top of page

Sıcak Bir Yaz Günüydü

Sıcak Bir Yaz Günüydü


Nail UYAR

Yaklaşık, otuz beş yıldır benimle birlikteydi. Alışmak zorunda kalmıştım kendisiyle yaşamaya. Davetsiz konuk olarak çıkıp geldiği gün, ne diller dökmüştüm kendisine; fakat dinletememiştim. Daha ilk gün, sülük gibi yapışmıştı boğazıma. “Korkma! Boğazını sıkıp öldürmem. Beraber yaşarız; fazla üzmem seni.” demişti. Önceleri hem inanmış, hem de hafife almıştım. Nasıl olsa, günün birinde canı sıkılır, def olur gider diye; ama gitmedi. Ne yapayım? O an çaresizdim. “Canım sağ olsun.” demek zorunda kalmıştım. Keşke demez olaydım! Böyle onursuzluk yapacağını bilsem, der miydim. Baştan işi sıkı tutardım.

Yaz kış demedim, yıllarca boğazımın sol alt yanında barındırdım. Kendim ne yiyip içtiysem, ona da aynısını yedirdim, içirdim. Acımı-tatlımı paylaştım. Bu zamana dek, dişe dokunur zarar vermediği için de üstüne gitmedim. Hep idare ettim. Etmez olaydım namussuzu! Zehirli yılan gibi çöreklenmişti boğazımın içine. Oysa, soğuk bir kış gününde, davetsiz misafir olarak çıkıp geldiğinde, çok kalmayacağını, uğrayacağı başka yerleri de olduğunu söylemişti. İnanmıştım. Daha doğrusu inandırmıştı.

Hiç unutmuyorum. Yine böyle sıcak bir yaz günüydü. Hem de yazın tam ortalarıydı. Uzak yerden terli ve yorgun gelmiştim. Vücudum çok su kaybetmişti. Susuzluktan ciğerim yanıyordu. Dayanamamıştım o gün. Buzdolabından çıkardığım bir litrelik şişedeki soğuk suyu tepeme dikmiş, nefes almadan, yanan mideme indirmiştim. Midemin ateşini söndürüp, o an rahatlamıştım. Ardından “ Oh be! Dünya varmış.” demiştim. Aradan bir hafta ya geçmiş ya geçmemişti. Bir sabah kan ter içinde uyanmıştım. Öğleye doğru elim ayağım önce buz kesmiş, ardında şiddetli ateş ve aşırı üşüme başlamıştı. O sıcak yaz ortasının öğle saatlerinde, yatağa mahkum olmuştum. Yalnız yatmakla kalsam iyi. Donuyordum. Eşim, üstüme battaniye, yorgan attığı halde, onların altında titremekten çenelerim birbirine vuruyordu. Komşularım gelmişti ziyaretime. “Yazın ortasında, bu durum hayra alamet değil.” demişlerdi. Yirmi dört saat yatak yorgan yatmıştım o yaz sıcağında. Çok ter döküp, öyle kurtulabilmiştim elinden. Ardından karar almıştım. Eğer o namussuz, çöreklendiği yerde efendi gibi durmayıp, bir daha canımı yakmaya başlarsa, güçlü bir hekime koşacaktım. Ve diyecektim ki : “Şunun anasını belle…”

***

Aradan yıl geçmedi. Ne yılı? Altı ay anca. O namussuz, barındığı yerde rahat durmadı; kışın başında yine aniden canımı sıkmaya başladı. ”Yahu!” dedim. “Sen ne arsızmışsın!..” Bu kez öfkelendi. Diklendi. “Biraz sonra görüşürüm seninle.” dedi. Sustu. Ben de sustum. Gitmesini bekledim bir süre. Gitmedi. Birkaç saat sonra yapacağını yaptı. Vücudumda hafif kırgınlık başladı. Yatıp, uyuyunca geçer diye düşündüm. Yatağa attım kendimi. “Uzun kış gecesinde canımı yakmaktan, tepinmekten yorulunca mecburen sakinleşir, barındığı yerde kıvrılıp yatar.”dedim. Sırt üstü uzandım yatağa. Gece lambasını da söndürdüm.

Penceremin tam karşısında sokak lambasının ışığı… Uzun kış gecesinin koyu karanlığında parlayan bu ışık, tül perdeden sonra kalın perdeyi de aşıp, odanın içini hafif aydınlatıyordu. Gözlerim tavandan sarkan ampuldeydi. Yarı karanlık odada, ucundan iple bağlanmış armut gibiydi. Armut, armutlar. Ankara’nın, Bursa’nın armutları. Özellikle, Bursa’nın altın sarısı, sert sulu armudu. Armut ve ayı. Gözümün önüne gelip oturdu. Temmuz ayı ortaları. Sıcaktan ortalığın kasıp kavrulduğu günler. Akarsu boylarındaki tarlalar ve içlerinde armut ağaçları. Üzerinde bir yanları hafif kırmızı, diğer yanları altın sarısı armutlar. Güçlü bir boz ayı, arka ayaklarının üzerine dikilmiş, armut ağacına uzanıyor; dallarında olgunlaşmış, bal gibi armutları koparıp koparıp yiyordu. Sonra “Ey Allahım!” dedim. “Niçin güzel şeyler, çoğu kere, ona layık olmayan kimselerin eline geçer?” İç dünyamda, kendime sorduğum bu soruya yanıt bulamadım. Bu kez gözlerimi odanın içinde gezindirdim. Duvarlarda asılı duran fotoğrafların, masadaki mekanik çalar saatin siluetlerini gördüm. Saatin sesini yeni farkı ettim… Tik-tak tik-tak… Gecenin sessizliğinde ne kadar da çok rahatsız ediciydi. Uykum tümüyle kaçtı. Önce çocukluğum geldi gözümün önüne, sonra gençliğim… Hani ne derler, yaşamımın bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçtiğini hissettim.

O gece ne zaman, nasıl uyuduğumu tam anımsayamıyorum. Tek hatırladığımı: Yine o namussuzun canımı yakmaya başladığıydı. Uyandığımda kan ter içindeydim. Ateşler içinde sayıklıyormuşum. “Terleyince ateşini attın.” dedi eşim. Önceden almış olduğum kararı hemen uygulayıp, sabah erkenden soluğu sağlık ocağında aldım. Genç bayan hekim boğazını muayene ettikten sonra, beni tedirgin eden bir ses tonuyla:

-Beyefendi, bu mikrop boğazınızı pek sevmişe benziyor… Bunun yol açtığı hastalığa biz tıpta farenjit diye adlandırırız... Bulunduğu yeri kolaylıkla terk ettiği pek görülmemiştir. Bu nedenle mikroptan acilen kurtulmanız gerekiyor. Asi taktirde sıkıntılı günler bekliyor sizi.

Korkuyla:

-Yaa! Öyle mi? demiş bulundum.

-Tabi. İşin hiç şakası yok.

-Nasıl kurtulabilirim elinden?

-Bu saatten sonra, penisilinden başka bir ilacın yararı pek olmaz. Olsa da geçici olur. Kısa süre sonra hastalık tekrar nükseder. Çünkü çok ilerlemiş… On tane penisilin iğnesi veriyorum. Her gün birer tane vurduracaksın. İğneler bittikten sonra kontrole geleceksin. Geçmiş olsun, dedi.

Reçeteyi elime tutuşturdu.

Söylediklerini aynen uyguladım.

On gün sonra kontrole gittiğimde:

-Haydi gözün aydın! Kurtulmuşsun, dedi.

Teşekkür edip ayrıldım.

Doktorun dediği gibi, gerçekten de namussuzun elinden bir kez daha kurtulmuştum. Artık ne o benim yanıma uğruyor, ne de ben onun yanından, yöresinden geçiyordum. Zaten görüşmeye de hiç niyetim yoktu. Allah, beni onunla bir daha ne karşılaştırsın, ne de görüştürsün. Pardon, ne beni, ne de bir başkasını…

Elinden kurtulduğumda otuz beş yaşındaydım. Yani, yaş otuz beş, yolun yarısı dedikleri yerdeydim. On yıl ne o benim yanıma uğramıştı, ne de ben onun kıyısından köşesinden geçmiştim. Yaşım kırk beşe dayanmıştı. Onu belleğimden çoktan silip atmıştım. Onun da beni defterinden silip attığına inanmıştım. Artık beni bulamaz, bulsa da tanıyamaz diye düşünmüştüm yıllarca.

***

Yanıldığımı yıllar sonra anladım. Sıcak bir Haziran akşamıydı. Eşimle apartmanımızın üst katındaki komşumuza ziyarete gidelim dedik. Çocuklarımızı da yanımıza aldık. Kalkıp gittik. Sağ olsunlar, bizi saygı ve sevgiyle karşıladılar. Yenildi, içildi; dereden tepeden konuşuldu. Saat yirmi üç sularıydı. Sohbet ederken, hafiften bir kırgınlık başladı bedenimde. Önce belli etmek istemedim. Kısa bir süre sonra kırgınlık titremeye dönüştü. Kendimi zaptedemiyordum. Komşum üstüme giyecek bir şeyler verdi. Kâr etmedi. Eşime “gidelim,” dedim. Ayağa kalktım. Bu arada odadakilerin hepsi ayaklandılar…

Eve geldik.

Kapıdan girer girmez kendimi oturma odasındaki çek-yatın üstüne attım. Ardından eşime sesimi yükselttim:

-Donuyorum! Hemen karyolayı hazırla!

Eşim çabucak karyolayı hazırladı.

Anlaşılan, sıtmaya yakalanmıştım. Titremekten pijamalarımı üstüme güçlükle giyebildim. Hemen yatağa girdim. Dizlerimi kasıklarıma çektim; ellerimi bacaklarımın arasına soktum. Kirpi gibi büzüldüm.

Eşime:

-Hem battaniyeyi, hem de o kalın yorganı getir. İkisini birden at üstüme, dedim.

Bu kez eşim çıkıştı:

-Sen ne yapıyorsun? Bu sıcakta kızamık çıkaracaksın. Baksana oda sıcaklığı 30 dereceyi bulmuş. Baygınlık geçireceğiz neredeyse.

-Ne yapayım? Donuyorum. Elimde değil.

-Sen bilirsin, dedi.

Sessizce odadan çıktı.

Elim ayağım buz gibiydi; ama boğazım ateşler içindeydi. Özellikle de boğazımın sol tarafı. Battaniyenin, yorganın altında, buz kesen ayaklarımı ısıtmak için birbirine sürttüm. Donan ellerimi ateşler içinde yanan boğazıma yapıştırdım. Yine de her iki organımı ısıtamadım. Artık bedenim üşümeye daha fazla dayanamayınca, can havliyle kızıma seslendim:

-Aylin!

-Efendim!

-Kızım annene söyle. Termofora sıcak su doldurup getirsin.

-Tamam baba.

Az sonra, eşim elindeki kauçuk kapla yanıma geldi. İçini sıcak suyla doldurmuş, üstünü de havluyla sarmış. Yorganı, battaniyeyi kaldırarak ayaklarımın altına koydu…

Battaniyeyi, yorganı başımın üstünden aşırtıp, sımsıkı örtündüm. Bir müddet sonra eşim gelip, termometreyle ateşimi kontrol etti. 39,5 dereceye çıktığını görünce: “Eyvah, ateşin çok yükselmiş.” Deyip, yorganı, battaniyeyi üstümden almaya çalıştı. İzin vermedim. “Dur, yapma!” deyip, üstümdeki örtüleri sımsıkı sarındım. Üşümekten çenelerim birbirine vururken kendimi tutamadım, “dıdı dıdı” diye sesler çıkardım. Eşim bu tavrıma sinirlenip, odayı terk etti. Umursamadım. Çünkü kendi can telaşıma düşmüştüm. Yatmadan önce almış olduğum ağrı kesici ve ateş düşürücü haplardan olsa gerek bir süre sonra uyuyup kalmışım.

Uyandığımda güneş ufuktan yeni bir günü muştuluyordu.

Gece tere batmışım. Atletim, pijamalarım, yastığım, yatağım terden vıcık vıcık olmuş; ama ben, gözümü açtığım için sevinçliydim. “Şükürler olsun!” dedim. Bu arada, odanın içini ağır bir ter kokusunun kapladığını hissettim. Önce, üstümdekilerin hepsini çıkardım. Elimle sıksam, suları çıkacaktı neredeyse… Terimi kuruladım. Aceleyle üstüme bir şeyler geçirip, odanın balkon kapısını açtım. Üzerimden çıkardığım giysileri alıp, banyodaki diğer kirlilerin yanına attım. Öteki odada, çocuklarımızla birlikte yatan eşimin yanına koştum. Hepsi uyuyorlardı. Yalnız eşimi uyandırıp:

-Banyoya giriyorum. Yatak, yorgan, yastık ter içinde. Onları değiştirecek misin? Havalandıracak mısın? Bilmiyorum artık ne yapacaksın. Bildiğim, onların terden ıslanmış ve kokmuş olduğu, dedim.

Ilık suyla duş alınca, biraz kendime geldim…

Salona geçip oturdum.

Eşim:

-Kahvaltını hazırlayayım mı?

-Hayır, canım bir şey istemiyor.

-Yemeden olmaz. Az da olsa ye. Miden bomboş. Temelli halsiz düşersin.

Kahvaltımı önüme getirdi. Sofradaki zeytinlere, beyaz peynire, reçele, haşlanmış yumurtaya, dilimlenmiş domatese isteksiz, ucundan kıyısından dokundum. Hiç birinin tadını alamadım. Hepsi yavan geldi. Sofradan kalktım. Lavaboda ellerimi, ağzımı yıkadım.

Oturma odasına geçtim. Çek-yatlardan birine uzandım.



Birkaç saat sonra, yine, başım çok şiddetli ağrımaya başladı. Bu kez ağrı alnımda ve şakaklarımda değil; ense kökümdeydi. Yani, merkezi orasıydı. Oradan başımın arkasına doğru uzanıyordu. Ağrıya dayanamayınca, ellerimi ense kökümde kenetleyip, başımı öne doğru asıldım. Bu şekilde, ağrısını geçici olarak azaltmaya çalıştım. Başımın ağrısıyla cebelleşirken, bu kez boğazımın ateşi artmaya başladı. İkisi birden saldırıya geçinde artık dayanamadım. “Allah’ım! Ya kurtar, ya da canımı al!” diye birkaç kez bağırdım. Sonrasını hatırlamıyorum.

Feryadıma, telaşlanan eşim ve çocuklarım yetişmişler. Durumumdan korkmuşlar. Bu arada, eşim en yakın komşumuza haber vermiş; onlar da koşup gelmişler. Karga tulumba edip, otomobile bindirmişler. En yakın hastanenin acil servisine götürmüşler. Bunların hiç birini anımsamıyorum.

Gözlerimi açtığımda, kendimi hastanenin acil servisinde buldum.

Kolumda serum, başucumda eşim…

Etikete göre ara
Henüz etiket yok.
ÖNE ÇIKANLAR
son postalar
Arşiv
bottom of page