ÇOCUKLUĞUMUN SİNEMALARI
Çocukluğumun en önemli eğlencesi sinemalardı. Eğlence dediğime bakmayın, biz sinemaya göz yaşımızı silmek için özel mendille giderdik. Ne kadar çok ağlarsak, film, o kadar güzel sayılırdı.
Kız kardeşimle ikimizin favorisi: Zeynep Değirmencioğlu, namı diğer Ayşecik filmleriydi. Bu filmlerin değişmeyen sanatçı kadrosu, aileden saydığımız: Necdet Tosun, Sami Hazinses kötü adam Ahmet Tarık Tekçe, büyük baba Hulusi Kentmen, hizmetçi Mualla Sürer olurdu. Sadece başrol oyuncuları değişen, ama konuları değişmeyen bu filmlerde, kötüler mutlaka cezalandırılır, iyiler de mutlu sona ulaşırdı, sinemadan çıkarken kendimizi iyi hissederdik En büyük derdimiz, ağlamaktan havuç olmuş burnumuz ve şişmiş gözlerimizi, mahalledeki oğlanlardan saklamaktı, çünkü yakalanırsak, ağlamııııış, ağlamııııış işte… diye bizimle alay ederlerdi.
En küçük ilçede bile tahta sandalyelerin özenle dizildiği, yazlık açık hava sinemaları olurdu. Alçak duvarlarla sokaktan ayrılan bu bahçelerde, film başlamadan önce branda perdeler gerilerek, açık kalan yerlerden filmin izlenmesi önlenmeye çalışılırdı, çalışılırdı ama önlenemezdi.
Sinemaya verecek parası olmayanlar, yakındaki ağaçlara tünerler, sanki locada oturuyor gibi filmi izlerlerdi..
Kız kardeşim ve ben, pazar matinelerinin müdavimiydik. Demek ki, iki kız çocuğunun sinemaya yalnız gitmesi sakıncalı görülmüyordu ya da küçük yerlerde herkes birbirini tanıdığından, jandarma kumandanının kızlarına yan bakacak bir babayiğit çıkmaz sanılıyordu.
Gerçekten o yıllarda, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da terör yoktu. Yöre halkının çoğu, geçimini Suriye, İran, Irak gibi sınır komşularımızdan kaçak mal getirip satarak sağlıyordu. Mallar, öyle sanayi malı, hammadde gibi ekonomik değeri olan şeyler değildi.
İnsanların canlarını hiçe sayarak mayın tarlalarından geçirdiği mallar, genellikle birkaç top jakarlı kumaş, birkaç dizi kristal boncuk ya da bir koyun sürüsü olurdu. Yerli kadınların bohçalayarak, ev, ev dolaşıp sattıkları kaçak malları almamız, babam tarafından yasaklandığı için, annem, yakın bildiği bazı komşular aracılığı ile hala kullandığım, üç sıra kristal kolyeyi almayı başarmıştı, ama Bursa kumaşlarını görünce de babama hak vermişti.
Kaçakçıların, sınırdan geçeceğini, jandarmalar önceden öğrenirse pusu kurarlar, bazen silahlar patlardı. Böyle gecelerde, babam sabaha kadar sınırda kalır, bizlerde, yüreğimiz ağzımızda onun sağ salim eve dönmesini beklerdik.
Kardeşimle birlikte yaşadığımız son sinema macerası, babamın emekli olması ile Mardin’den gelip, Bursa ya yerleştiğimiz günlere rastlar.
Yukarıda da anlattığım gibi, ilkokulu bitirinceye kadar, toplu taşıma araçları olmayan küçük yerlerde yaşadığımızdan, her yer bizim yürüyerek ulaşabileceğimiz uzaklıktaydı. Hayatımız çarşı, karakol, okul ,sinema, ev gibi belli yerler arasında geçtiği için mesafe kavramımız da pek gelişmemişti.
Babamın, yıllık izinlerinde bizi gezdirmek için götürdüğü İstanbul’u saymazsak, ilk kez Bursa gibi büyük bir şehirde yaşayacaktık. Zaten İstanbul’a gidildiğinde, annemin aristokrat zevkleri yüzünden, o zamanlar pek ünlü olan, Tepebaşı gazinosunda Zeki Müren’ i veya yeni vizyona girmiş filmleri izlemekten, İstanbul’ u doğru dürüst gezemezdik.
Okula, ilk kez bir toplu taşıma aracıyla gidiyordum. Alışkın olmadığım için çoğu kez , birkaç durak önce ya da sonra otobüsten iniyor, panikleyerek kan ter içinde okula ulaşmaya çalışıyordum.
Her şeye rağmen pazar sabahları matine sevdasından vazgeçmemiştik. Şimdiki Tayyare Kültür Merkezi o zaman sinema salonuydu. Soğuk bir kış günü kardeşimle birlikte Tayyare sinemasına geldik.
Ancak elimizdeki para, sadece sinema biletlerine yetiyor, dönüş için yol paramız kalmıyordu. Filmi izlemeyi öylesine istiyorduk ki, Bursa’ da yaşadığımızı unutup biletleri aldık.
Tayyare sinemasının balkonundaki koltuklara yerleştiğimizde, müşteri kitlesinin hiç de bizim küçük ilçelerdeki başı yemenili, şalvarlı kadınlara, sümüklü, lastik ayakkabılı çocuklara benzemediğini gördük. Çoğunluğu, hafta sonu çarşı iznine çıkan askerler, öğrenciler ve bekar erkekler oluşturuyordu.
Askerlerin ilgili bakışlarını fark ettiğimde ilk kez içime bir korku düştü. Bunlar beni sevgiyle kucaklarında taşıyan babamın askerlerine hiç benzemiyorlardı, esmer yüzlerinde, keskin bir ustura gibi parlayan gözleriyle, içimizi delecek gibi bakıyorlardı. Utandığımı hissettim.
Salonda ışıklar kararıp, film başlayınca, boynumda, saçlarımda dolaşan bir şeyler hissettim. Sinema salonlarında, örümcek, fare gibi şeyler olduğunu duymuştum. Kurtulmaya çalışıyordum. Kurtuluyordum, ama filme dalınca, yine aynı şey, bedenimde dolaşıyordu. Korunmak için kendimi oradan oraya atıp durdum. Mücadele etmekten, filmi izleyemez hale gelmiştim.
On dakika ara verilip, ışıklar yandığında arkama baktım, kırk yaşlarında, bıyıklı, yağlı saçları arkaya özenle taranmış, beyaz pardösülü, kırmızı yüzlü bir adam, baygın gözlerle beni süzüyordu. Kirli tırnaklı, küt parmaklarını görünce, tiksintiyle irkildim. Kardeşime– gidelim, dedim. Ama onun filmi yarım bırakıp gitmesi için, afete benzer bir şeyler olması gerekirdi. Şiddetle karşı çıktı. Onu bırakıp gidemeyecek kadar sorumluluk sahibi bir abla olarak, kendimce bir korunma yöntemi buldum.
En önde, orta yaşlı iki kadının yanındaki boş koltuklara geçmeyi önerdim.. Kadınlar film boyunca hiç durmadan konuşarak kritik yaptılar. Bizim sapık, kadınların yüksek sesle konuşmalarından cazgır olduklarını anlamış olmalı ki yanımıza gelemedi.
Film bitince, yol paramız olmadığından, soğuk ve kararmakta olan havaya rağmen, Çekirgeye doğru yürümeye başladık. Tabi, Heykel ile Çekirge arasının yedi kilometreden fazla olduğunu bilmiyorduk. Hoş bilsek de çaresizdik. Cep telefonu denilen teknoloji harikası henüz bulunmamıştı.
Kültür parkın önlerine geldiğimizde, hem çok yorulmuş, hem üşümüş, hem de acıkmıştık. Dönercilerin önünden geçerken yüzümüze çarpan, sıcacık, mis gibi kokular, açlığımızı kamçıladıkça, bir simit parası bile almadan sinemaya gitmenin, cesaret değil, aptallık olduğunu anlamıştım ama artık çok geçti.
Çelik Palası geçtikten sonra, caddenin iki yakasını şimdiki gibi şık iş merkezleri ve apartmanlar süslemiyordu, birkaç ahşap virane ev dışında, boş arsa sayılacak bahçelikler uzanıyordu. Bursa’nın nüfusu da şimdinin üçte biri olmalıydı. Yol boyunca yanımızdan hızla geçen arabaları, daire sahiplerinin siparişlerini temin eden birkaç kapıcıyı, soğuğa aldırmadan top oynayan, mahalle çocuklarını saymazsak, sokaklar bomboştu.
Ortalık iyice karardığından, hızlı adımlarla eve ulaşmaya çalışıyorduk ama çocuk adımlarımız yorgunluktan küçüldükçe, küçülmüştü.
Sonradan, adının Çukurköşk olduğunu öğrendiğim, harap evin önünden geçerken, biraz soluklanmak için, alçak taş duvarlara yaslanmış duruyorduk, birden nereden çıktığını anlamadığımız, siyah paltolu, kırmızı kaşkollu, uzun boylu, genç bir adamın karşı kaldırımdan bize seslendiğini duydum. Kim olduğunu anlamak için baktığımda, adam aniden paltosunu iki yana açıp, fermuarını indirdiği pantolonunun önünü bize göstermesin mi?
Neye uğradığımızı şaşırmıştık, korkudan , yorgunluğumu unutup, kardeşimin eline nasıl sarıldığımı, eve nasıl geldiğimi , hatırlamıyorum. Dizlerimin titremesine mani olamıyordum.
Annem, sararmış benzimizin, kuruyan dilimizin, titreyen dizimizin farkında olamayacak kadar kendini işe kaptırmıştı, sadece - nerede kaldınız kızım, bak akşam oldu, bu saate kadar sokakta kalınır mı, dersinizi yaptınız mı, gibi beylik sözleri tekrarladıktan sonra, yavaşca mırıldandı:
“- Allah korusun, buralar büyük şehir, iti kopuğu olur..” Kardeşimle göz göze geldik.
Bizim, masum mutlu sinemalarımız, aynı günde, iki sapık tarafından katledilerek sona erdi. Gerçeklerin, Ayşecik filmleri gibi olmadığını öğrenmek, masum düşlerimizi yıktığı gibi, insanlara olan güven ve sevgimizi de epey sarsmıştı.…..