şeyleri, aksaklıkları, bozuklukları, haksızlıkları göstermemek için bir silah gibi kullandı sömürgecilerle işbirlikçileri; yıllardır ”sanat, toplum için mi; sanat, sanat için mi” tartışmalarının özünde yatan gerçek de budur aslında.
Ülkede, küresel kıskacın sapına yapışanların yarattığı yayın-dağıtım, yazılı-görsel medya (tv) ağı, önce açlığa yazgılı hale getirilen topluma, bir metre bezle simgeleşen “sıkma baş kültürünü” özgürlük ve demokrasi diye dayatıyor yıllardır; iktidara yaranma adına. Bu konuda moda-tekstilde de büyük tekel yarattılar, bunu yazına da dayatıyorlar şimdilerde.
Yazındaki güçlü tekellere (maddi-manevi) dayanamayan Anadolu basını ve dergiciliği zor duruma düşürüldü; dergiler bir bir (Damar, Ardıçkuşu, Çalı, Edebiyat Eleştiri…) kapandı; kimi direniyor, ama nereye kadar... Tekellerle baş etmek zor. Eskiden sanatı, yazını destekleme adına basılan dergi ve kitaplardan alırdı Kültür Bakanlığı, 2002 sonrası almaz oldu, veya salt belli düşün sahipleri ve yayınevlerininkileri alıyor olmalı. Oysa dergiler ve kitaplar, kültürü, yazını Anadolu’nun en uzak yerlerine dek taşıyan araçlardı...
Yazında-sanatta, küresel düzenin ve sermayenin istediği tekelleşme ve yozlaşmanın göstergelerinden biri de AKM’nin (Atatürk Kültür Merkezi) yıkımı, sermayenin kurduğu Borusan Doğuş Filarmoni Orkestrası, Devlet Tiyatrolarına ihaleyle sanatçı alımı ...
Artık satış yazını hakim Türk Yazınında da. Günümüzde doruğa çıktı satış kültürü. Bununla 12 Eylül’le tanıştı toplum. Ülkede iktidarlar eli ve baskısıyla ABD-AB’ye uygun kültür, sanat, yazın yaratılmak istenmekte. Dincilerle el ele verip bu türden gericiliği üretip sosyalist bilinci yasaklayarak, geçmişi karalayan kültür oluşturuldu ülkede, hem de bilinçle yapıldı bu; resmi tarih söylemiyle tarihimizin eleştirilerek aşağılanması ve sözde soykırım için Ermenilerden özür dileme kampanyası en çarpıcı örneklerinden. Politik gericilik, siyasal baskıyla birleşti ülkede. Satın alma kültürü, liberal kültürü oluşturdu. Tekelleşen yazında, kültür romanları ivme kazandı. Despotik ülkelerdeki politik eğilim, apolitik biçimde ucuzca politikleştirerek sömüren piyasa yazını yaratıldı; Kimi yazarların, yayıncıların, yayınevlerinin bir ucu AB-D’ye uzanırken, kimi tarikatlara üye olan liberal gazetelerin ve gazetecilerin de sol yayınevlerine dek uzanıyor akrabalık ilişkileri. Bu, kapitalizm/emperyalizm karşıtlığına karşı hoşgörüye bağlı, kapalı hoş görüsüzlüğün türemesine yol açtı sosyal ve kültürel hayatta.
Tekelleşmede Sermaye ve Yazın İlişkisi
Sermaye,“demokrasi, özgürlük, insan hakları ve onu savunmayı” yasaklar, hoşlanmaz bunlardan. Sermayenin bundan vazgeçemez, çünkü doğasına aykırı. Sermayenin, dini, imanı, milliyeti, para. Yıllarca okunmasını istemediği, düşman bildiği solcu-toplumsal gerçekçi yazarların yapıtlarını bugün basıyor, nedense basmaya can atıyor sermaye. Bu bağlamda yayın şirketleri utanç verici pazarlıklarla yazın değerlerini yok ediyor. Yeşil, turuncu, kırmızı ve haçlı sermaye, medya gücünü kullanarak, yayın hayatına girip ona hakim olmaya çalışıyor: tıpkı eğitimden anlamayanların özel kolejlerle laik eğitime hakim olmaya çalıştıkları, eğitimci kesildikleri gibi..
Renkli sermayeye sırtını dayayan yayınevleriyle holding yayıncılığının, yayınladıkları kitaplar için verdiği reklamlar gazetelerde, dergilerde boy boy, sayfa sayfa; bu Tüyap da sırıtıyordu her yanda. Medya gücünü kullanan sermaye, toplumu tek yönlü olarak yönlendirdiği gibi yazın dünyasını da kendi istediği, kendi önerdiği doğrultuda biçimlendirmeye çalışıyor: Sermayeye hizmet eden, çıkarına yarayan kendi yazarını yaratarak, topluma dayatıyor; benim yazarım…
Parası olan, parası çok olan, parasının gücüyle edebiyat yapıyor, kitap çıkarıyor. Sermaye-holding yayıncılığı, böylelikle bir seçkinler edebiyatı yaratmak istiyor. Buna engel olarak gördüğü ulusalcılara, toplumsal gerçekçilere saldırıyor her fırsatta. Sermaye, tek sesli, tek renkli yazın amaçladığı için düzenin istediğini üreteceğine inandığı yazarları, sıraya koyup ünlenmeleri için düğmeye basıyor. İstekleri dışında kalanlarla çıkarlarına çomak sokanları, yok etmek için var gücüyle çalışıyor. Gazetelerinde binlerce promosyon dağıtır gibi yeni yazarlar yaratıp onları yazın piyasasına sürüyor. Yazın dünyası, bir gecede yazar yapılıp ünlenenleri, birbirinin ününü ödünç kaşıyanları da gördü, edebi değer yoksunu dil özürlü kitap çöplüklerini de.
Yazında tekelleşmenin göstergelerinden biri de dergilerde yayımlanan çok satan kitaplar listesi; birkaç gün sonra bu listelerdeki kitap adlarını kimsenin anımsamadığı. Para, sanata ve yazına egemen olunca, edebiyatı kim düşünür, kim bakar edebiyatın inceliğine? Dili yozlaştırma, büyük yazarlıkla ve soylulukla eşdeğer tutuldu sermaye tarafından. Bu durumda gerçek yazın, nasıl kavga verir? Bu koşullarda yeni nesiller nasıl belirlerler yazında yerlerini? Neyi ölçü alacaklar buunda? Böyle bir sistemde, yazarın özgürlüğünden, gerçek yazından söz edilebilir mi?
Sermaye, zamana kalacak, ölümsüzlüğe erişecek yazın yerine, eğlencelik kabilinden gün üretilip gün tüketilen ürünleri, yazın olarak sunuyor topluma. Bu, edebiyata ve ulusa yapılacak en büyük kötülük. Paradan başka bir şey düşünmeyenler, ulus düşmanı, yazın düşmanı...
Sermaye ve medya egemenliğinin olanaklarıyla tekelleşen yazının değişim gücü, yazın alanını da belirliyor. Bunda da sömürene ve ezene hizmet etmeyi erdemleştiren kimi yazarların, eleştirmenlerin verdiği hizmet, başarının sanal sahiplerinin gücünü artıyor; bir eleştirmenin salt aynı yayınevinden çıkar yapıtlar üzerine yazması, gazetelerin kitap eklerinde hep aynı yayınevinden çıkan yayınların topluma sunulması, Anadolu’da yaşayan yazarlara yer verilmeyiş başka bir deyişle onları yok sayış, başka nasıl algılanabilir ki?
Sermaye, (sanki işaret parmağını öne uzatarak) ancak kendi istediği yazarları, onun isteklerine boyun eğdikleri oranda başarılı kılacağını, aksi halde kitaplarını basmayacağını, basılanı dağıtmayacağını, onları okuyucuya ulaştırmayacağını, ulusal bazda tanınmalarına engel olacağını duyumsatıp toplumcu gerçekçi yazarlarla ulusalcılara aba altından sopa gösteriyor sanki bu edimleriyle…
Bu durumda bir şey yapılmamalı mı? Eli kolu bağlı sessizce olanlar seyredilmeli mi? Yaşananlar bilindiği, görüldüğü halde üç maymunu mu oynamalı yazın dünyası ve de yazarlar?
Tabii ki yapılmalı. Küreselleşme, sermaye, holding yayıncılığı ilişkisi, bunlara büyük medya desteği sorgulanmalı öncelikle. Yıllardır insanların en kutsal değer bildiği dine, devlete, devletin üniter yapısına, kurucusu Atatürk’e, devrimlere, ulusalcılığa, laikliğe, sanata, yazına, aydınlara, aydınlanmaya saldırarak düzeni, düzenin istediği okuru yaratmaya çalışan dış-iç güçler, medya, sermaye, işbirlikçileri sanık sandalyesine oturtulmalı Değilse bu gidişe dur denilemez.
Buna karşın dergiyle, kitapla kavgayı sürdüren gerçek yayınevlerinin gücü, izlenen borç tuzağı politikalarla mücadele kırılmak isteniyor, buna sermaye darlığı eklenince, onların iç/dış tekellerle, tekelcilerle baş etmesi zorlaşıyor...
Yazının Tekelleşmesi ve Yazarlar
Bu toplumun bireyi olan yazarlar da insan; hem de duyarlı insanlar. Yazının tekelleşmesinden kalem emekçileri nasıl etkileniyor? Bu, nasıl yansıyor yapıtlarına?
1980 faşist darbesiyle başladı toplumun apolitikleştirme, insansızlaştırma modası. Askeri darbelerin korkutup sindirdiği yazın, küreselleşmeyi ve küreselleşme kültürünü besledi, o da tekelleşmeyi emzirip büyüttü. Yazının içi boşaltıldı. Yazarlar bilinçli olarak toplumsal gerçekçilikten uzaklaştırıldı. Bireyciliğe dönük, cinsel sapıklık özentileri, köşe dönmeci, ulusal değerlere sırtını dönmüş, öz değerlere yabancılaşmış model kalemler sunuldu topluma yazar diye. Televole kültürüyle beslenmeye başlayan toplum gibi yazının da özü çürütüldü, yazın kalesinin ulusal değerlerine zorla girildi, bütün toplumsal duyarlılıklar küflenerek çürümeye terk edildi. Bu, insanımızın,yazınımızın küreselleşme karşısında çırılçıplak kalmasına neden oldu, yazında ve yazarlarda, bencillik -gemisini kurtaran kaptan anlayışı- hakim oldu. Buna “Benim memurum işini bilir. Anayasayı bir kez delmekle bir şey olmaz” mantığının eklenmesiyle, toplumsal yozlaşma arttı. Bu, çok etkiledi yazarları.
Yeni Dünya Düzeninin, -küreselleşmenin- sunduğu yaşam biçiminin yaratıcılığı engellediği, yazında paranın egemenliğini arttırdığı, kimi insanlar gibi kimi kalem işçileri de paranın tutsağı oldular. Küreselleşmenin kendine uygun değerlerle oluşturduğu 1980 sonrası yazanı, insansız, yaşam dışı, sanatı ve edebiyatı tüketen, özgürlüğü yok eden, bir dayatma olan postmoenizim denilen ideolojiyi koydu yazarların önüne. Geçmişte en zorba düzene direnen yazın, -N. Kemal, T. Fikret, N. Hikmet, Z. Gökalpleri yaratıp yaşatan, ulusun önünü açan, insanlara ve uluslara direnme gücü aşılayan yazın iğdiş edildi 1980 sonrası. Oysa insana, yazara, yazına yakışan da, yaraşan da direnmeydi, ama… 12 Eylül darbesinin, “Türk İslam Sentezi” doğrultusunda inkârcı-şoven yapılanmasının, yazına yönelik operasyonlarını unutulamaz. Darbe sürecinde, sol yayınların (kitapların) yakılması, ulusalcı ve solcu yazarların tutuklanıp işkenceden geçirilip hapishanelere tıkılması, yayınevlerinin basılması, yazında tekelleşmenin önünü açtığı gibi yazarları da postmodernizmin kucağına itti… Türk İslam Sentezi, işi o aşamaya vardırdı ki, dili bozmaya varan müdahaleleri oldu Türk yazınına, yazarlara; Türkçeye, ders kitaplarından solcu yazarları ayıklama, Darvin teorisine karşı çıkma, Anayasal dil(?) kullanma zorunluluğu… yozlaşan kültürümüze o dönemden mirastır…
Bu dönemde, bilinçli tercihle yazın dünyasında “Toplumsal gerçekçilik” tu kaka edildiğinin en çarpıcı örneğidir 2001’deki Tüyap’ta belli yayınevinin genç yazarlarının “Toplumsal gerçekçik önümüzü tıkıyor” şikayeti. Bu çarpık mantıkla yazın, ivme kazanmaz, toplumsal devinim yaratamaz. Sabahattin. Ali, Kemal Bilbaşar, Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Bekir Yıldız 1980 sonrası tu kaka sayılıp horlanmışlar, okunmaz hale getirildiler küreselleşmenin emirerlerince. “Aşmak” ile “yadsımak” aynı şey midir? Değil elbet. Ama yadsımayı, küçümsemeyi ve değerleri alt üst etmeyi yeğlemiştir birtakım yazarlar. Türk yazınındaki kalem emekçilerini, Taksim ile Tünel arasında yaşayanlardan ibaret sananlar, İstanbul’da yaşamayı, yazmayı tüm Türkiye sandıklarından toplumdan koptu yazarlar, toplumsal gerçekçilikten uzaklaştı yazın.
Oysa, 1960-1970 arası yazınımızda “toplumcu olmamak” ayıptı, 1980 sonrası “toplumsal gerçekçi olmak” ayıp sayılır oldu Bunda da o hale gelindi ki, toplumsal gerçekçileri yazarlar, sığ kalemlerce dinazor ve çağdışı olmakla suçlandı. Yazarlar arasında Yazında Tanzimat ile başlayan, İstanbul/taşra ikilemi hâlâ sürmekte ki, bu anlayışın sahipleri, Anadolu’da (İstanbul’un dışında) yaşayan ve yazanları görmezden geldikleri gibi kendilerince yazar olarak kabul etmezler, onları yok sayma eğilimindedirler. Ayrıca köyü, köylüyü, işçiyi, emekçiyi unuttuklarından, emeği anlamayı ve yazmayı ilkellik kabul etmekteler. Yazarlığını, düşüncelerini küreselleşmeye kiraya verenlere veya satanlara göre, İstanbul’da yaşayıp Pera’yı anlatanlar, eserleri belli yayınevlerinden çıkanlar, ulusalcılığa veryansın edenler, Atatürk’ü kötüleyenler, seçkin yazar kabul edildi ve de topluma böyle sunulmaya çalışıldı, sunulmakta. Öyle ki, böylelerinde “iyi yazarlar ancak İstanbul’da olabilir” düşüncesi egemen olunca, yazının ünlü eleştirmenlerinden biri, şimdilerde ünlü olan bir öykücüye “İyi yazar olmak istiyorsan İstanbul’a gel, Ankara’da ünlenemezsin.” deyivermiştir. Kendi toplumuna yabancılaşıp Taksim”le Tünel arasında yaşayanlar, Çiçek Pasajında içki komasına girenler, Pariste bohem hayatını yazmayı yıllarca ilericilik olarak algıladılar. Bugün bile Tanzimat aydını, cilalı adam olmaktan kurtulamayanlar, dün yazını, “köy/ kent yazanı” diye ayırmakla kalmadılar, kentli yazanları, çağdaş yazar, köyü/kırsalı yazanları (Anadolu’da yaşayanları ve yazanları, köy enstitülü olanları) ilkel saydılar, bu yolla evrenselliğe evrileceklerini sanıyorlar hâlâ. Bugünse, Anadolu’da yaşayan, kırsalı yazıp insanı anlatanları yok sayma eğilimindedirler. Oysa has yazın, has yazarlıktır kırsalı, kırsal insanını yazmak. Değilse Gorki, Tolstoy Balzac, Stainberk’i nasıl büyük yazar olurdu, nasıl evrenselliğe ulaşırdı ezilenleri, ezilenleri yazmasalardı?)
Son zamanlarda yazın dünyasında, ayakları kendi toprağına sağlam basmayan açıkgözler, neyi, nasıl yazarlarsa, neyi nasıl pazarlarlarsa başarılı olacaklarını çabuk görüp öğrendiler; bunların özgürce üretemediği, Türkçe özürlü çerezlik yapıtlarına yazın denilip denilmeyeceğinin yanıtını zaman verecek. Yalnız yazında hırsızlık (intihal) yapanlar, hırsızlığı belirlenenlerin erdemlerinin artması, bunu belgeleyenlerin aforoz edilmesi, olağan durum haline geldi artık yazınımızda. Hatta hırsızlık yapanlar, ödüllendirilir bile oldu. Ödüllerin inandırıcılıkları mı? Ödüller de nicedir sen ben bizim oğlan arasında alınıp verilir oldu. “H. H. Yalvaç, bir yarışmaya gönderilen eserin postadan çıktığı aynı zarfla yazarına iade edildiğinden söz eder Şair Sözü Yalan Değildir” yapıtında. Ödüldeki yozlaşmanın, kayırmacılığın, ayrımcılığın da kanıtı değil midir bu çarpıcı örnek?
Yeni dünya düzeni, sermaye ve medya, gerçek yazını da sevmez, yazarı da. Çünkü onlar karşıdırlar getirip dayattıkları düzene. 1980 sonrası, düzenin, çok sevdiği yazarlar ve şairler patlaması oldu ülkede, çoğuna ün/para kapıları açıldı sonuna dek. Ülkenin bilimadamları, yazıncıları, yazarları, sanatçıları bukalemunlaştı sanki. Entelektüel kültürel birikim yok sayıldı. Oysa toplumsal muhalefet, yazarların, yazının göreviydi, ama yapılamadı. Çünkü çıkar, hırs ve para, ağır bastı zahir. “Bizim görevimiz bu” diyen yazarları, holding medyası dışlamakla kalmıyor, hazırladıkları yıllıklarda da olara yer vermeyerek yok sayıyor. Hele de Cumhuriyet’ten yana olan yazar ve şairlerse, onlar için, hiç mi hiç yaşamıyor sanki ülkede.
Yazarlarımız nasıl bu hale geldi? Sorularına İsmet Zeki Eyüboğlu “İyi edebiyat, felsefenin göğsünde emekle beslenir, büyür, gelişir, diyor. Bu, bir gelenektir yazında. Ancak günümüzde felsefe, yazından soyutlanmıştır. Yazın tekelleşince, yazma salt söz becerisine dönüşen, duyuncu ve içerikten yoksun yapıtlar, baş tacı edildi holding yayıncıları, yazarları ve yöneticilerince. Fikir yoksunu kitaplar, bulmaca gibidir; eğlencelik. Kötü edebiyatın eleştirisi de kötü olur. Çöken toplumda, toplulukların çöküşü gibidir yazının çöküşü de. (Cumhuriyet kitap, sa. 677,s4)”
Tekelleşen edebiyatta son kuşak yazarlar, yazıncılar arasında Eyüboğlu’nun dediği gibi felsefeye (özgür düşünme, tartışma, eleştiri, eytişimi gerektirir ki,) gönül vermiş yazar, edebiyat adamı var mı, yok mu, bilmiyorum.
Yazarın düşüncesi ne olursa olsun, “yazın arenasına” çıkması için bilgi ve birikimiyle kendini yeterli duruma getirecek tutumu benimseyen, bu tutumla ortaya çıkan kaç yazar var? Okumayan, ama yazanların, payandalarla yazar olanların, günün birinde çırılçıplak karanlıkta kalacağını söylemek için bilici olmaya gerek yok. Bilinen tek gerçek ansiklopedi ve antoloji hazırlayanların, bu konuda doğru dürüst araştırma yapmadıkları, yapıtlarda salt tanıdıklarına, kendi düşündeşlerine yer vermelerinden, Anadolu’ya yaşayanlara/yazanlara yer vermediklerine belli değil mi? Yapıtlarıyla kime hizmet ettikleri ortada değil mi?
“Yazın dünyasındaki bu düşmanca yok saymaya karşı duruş sergilenmeli. Bunun yayılmaması için, buna karşı duruş göstermeyenler, bunu yadsımayanlar yazar sayılmamalı. Meydan, kesinlikle düzenle uyuşanlara bırakılmamalı. Yazın emekçileri yeniden örgütlenip bunlarla mücadele edilmeli.” diyor H.H. Yalvaç, adı geçen yapıtta. Bugünün esiri olmayı, tekellerin yazarı olmayı hedefleyenler, yarının yazarı olabilirler mi? Evrenselliğe erişebilirler mi?
Bunlara iktidarların kültür politikaları eklendiğinde yazının ve yazarın, kültürlülük, ekonomik-politiği ile karşılaşılmakta. Yazarlar arasında da tekelleşme çok açık görülmekte. Buna bir de medya kaynaklı (gazeteci-televizyoncu) yazarlar var ki, mevcut kültür politikaları sayesinde, birkaç yıl içinde kitap yayımlamamış bir tek medya çalışanı kalmadı Maşallah! Televizyona halkı aydınlatma adına çıkanlar, hep aynı kişiler. Tanrı nazardan saklasın, hepsi, her konuyu uzmanından daha iyi bilirler! Bu da aydın pazarlama tekeli yaratıyor. Bir de televizyonlara davet edilen yazarlarla, aydın pazarlama, yazar pazarlamaya dönüşüyor, bu da büyük basın tarafından yönlendirilip yönetiliyor ülkede. Hangi kitabın okunmaya değer olduğunu, okurun neyi okuması gerektiğini, yazar pazarlayanlar belirliyor, okura zahmet olmasın diye. Bu, büyüklük hastalığına yakalanmışları benim yazarım iyidir, benim bastığım, benim eleştirdiğim, benim önerdiğim kitap veya yazar iyidir, değerlidir” düşüncesine götürüyor toplumu. Tabii ki onların seçtikleri sayıca az olduğundan, kültürsüzlüğü de beraberinde getiriyor ki, kültür adına(?) yapıyorlar üstelik de bunu. Buna karşı tepkiler yok değil yazında; Ahmet Oktay, “Benden olmayan yazarların, karşılaştığı sorunlarla uğraşmaya çağırıyor yazarları” ama...
Tarih en iyi öğretmen, en büyük yazar, en büyük ustadır. Çünkü tarih, siyasileri alkışlayan, onların değirmenine su taşıyan yazarları değil, onlara muhalefet edenleri, eleştirenleri, dönüştürenleri, değiştirenleri kalıcı kılar, sever, alkışlar. Büyük yazarların kalıcılığı bundandır. Tekelleşen edebiyatta küçük yazarların gölgeleri büyük. Yazın dünyası bu gölgelerle dolu...
Ne zaman yazarlarımız, ulusal değerlere sırt çevirip toplumsal değerleri alaya alarak çarpıtmışlar, ne zaman emeği göz ardı ederek saygısızlık etmişler, ulusunu katil gibi göstererek özlerini yadsımışlar, o zaman ağır eleştirilere hedef oldukları gibi aldıkları ödüle rağbet etmemiştir halk, onları aldıkları ödül bile kurtaramamıştır kamu vicdanındaki mahkumiyetten. Toplumsal gerçekçiliği ağır basanların -S. Ali’yi, S. Faik’lerin- ağırlığı altında ezilmişlerdir, ezileceklerdir her zaman. (Mehmet Güler, s.10 Afrodisyas)
Yazındaki tekelleşmeden böylesine etkilenen yazarları, başlıca üç ana grupta toplanabilir:
A- Piyasa markalı eğilimi olan yazarlar
Yazında liberal ve şahsi ilişkilerin hakim olduğu düşünce etrafında kümelenen yazarlardan oluşan bu gruptakiler, hem çok satıyor, hem edebiyat satıyorlar. Kimi sözleriyle ülkeyi de satıp ödülü kapıyor, kimi yazını, para ve ün aracı seviyesine düşürüyor. Bunun yazına ve yayıncıya yansıması ise “hem yazar kazansın, hem de biz” anlayışı. “Ne yaparsanız yapsın, kitabınızı satın, o üretsin biz de kazanalım, destekleyelim.” Günümüzün yeni anlayışı, artık yazın “ne toplum içindir, ne sanat için” salt “piyasa için, satış için, para içindir”
B- Dinsel İnanç Satan Yazarlar
1980 sonrası, dinsel yayınların sayısı hızla arttı. Bu piyasa, yayın piyasasının dışında, yeni bir yayın piyasasıydı. Satış hızlandı, okur sayısı arttı. Sonra genel piyasayla birleşti dinci piyasa. Popüler kitapçıların da dinsel yayın bulundurması, satması bu yüzden. Öyle gelişti ki bu yayıncılar, öyle çoğaldı ki bu yazarlar, kendi okurları için her yıl Ankara’da, diyanet işleri Başkanlığı eliyle Kocatepe Camisinin avlısında kendi kitap fuarlarını açar hale geldiler sonunda.
C- Milliyetçi Yazın Yazarlar
Toplumda durmadan sivriltip cilalanan küreselleşme ve etnik köken milliyetçiliğine karşı bir grup yazar da Türk Milliyetçiliğini öne çıkardı. Bu içeriği pazarlayan yazın ve kitap piyasası, sadece doğal tekelleşme eğilimiyle YKY (Yapı Kredi Yayınları) Doğan Yayıncılıkla piyasayı kontrol etmesiyle değil, dinci iktidarın ulusal çözülmeyi hızlandırıcı politikaları, AB-D’nin müdahaleleriyle birlikte ortaya çıktı, devindi, gelişti.
Değişik karakterdeki yazın bildirilerine imza koyan, keskin demeçler veren yazının ortak özelliği, yazınının piyasa eğilimine, yazınsızlaştırmaya karşı bir şeyler yapma, düşüncesi egemen oldu…
Sonuçta, sanata ve yazına olan ilgiyi azalttı. Yazının birleştirici, bilinçlendirici, harekete geçirici işlevini zayıflattı kimi yazarların tutumu ve yazında tekelleşme. Dinci ve liberallerin yurtiçi çığırının, toplumsal düş umutlarının artması, bilinç uyuşturucu, gücün diktası (toplumsal tepkisizlik) emperyalist politikaların güçlenmesi, teslimiyetçi ortamın hızlanması, satışa ve piyasa değerlerini toplumda yaygınlaştırdı. Bu da yazanımızı, yazarları geleneklerinden kopardı. Sermayenin, emperyalizmin emrine soktu.
Bu da toplumda yazara olan güveni sarstı sonuçta. Yazının insanların içinde yaktığı umudunu söndürdü. Ünlü/ünsüz tüm yazarların, yazar örgütlerinin bu durumda şapkalarını önlerine koyup düşünmelerinin zamanı gelmedi mi daha? Yazınımıza ve yazarımıza yakışan da bu değil midir?
Datça, 20.10.2009Kaynak;
Cumhuriyet kitap
Afrodisyas Sanat Dergisi, sayı 17, 14, 13
İnternet, Edebiyatta