top of page

AŞKARAYAN / ŞENOL YAZICI

Nail UYAR

Şenol Yazıcı

Öykü, İstanbul 2006


AŞKARAYAN’DAKİ “SES”


Şenol Yazıcı’nın Aşkarayan adlı öykü kitabında birbirinden güzel üç öykü var: Ses, Benim Kimsem Olsana ve Aşkarayan. Bu üç öyküden beni en çok etkileyen “Ses” oldu…


Edebiyatla uğraşıp da Şenol Yazıcı adını duymayan var mıdır? Bilmiyorum. Ben yine de kendisini, kitabının başındaki özgeçmişinden çok kısa alıntılarla tanıtayım. Trabzon’da doğmuş, Türk Dili Edebiyatı öğretmeni. 1979’dan beri birçok dergi ve gazetede deneme, şiir ve öyküleri yayınlanmış; radyo ve televizyon programları yapmış; 10’a yakın kitaba imza atmış öykücü ve romancılarımızdan biri. Aynı zamanda (Bursa’da) MaviADA dergisini çıkarıyor.


Sevgili Yazıcı, Ses öyküsünde, Sabahattin Ali’nin Kağnı öyküsünde olduğu gibi sözü eveleyip gevelemeden, doğrudan olaya girerek anlatıyor. Bu her yazarın başarabileceği bir iş değildir. Öyküde olayı baştan girerek anlatmak, cesaret işidir. Olay en son ortaya çıkması gerekirken bunu en başta anlatmak ve ondan sonra da o öyküyü okutabilmek büyük ustalığı gerektirir. Bu tür öykülerde başarılı olabilmek her babayiğidin harcı değildir. İşte, Şenol Yazıcı bunu başarabilmiş ender öykücülerimizden biridir bence. Hem olayı en baştan vereceksin, hem de öyküyü bir solukta okutacaksın; başarı buradadır bence.


Ses öyküsü “Çocuklar, ırmakta yılanlar çıyanlar tarafından yenmiş bir kadın ölüsü bulmuştu.” tümcesiyle başlıyor. Yazarın dili yalın, bir o kadar da güçlü. “Bacakları dışarıda, yüzükoyun suya yatmış bir kadına benziyordu. Sanki su içiyordu, birazdan doğrulup kalkacak gibiydi.” İki tümceyle kadının o andaki fiziksel görünümünü ne kadar net anlatıyor. Ölüyü bulan çocukların içinde en meraklısı ve sabırsızı Ermeni değirmencinin oğlunun olması, öykünün Doğu Karadeniz’de geçtiği anlaşılıyor. Bunu, yazarın Trabzonlu oluşundan ve çocukluğunun oralarda geçtiğinden anlıyoruz. Hemen aklıma şu geliyor: Geçmişteki Ermeniler ile Türkler arasındaki o eski husumetin sürmediğini, Türk çocuklarıyla Ermeni çocuklarının arkadaş oluşlarından anlıyoruz. Bunun yanında 1940’lı yıllardan beri süregelen jandarma baskısının ne denli ağır olduğunu öyküdeki diyaloglardan öğreniyoruz. Jandarma komutanı muhtara “-Bu kadın kim muhtar? Gerekirse herkesi falakaya yatırırım bil…” Yine öykünün ilerleyen satırlarında jandarma komutanı tehdit savurarak “-İstiyorum, dedi komutan. Hem de hemen.” Bir alt satırda “Falakaya ilk senden başlarım bak.” diye gözdağı vermeye devam ediyor komutan. Bir düşünün! Devleti temsil eden seçilmiş bir insana jandarma bunu yapmaya kalkarsa –ki yapıyor- sıradan bir köylüye neler yapmaz. Muhtar yine de iyimser düşünerek, kendisine yapılan tehdit karşısında “-Yapmazsın her halde komutanım.” diyor. Muhtarın iyimser tavrı karşısında komutan yumuşayacağına inadına sertleşiyor. Tehdidini daha da ileri götürerek şöyle diyor: “-Görürsün. Şimdi köyün kadınlarını topla buraya. Önce seninkini getir.” Görüyorsunuz sevgili okuyucular. Yazar, komutanın edepsizliğini ve alçaklığını bütün çıplaklığıyla ortaya döküyor. Muhtara söylediği “-…önce seninkini getir.” cümlesini ise nereye çekerseniz çekin. Yazar burada büyük bir dramı ironik bir dille ne güzel anlatmış. Biz galiba ölçülü davranmayı bilemiyoruz. Yetki verilince asıp kesiyoruz; alınınca da sudan çıkmış balığa dönüyoruz. Bunun bir orta yolunu bulamadık gittik. 1990 öncesi askerlerin durumuyla şimdiki askerlerin durumunu bir kıyaslayın. Geçmişte ne zulüm etselerdi, ne de şimdi bu durumlara düşürülselerdi. Bu ülke de bizim bu ordu da. Dengeleri gözetmek gerektiğine inanıyorum…


Öyküde Köse Hasan’ın ortaya çıkışı, yine jandarma komutanının köy meydanındaki çocukları uzaklaştırmaya çalışmasıyla çıkıyor. Kendisini kovalayan ve bağıran komutana aldırış etmeyen Köse Hasan için, bu kez muhtar araya girerek “-Çocuk değil o, ben yaşlarda var. Köse deriz.” diyor. Yazar Köse’yi bize şöyle tanıtıyor: “On üç, on dört yaşlarındaki bir çocuk gövdesine sahip Köse’yi kimsenin adam yerine koyduğu yoktu. Göğsü içeri göçük, sırtı hafiften kamburdu. Tüy adına neyi varsa beyaza yakın sarıydı. Dar alnının hemen ortasından başlayan saçları, hiç budanmayan gür çalılıklar gibi başını sarıyordu. Sakal çıkmayan köse yanakları, parlak mavi gözleri ona iyice bir çocuk görüntüsü veriyordu.” Yazar, sanki kamere görüntüsüyle gözümüzün önüne getiriyor Köse’yi. Hem de güçlü betimlemeyle.


Jandarmalar cesedin kime ait olduğunu bulmadan giderler. Köylülerden Kayış Ömer: “…Yahu şu, Köse’nin yanındaki ne olduğu belirsiz kadın olmasın?”

Köse Hasan babasız, yaşlı anasıyla yaşarken günün birinde annesi de ölünce yapayalnız ortada kalır. Bir yaz günü deniz kıyısındaki bir köyden sakat bir kadını kendisine can yoldaşı olarak getirir. Kadın Köçekçedir; anası da zamanında köçekçedir. Erkekler içki âleminde, kadını oynatırlarken kıskançlık yüzünden aralarında tartışma çıkar, kadın da erkeklerden birini bıçakla yaralar. Bu arada diğer erkekler de köçekçinin gözünün birini kör ederler, kolunun birini de kırarlar. Kaçıp kurtulan kadın, Kösenin bekçilik yaptığı tarlada yaralı olarak inlerken Köse tarafından bulunur. Köse kadını sağaltır. Kadın bir süre sonra iyileşir. Köse’nin kendisi gibi bekâr akrabası Ömer’in şahitliğiyle imam nikâhı kıyarak evlenirler… Köse hem kıskanç, hem de karısının yaraladığı erkek yüzünden, eşinin kaçırılacağı endişesini taşır. Kadın da (yani karısı da) aynı endişeyi taşıyınca Köse yaralanan erkeğin öldüğünü söyleyerek kandırır. Kadın da inanır. Bir süre birlikte yaşarlar. Kadın sonradan olma değil, anadan doğma köçekçe olduğu için oyun oynamadan, dans etmeden duramaz. İyileşince dayanamaz, gece ocakta yanan ateşin alevleri eşliğinde Köse’nin önünde, eteğinin bir ucunu beline sokarak dans etmeye başlar. Köse kadını bu hareketini onaylamaz, kötü kadın olarak görür… Kadın çok üzülür… Köse işe gidince dışarıya da –yakalanırım korkusuyla- çıkamaz. Evde bunalır. Günün birinde Köse, ağanın fındık bahçesinde bekçilik yaparken Ömer ve adamları çıkagelir. Kadın kocası sanarak kapıyı açar… Kadını alıp kaçırırlar. Köse o gün bekçilik yaptığı yerin alt taraflarından içkili eğlence seslerini işitince karısı aklına gelir. Görevini bitirir bitirmez eve döner. Karısını bulamaz. Yazar bu durumu şöyle anlatır: “Kapının önüne çöküp ne yapacağını bilmeden ağlamaya başladı. Tarladan gelen bir hışırtıyla başını kaldırdığında gördü kadını. Mısırların arasından çıkıyordu. Dağınık saçları açıktı, entarisinin önü açılmış, bir göğsü hemen hemen dışarıdaydı. İlk anda sevindi onu bulduğuna, ama yerini en sevdiği kedisi öldürülmüş gibi bir duygu aldı çabucak.” Sayfa:30 “Evin önüne gelinceye değin fark etmedi onu kadın. Görünce de dondu, dizleri çözülmüş karşısına çöktü. Konuşmadan baktılar birbirlerine.” Kadın eski dünyasına döndüğü için mutludur. Ama köse’nin dünyası kararmıştır. Silahını kapıp karısını öldürmeye kalkınca eşi direnir: “-Delirdin mi sen? Bırak beni gideyim. Neyinim ben senin ki?” Köseni yanıtı geçikmez:“-Karım.” Kadın: “-Onu sen çıkardın, millete karşı öyle diyelim diye.” der. Kadın öldürmemesi için yalvarır. “Köse sıkıntıyla başını salladı. Gözleri yaş içindeydi.” (sayfa:35) Köse tüfeğini doğrultur ve kadını vurur.


Şenol Yazıcı Köse tiplemesiyle çok ilginç bir karakter çizmiş. Aslında Köse’nin derdi kadın değil, yalnızlıktır. Yazar insan yaşamında en zor olan yalnızlık temasını Köse üzerinden çok başarılı bir şekilde ortaya koymuş. Yalnızlık öyle bir duygudur ki yaşayan bilir. Kişi çok zengin olabilir, ama yine de gariptir. Yani yalnızdır. Yalnızlık duygusunu zenginlikle, parayla pulla da gideremezsiniz. İşte, yazar bu öyküsünde buna vurgu yapmış. Hem de başarılı biçimde. “Ses” hiç tereddütsüz (duraksamadan) en beğendiğim yirmi öyküden biridir. Yalnızlık psikolojisini bu denli başarıyla veren usta bir yazardır, Şenol Yazıcı benim için. Bu kitaptaki üç öyküyü de bir solukta okuyacağınızı inanıyorum. Ve okumayanlara da öneriyorum.


Yüreğine, beynine, eline sağlık Şenol Yazıcı.


30.09.2011

Çiğli-İzmir


Kasaba Esintisi Dergisi, 2012,Ocak

bottom of page