‘Zorba the Greek’ Eskimez
‘
Lisede, çok sevgili arkadaşlardan oluşmuş küçük bir grubumuz vardı. Neşeli, canlı, okumaya meraklı genç kızlardık. Hafta sonu tatillerimizde sinemaya gitmek bir keyifti. O günlerin kısıtlı sanat ortamında sinemayı bir coşku olarak yaşardık. Sinemaya gitmek yaşamımızın anlamı, keyfiydi. Bir filmin etkisinde kalmışsak, o filmi inceden inceye irdeler, filmin ayrıntılarını hep birlikte yorumlamaya çalışırdık.
Şimdi neredeyse kırk yıl aradan sonra bile hala etkisini, benim için değerini yitirmemiş o filmin bir sahnesi hala usumda önemini koruyor. Ne garip ki, ilk gençlik anılarımız bizimle birlikte yaşıyor ve eskimiyorlar. Neden, nasıl olduğunu bilmeden, bir şey, dağarcığımdakileri ortaya çıkarıyor.
İzlediğim o filmin bir sahnesi usumdan hiç çıkmıyor. Sinema dilinin gücü, büyüsü işte böyle bir şey. O birkaç dakikalık görüntüleri derin bir iç çekişle irkilerek gözlerim aşırı büyüdü ve her şeyi yuttu. Gözlerim acıyla doldu. Üstüme eğilseydiniz gözlerimdeki hüznü görürdünüz. Görüntüler gözlerimden yüreğime doğru aktılar, aktılar.
O sahneyi hiç unutmadım, unutamam. O görüntülerde insan olmanın onurunu ve vahşetini, yaşam ve ölüm arasındaki geçişkenliği yönetmenin merceğinden izlerken nasıl da sarsılmıştım. Oysa karşımdaki sahne gerçeğin kendisi değil, kurgusuydu. Yine de yüreğime dokunmuştu. Gözlerim, bu önümde uzanan görüntülere çevrilmiş, yaşanan olayı kendimce çözmeye çalışıyordum. Kendi değerlerim ile yönetmenin değerleri arasındaki koşutluk beni daha da yakınlaştırıyor bu filme. Gerçek bir sinema dili ve estetiği ile, sözden çok görsellikle sunulan yaşlı kadının ölümüydü bu.
Sözünü ettiğim sahne Michael Cacoyannis’in 1964 yapımı ‘Zorba the Greek’ adlı filminden. Odasında ölü bulunmuş, yaşlı ve kimsesiz o kadın. Komşuları bir telaş içinde, ölen kadının ardından bıraktığı eşyaları bir bir saçıyorlar sokağa.
Bu ölüm yaşamını tamamlamış olanın ölümüydü.
Dolapları karıştırılıyor, çekmeceleri açılıyor...Çöpe atılmadan önce her bir eşyayı incelemek için kolları sıvamışlar... fötr şapkalar, kürkler, eldivenler, jartiyerler, jüponlar, kombinezonlar, yıkana yıkana eprimiş dantelli mendiller; bazılarının köşelerinde işlenmiş kabarık çiçek motifler... İçlerine mektuplar, faturalar, birtakım evrak konulmuş zarflar.. siyah-beyaz fotoğraflar... fotoğraflarda, kah kendi yaşıtları kız arkadaşlarıyla, kah asker üniforması içindeki genç bir adamın kollarında, bukleli saçları omuzlarında genç bir kadın hep gülümsüyor. Hepsi siyah-beyaz...
Kadın gülümsüyor...
Evinde ölü bulunmuş kadın gülümsüyor...
İşlemeli ve dantelli bu örtülerle sokak bayram yerine dönüyor. Ve şenlik başlıyor! Kıkır kıkır kahkahalar arasında herkes bir ucundan yakalayıp, kadının yaşamını sergiliyor.
Kadın gülümsüyor...
Küçük burjuva insanının yer yer eprimiş, beyazlıkları uçup gitmiş etekleri dantelli, pileli perdelerle sessizce içine kapandığı yaşamı, kadının ölümüyle birden sokağa fırlıyor...
Kadın gülümsüyor... E
İçin için sandıklarda, kapalı kutularda, saklı sihirli bir dünyadan dökülüyorlar ortaya. Zemini koyu kahverengi, kenarları yıpranmış, aşına aşına yer yer siyahımsı lekeler almış valiz...
Kadın gülümsüyor..
İşe yarar mobilyalar, küçük biblolar, kap kacak hemencecik pay edilmişti bile. Bu küçük oda, komşuların yıkıcı saldırısının ezip geçtiği bir savaş meydanına dönüşmüştü. Orada yaşlı kadından tek bir iz kalmadığı gibi, insani her değer de silinip yok olmuştu. Yalnızca kadından tanıyamadıkları silik soluk bir imge kalmıştı ellerinde.