top of page

Modernizm ve Dil Devrim






*



Bizce hiç kuşku yok ki moderizmin temelini, Rönesansın habercisi Dante’nin XIII. yüzyılın sonlarında Ortaçağın din dili Latincenin egemenliğine karşı başlatığı anadil kavgası oluştursa gerektr. Bilindiği gibi, Dante’nin ardından da İncil’in anadilde çoğaltılmasını sağlamak amacıyla Gutenberg’in matbaayı bulmasıyla XVI. yüzyılda Papaz Luther ibadetin anadilde yapılması ilkesine dayanan Protestan mezhebini kurmuş, ardından VIII. Henry’nin Katolik kilisesine başkaldırması üzerine de XVII. yüzyılda İngilizce hem yeni kilisenin, hem de devletin anadili haline getirilmiştir. Fransız Devrimi ile de ulus devlet’ler aracılığıyla halkların anadillerine devletçe sahip çıkılarak, devletin anadili kavramı insanlığın siyasal gündemine girdirilmiştir.

Gene bilindiği gibi, Mustafa Kemal de Anadolu’da bir “laik ulus devlet” kurmayı hemen anadil Türkçeye sahip çıkarak dil devrimi ile başlatmıştır.

Ne var ki Mustafa Kemal’in dil devrimi’ni, sanki amaç Türkçe’nin salt yabancı sözcüklerden arındırılmasıymış gibi algılamıştır aydınlarımız. Hatta, edebiyatçılarımızca bu arındırılma yazınsal bir ölçütmüş gibi de kullanılmıştır. Yani, bir ürünün yazınsal başarısı, zaman zaman dilimize girmiş Arapça Farsça sözcüklerin yerine kullanulan Türkçe köklerden uydurulmuş yeni sözcüklerin sayısıyla ölçülür bile olmuştur. Bu durum da, yazı dilimizdeki sözcük sayısının hızla azalmasına yol açmıştır doğal olarak. Örneğin, Osmanlıca’daki “melal, hüzün, elem, gam, kasavet, yeis, keder” gibi Arapça sözcüklerin tamamının sadece “üzüntü” ve “sıkıntı” sözcükleriyle anlatılmağa çalışılması, özellikle de şairlerimiz için büyük sıkıntılar yaratmıştır kuşkusuz. Bu nedenle, kimi genç şairlerimizin son yıllarda şiiri özellikle Arapça ve Farsça İslamî eski sözcüklerde aramaları, küflü Osmanlıca sözcükleri şiirlerinin içine bolca serpiştirmeleri aslında pek de yadırgamasa gerektir.

Anımsanacağı gibi edebiyatçılarımız 1950’lerde dil devriminin böyle algılanmasının neden olduğu yazı dilindeki sözcük sayısının hızla azalması sorununu ürünlerinde bolca yerel sözcük ve şive kullanarak çözmeye çalışmışlardır. Ancak yerel sözcükler ve şiveler, dili yalınlaştırmak şöyle dursun, hem anlaşılmayı daha da bölgesel hale getirmiş, hem diyelim Orhan Kemal’in Murtaza örneğinde olduğu gibi, ürünlerin başka dillere aktarılmasını da olanaksızlaştırmıştır.

Ayrıca, sonuçta bir dil tekniği ve zenaati olan edebiyat açısından sözcüklerin okurda zengin çağrışımlar uyandıracak şekilde kolayca algılanması da, bilindiği gibi çok büyük bir önem taşımaktadır. Örneğin, halen her ikisini de kullandığımız, aynı anlamdaki Arapça istiklal ile Türkçe bağımsızlık sözcüklerinin, anadili Türkçe olanlar üzerinde yaratacağı elektriklenme ve çağrışımlar açısından karşılaştırılabilmesi elbette söz konusu dahi olmasa gerektir. Diyelim, “İstiklâl Marşı”mızın salt bir “ulusal marş” değil, Kurtuluş Savaşı’nı simgeleyen bir “bağımsızlık marşı” olduğunun kolayca kavranmasında istiklâl sözcüğünün de bağımsızlık sözcüğü kadar etkili olabileceğini düşünmek sanırız olanaksızdır. Sözcüklerin kolayca algılanıp, zengin çağrışımlar uyandırabilmesi de, ancak anadille sağlanabilmektedir.

Üstelik, bu yabancı sözcüklerin veya yabancı köklerden uydurulmuş sözcüklerin sakıncaları yalnız algılanma zorluğuyla da sınırlı değil, anlam sapmalarına neden olmaları da dil devrimi açısından üzerinde durulması gereken bir başka noktadır gördüğümüz kadarıyla.

Öte yandan“Türk milleti dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır” diyen Mustafa Kemal’in, dilin yabancı sözcüklerden arındırılmasını dil devriminin temel hedeflerinden biri olarak gösterdiğinden de elbette kuşku duyulmasa gerektir.

Örneğin Falih Rıfkı’nın Çankaya adlı kitabında verdiği bilgilere göre, kendisi de Arapça Farsça sözcüklere Uygurca, Oğuzca, Özbekçe, Tatarca köklerden birçok yeni sözcük uydurduğu gibi, “şey” sözcüğünü de Arapça olduğu gerekçesiyle yıllarca hem kullanmamış, hem de başkalarınca kullanılmasını hoş karşılamamıştır. Nitekim bu nedenle dil devrimi de daha ilk günden aydınlarımız arasında sanki salt “yabancı sözcüklerden arındırılmayı” amaçlıyormuş gibi, Orta Asyalı köklerden yeni sözcükler uydurma yarışı haline dönüşmüştür bilindiği gibi. Ama Mustafa Kemal, gene Falih Rıfkı’nın yazdığına göre 1930’ların başlarında bir akşam Çankaya sofrasında kendisini yanına çağırarak, “Çocuk, dil işini galiba bir çıkmaza soktuk. Fakat bu işi başkalarına bırakmam. Bu çıkmazdan da ben kurtaracağım.” demiştir, kuşku yok ki bu gelişmeden rahatsız olduğunu belirterek. Bu nedenle Mustafa Kemal’in dil devrimini salt “Türkçe’nin yabancı sözcüklerden arındırılması” şeklinde tasarladığını düşünmek kesinlikle gerçekçi bir yaklaşım olmasa gerektir bizce.

Çünkü unutulmamalıdır ki, çağdaşlaşmak açısından anadiller için önemli olan, Batılı dillerin Rönesans ve Aydınlanma dönemlerinde Latince’ye karşı verdikleri savaşımlardan da çok iyi bilindiği gibi, yalnız yabancı sözcüklerden arınmak değil, öncelikle yabancı dillerin ideolojik egemenliğinden kurtulmaktır asıl. Mustafa Kemal de, Türkçe’nin Osmanlılar döneminde İslamileştirilmiş din dili Arapça’nın ideolojik egemenliğine ustaca girdirildiğini çok iyi bildiği için olsa gerek ki, anımsanacağı gibi arındırma çalışmalarını özellikle Arapça sözcüklerden başlatmıştır. Yani, ola ki bir anlamda, yabancı sözcüklerden arındırmayı da Türkçe’nin dinsellikten kurtarılmasının aracı olarak kullanmıştır.

Hemen şunu da belirtelim ki, modernleşme açısından gerçekleştirilmesi gereken dil devriminin, salt dilin yabancı sözcüklerden arındırılması demek olmadığını, bu süreçte yaşadığımız kimi olgular da bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir zaten.

Örneğin, Danıştay ve Sayıştay’’ın benimsenmesine karşılık, kamutay ve saylav sözcüklerinin bir türlü tutmamasının; kurultay sözcüğünün halen sanki salt CHP ile ilgiliymiş gibi kullanılmasının; evren, giysi, kimlik, örgüt vb. gibi sözcüklerin hemen özümsenmesine karşılık nen, betik, dörüt, çevren, sayrıevi, uzakkonuşur vb. gibi önerilen nice sözcüğün ısrarla dışlamasının; “kalp” sözcüğüne karşı “yürek” kullanıldığı halde “kalpsiz”e acımasız, “yüreksiz”e korkak, “kalpli”ye hasta, “yürekli”ye cesur veya “yürek hastası” ile “kalp hastası” yada “yüreği mangal gibi olmakla” ile “kalbi büyümüş olmak” deyimlerine başka başka anlamlar yüklenerek; gene “surat” sözcüğünün yerine “yüz” benimsediği halde “yüzsüz” riyakâr, “suratsız” huysuz, “suratlı” somurtkan anlamlarında kullanılarak hem “kalp”, hem de “surat” sözcüklerinin sessizce Türkçeleştirilmiş olmasının mantığını kavrayabilmek gerçekten olanaksızdır çünkü.

Bilindiği gibi, Osmanlılar döneminde ola ki Arapça’yı resmi dil haline getirmemek için Saray edebiyatında ve resmi yazışmalarında kuralları Arapça ile Farsça olan, sözcükleri Türkçe, Arapça ve Farsça’dan alınmış, sonradan Lisani Osmani dedikleri yapay bir dil kullandıkları halde, İmparatorluğun din ve kültür dili gene de tarihi boyunca Arapça olmuştur.

Arapça ise, tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarının dili olan İbranice, eski Yunanca ve Latince gibi, İslamiyet’le birlikte daha VII. yüzyıldan itibaren kendiliğinden dinselleşmiş veya dinselleştirilmiştir doğal olarak.

Örneğin, Hıristiyanlığın resmi dili olmadan önce töre ve geleneklere uygunluk anlamına gelen Latince “legal” sözcüğünün V. yüzyıllardan itibaren dinselleşerek Hıristiyan şeriatına uygunluk anlamında kullanılması gibi tıpkı, Arapça sözcüklere de artık İslamî anlamlar yüklenmeğe başlanmıştır. Diyelim, İslamiyet’ten önce yol, geniş cadde demek olan “şeriat” sözcüğü, İslamiyet’ten sonra “Tanrı buyruğu olan ayetler, hadisler ve icma-i ümmet kararları”; Latince “legal” gibi töre ve geleneklere uygunluk denek olan “meşru-meşruiyet” sözcükleri, “İslamî şeriata uygunluk”; Batılı “fanatik” sözcüğü gibi, bir düşüncenin veya bir kişinin aşırı biçimde taraftarlığı demek olan “taassub-mutaassıb” sözcükleri, “Müslümanlığın bir başka mezhebin inancına göre yorumlanmasına bile izin vermemek”; Batılı “reaksiyoner” gibi, eski düzene özlem duyma, eski düzene dönülmesini isteme demek olan “irtica” ve “mürteci” sözcükleri, “Müslümanlığın ilk günlerine dönme, Hz. Muhammed dönemine özlem duyma, dönülmesine çalışma” veya “ özlem duyan, çalışan kişi” anlamına gelmektedir artık.

Bilindiği gibi, Emevi halifesi Abdülmelik, daha VIII. yüzyılın başlarından itibaren de bu İslamileştirilmiş Arapça’nın Müslümanlaştırılmış halklara zorla resmi dil olarak kabul ettirilmesini buyurmuştur. Bu nedenle, Müslümanlığı kabul ettikten sonra atalarımızın kurdukları devletlerin resmi dili de İslamileştirilmiş Arapça olmuştur genellikle.

Gerçi Osmanlılar Sultan II. Murad’dan itibaren kendilerine yeni bir kitabet dili (resmi dil) uydurmuşlardır. Ama, gerek bu yeni dilin kuralları ile çoğu sözcüğünün zaten Arapça oluşu, gerekse Selçuklulardan devraldıkları cami, vakıf, mescid, medrese, müftülük, kadılık gibi kurumlarda ibadetin, ticaretin, eğitimin, yazılı kültürün, yargının dilinin Arapça oluşu yüzünden halkın dili Türkçe’nin (Oğuzca’nın) zamanla kendiliğinden dinselleşmesi de doğal olarak engellenememiştir, gördüğümüz kadarıyla.

İşte Mustafa Kemal’in dil devrimi de asıl bu açıdan değerlendirilmelidir bizce.

Anımsanacağı gibi, dilin Arapça sözcüklerden arındırılması çalışmalarıyla birlikte ibadet dilinin, yani Kuran’ın ve ezanın Türkçeleştirilmesi girişimlerinin başlatılmış olması da zaten, devrimin amacının dili öncelikle Arapça’nın ideolojik egemenliğinden kurtarmak olduğunu bütün çıplaklığıyla gözler önüne serse gerektir.

Ayrıca, yabancı sözcükler Türkçeleştirilirken, örneğin “mutaassıb” sözcüğünün İslamiyet öncesi anlamı için “bağnaz”, İslamiyet sonrası anlamı için “yobaz” denilmesi gibi, dilin arındırılması sırasında kimi Arapça sözcüklerin dinsel ve dinsel olmayan anlamları için ayrı ayrı sözcükler uydurulması da, bu gerçeğin bir kanıtı olarak üzerinde önemle durulması gereken bir diğer noktadır sanırız.

Kısacası, aydınlarımızın din dili ile anadil kavramlarını sil baştan ele alarak Mustafa Kemal’in dil devrimi üzerinde de yeniden düşünmeleri gerekmektedir galiba.

Etikete göre ara
Henüz etiket yok.
ÖNE ÇIKANLAR
son postalar
Arşiv
bottom of page