Nâzım Hikmet, Paris Gülüm
Nâzim Hikmet “gülüm” adını taktığı Fransa’nın başkentiyle mayıs 1958’de tanıştı.
O günlerde general Charles de Gaulle’ün şaibeli bir biçimde başbakanlığa atanmasına muhalefet eden ve bunu protesto etmek isteyen Fransız Komünist Partisi (FKP) ile Genel İş Konfederasyonu (CGT), on binlerce emekçinin katıldığı görkemli bir gösteriye bile katıldı, eşinin/doktorunun yasaklamış olmasına ve Güzin’in sert sert bakmasına rağmen. Eşi doktor Galina şairle Paris’e gelememişti, ama kalp sorunlarıyla karşılaşmaması için bir sayfa kadar tutan “önerilerini” okunaklı bir biçimde yazıp göndermişti. Ve Güzin bunların harfi harfine uygulanmasını denetlemek için kendi kendine yetki vermişti. Ve Nâzım da fena halde “yanmıştı”. Ne içki, ne istediği anda sokakta dolaşmak, ne de bilhassa merdiven çıkmak! Hiçbir şeyden çekmedi Nâzım, Güzin’den çektiği kadar (!) Ama uysal bir çocuk gibi “ablasının” uyarılarına katlandı. (Nâzım, Abidin ve Güzin’e mektuplarında Güzin’i bazen “abla”, bazen “sevgili jandarmam” gibi nitelemelerle anıyor ve hafif tarafından yükleniyor. Artık o kadarı da olur; yılların arkadaşları ne de olsa .) Ama arada bir kaçamak yaptı. Araştırmalarım sonucunda buldum : Örneğin Güzin’in denetim için gelmesinden çok önce kalkıp hemen otelinin dibindeki ve Saint-Michel bulvarı üzerindeki küçük ama şirin kahvede bir sabah erken saatlerde kahve içtiği Fransız polis raporlarına kaydedildi. Bunun şaka olduğunu hemen belirtmeliyim. Yarısı şaka ama. Polis kayıtlarında bu konuda iz var mı henüz bilemiyorum, ama Nâzım’ın arada bir sabah erkenden çıkıp aşağıdaki kahvede bir kahve içip iki croissant/çörek yediğini biliyorum. Çünkü bu « suçunda », Güzin’e asla « çaktırmadan », onunla işbirliği içinde olan Abidin Dino nam ressamın “ifadesinde” yazılı bunlar. Fakat Nâzım bunu doğrulamaktan kaçındı (!)
O gün, o gösteri günü yani, Nâzım Hikmet, Abidin Dino ve birkaç yoldaşıyla birlikte Republique Meydanı’na kadar yürüdü. Sonra yoruldu ve Abidin’in de ısrarı üzerine, “çünkü işin artık şakaya gelir yanı kalmamıştı”, gösterinin sonrasını bir arkadaşının (Charles Dobyznski isimli yoldaşı, sevimli arkadaşımız, “Vitamin Dede” bana bizzat anlattı bunları) evinin balkonundan izledi. Çok heyecanlandı şair. Ne demek yani koskoca Fransa işçi sınıfı değil miydi sokakları, caddeleri, bulvarları ve meydanları dolduran. Bu kızıl bayraklar yoldaşlarım, bu sloganlar arkadaşlar ne demek oluyor? İhtilal yürüyüşte değil mi?
Ve o günden itibaren ve hatta biraz öncesinden bile başlayarak birikmiş /biriktirilmiş hasretini gidermek için Nâzım Baba dolaştı durdu başkentte. Şurası Seine değil mi? Şurası Eyfel. Şurası Père Lachaise mezarlığı. Şurası komünarların tepesi; Louise Michel demek burada çarpıştı, elinde tüfek. Evet elinde tüfek. Demek kadınlar cephenin en önündeydiler. “Bravo!”. Demek çocuklar da savaştı. Demek burjuvazi katliamı burada yaptı. Şurada yatan Marx’ın o güzelim kızı değil mi? Söyleyin bana yoldaşlarım bu yürüyüş nereye böyle, söyleyin ne olur...
Nâzım, bu ilk gelişinde, üç hafta kadar kaldı Paris’te. Pek çok şiir yazdı. 1949 ve 1950’de özgürlüğüne kavuşması için basın toplantısı, şiirlerinin Fransızcaya çevrilmesi, imza kampanyası ve daha birçok iş için koşturan Tristan Tzara başta, bütün dostlarına teşekkür ziyaretleri yaptı. Aragon ve Elsa ile tanıştı. Fransız Komünist Partisi’nin isimleri az bilinen, ama sapına kadar ihtilalci militanlarından Direniş Haraketi’nin isimsiz yıldızları Jean Marcenac, Pierre Biro (Pierre ille “Nâzım’ın koruyuculuğunu yapacağım” diye tutturdu ve yaptı. Pierre bana anlattı bunları, uzun uzun) ve daha niceleriyle tanıştı. Paul Eluard’ı da çok tanımak isterdi Nâzım, ama Paul bu, şiir defterlerini bırakıp çoktan ayrılmıştı aramızdan. Şiir defterleri kaldı bize, bir de unutulmaz anıları: “Okul defterlerimin üstüne / sınıfta sırama ve sokakta ağaçlara / kuma ve kara / yazıyorum ismini”. Eluard’ın şiirinin çevirisi daha farklı olabilir, fakat ille biraz katkı yapmak istedim, ve bir-iki sözcük ekledim, fazlası yok, ama “ana fikir” bu.
Paris’te coştu Nâzım ve coşturdu. Mavi gözlü dev bu kardeşlerim. Gözlerinde çakan şimşekleri gördünüz mü hele? Yakasında kızıl karanfil, başında kasketi İstanbul’un afili delikanlısıdır kol kola yürüdüğümüz. Hani İstanbul sokaklarının ifadesini alan, arkasındaki, önündeki ve bilhassa hep sağındaki « aynasızları », « gölgelerini », « silik ve silinmeye elleri mahkûm herifleri » sobeleyen ve onlardan birkaçına şiirlerini ezberleten delikanlı. Anımsıyor musunuz? İşte o Nâzım yoldaşlarım, Paris’i böyle teslim aldı : Şiirleriyle. Paris de zaten bunu bekliyordu ve bırakıverdi kendini şairin kollarına. Gülüm benim, Paris’im, iki gözüm sen de al beni kollarının arasına, al beni. Bu caddeler, bu kaldırımlar, bu sokak, meydan ve bulvarlar bizim. Louise Michel değil mi şu geçen? Maurice Thorez konuşmuyor mu bu gece “Université Nouvelle”de. Haydi çocuklar oraya evet evet hep beraber oraya gidiyoruz. Duclos da gelmiştir mutlaka. Marty de. Yoldaşlarla halaya durmak için tam zamanıdır. Haydi hep beraber.
Nâzım bu, kalbi arada bir tekleyebilir, hayattır bu ve şair önemsemez. Ama bir sarışın görsün, kalbinin tiktakları hız kazanır ve “usta bir dakka bu bizdendir” işaretini verir ve Vera Tulyakova ile evlenir Nâzım. İki kere iki dört eder ve balayını gençyaşlı (yazımda hata yoktur) ama yüzde yüz özgür çift Paris’te geçirir. Kimileri çatlar. Çatlasınlar, patlasınlar! Paris kırk gece, kırk gün sürer... Vera giyim kuşama meraklıdır. Nâzım deri ayakkabılara ve ipek çoraplara. Abidin ve bilhassa Güzin ile mağazalar dolaşılır. Zamanını yazmadım mı? Tamam işte yazıyorum, Nisan 1961’deyiz ve Nâzım’ın Paris, Ma Rose’u kitapevlerinin vitrinlerini süslüyor. Malatya gülü sanırsınız. Bu konuyu Zeynep’e ve Başak’a da sormalı sırası ve yeri gelince. Malatyalı gülünü tanımaz mı? Tanır elbette. Nâzım kitabının tanıtımı için Le Divan nam kitabevinde imza gününe katılır. Duyan gelmiştir, duyan koşmuştur ve tıklım tıklımdır kitapevi. “Gölgeleri” bile sıkışır, sıkışır ve bir duvar dibinde ezilmekten kurtulurlar belki, ama yine de eriyip, yerin dibine girip yiterler, biterler. Yoldaşlarım şenlik bugün Paris’tedir. Nâzım Hikmet halayı sürüyor. Mendil halaybaşı Abidin’in elindedir... Sonra gün gece, gece gün olur ve saati gelince Nâzım Vera’sını Paris’te bırakır, Havana’ya “uçar”. Dünya Barış Kurulu adına Fidel’e “Barış Ödülü”nü vermek üzere randevusu vardır. Hem Fidel’le ve Küba ile, hem de T büyük harfle Tarih’le. Küba’daki devrimci çoşku, devrimci gençler, kadınlar, kızlar ve erkekler, yaşlılar, ve gördüklerinin tümü şairi son derece mutlu eder. Nâzım’ın Havana Röportajı’nı okumadıysanız, videosunu görmediyseniz hiç geçikmiş sayılmazsınız ve bizde kardeşlerim, geç kalanlara da yer ayrılır. Gönül sofrasıdır bizimki. Buyurun sizi de şöyle alalım. Nâzım konuşmaya başlamak üzere...
Akan zaman, duran zaman. Gel zaman, git zaman...
Kasım 1962’de Nâzım’ın Leonardo da Vinci ile randevusu vardır. İtalya Mamma Mia ile. Mamma Roma ile. Ama önce Milano ve Floransa’ya gitmek, sanat eserlerine yüzünü sürmek ister Nâzım. Yanında gittikçe güzelleşen Vera, her zaman. Ama bu kuru fasulya ve pilav, balık ve pilaki, imambayıldı (ille bayıltacak imamı yemeden önce, Nâzım’dır bu ve bunun esbab-ı mucibesi de sual edilemez. Şairdir ve şaire şiiri soru-l-amaz!) ve rakı mis kokuları, tadları nereden geliyor? Paris’ten evet. Nâzım’ın “Benim Türkiye’m” dediği mekandan; Abidin ve Güzin’in ev-atölyesinden. İşe bakın, o gün Abidin’lere İstanbul’dan uçakla, evet evet uçakla bir sepet dolusu nevale gelmiştir ve Nâzım ile Vera’nın varışı ile Karaköy, Kumkapı, Beyoğlu, İstiklal Caddesi, Cadde-i Kebir diye yazar bizim defterler, pat diye 13 Quai Saint-Michel’deki ev-atölyenin işine düşerler. Pat diye, evet. Pata pat, pata pat diye.
Bilmem Nâzım’ın Vera, Abidin, Güzin, Jean, Charles ve daha birçok yoldaşıyla o yılbaşı gecesini Paris’te Doktor Hershel ve iki dirhem bir çekirdek eşi Dora’nın evinde geçirdiğini yazmam acımızı biraz azaltabilir mı? Bilemiyorum. Ama yazıyorum çünkü Nâzım o gece çok mutluydu. Bıraksanız, ince uzun bacakları üzerinde yaylanarak iki adımda İstanbul’a atlayabilir, oradan Bursa’ya uzanıp “taştan tayyere” ile geri dönebilirdi. Bırakmadılar... Ama şair yerinden bile kıpırdamadan iç yolculuğunu tamamladı ve döndü. Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim! dedi. Nâzım Hikmet, kendisine ayrılan zaman içinde yaşamanın ve yaşam aşkının tadını çıkardı, her şeye rağmen. Kötülük adamlarına inat!
4 Ocak 1963’te, yanında eşiyle Moskova’ya döndü Nâzım.
Evet, Şair Baba birkaç kez geldi Paris’e. Gitti Paris’ten. Evet geldi, gitti... Geldi, gitti... Oysa buraya yerleşmeyi ne kadar çok istediğini çoğumuz veya birkaçımız biliyoruz...
Sil göz yaşlarını Zeyno, Başak, sil gözyaşlarını Salih, Gül, Nuri, Şair Baba, Usta, Mavi Gözlü Dev, saçları rüzgarda kızıl bayrak, Nâzım Hikmet 107 yaşında ve hep bizimle çünkü.