top of page

AYCAN AYTÖRE

 ÖYLE BİR SEVDA

Yıkanmış toprağın yağmurdan sonraki baş döndüren kokusu esiyor içinde.

Islanan içim yıldızlı lacivert geceler açıyor. Durmadan, sonsuz geceler…

Öyle duyumsuyor. Ekin’in dudakları yaklaşırken… Sıcak nefesi göğüs uçlarındaki ayva tüylerini savuruyor, şimdi ağzı uçlarının üstünde… Göğüsleri şimşek hızıyla kabaran portakallar şimdi, erişmeye, yükselmeye uğraşan…

Ekin'in dolgun dudaklarının her dokunuşuyla artan, kabaran o kokuyu; portakal kokusunu duyumsuyor. Çiçek açmaya deli olan, ışığa el sallayan portakallar...

Cemre,  bedenimden bir parçam sevişirken, enginleri özleyen yüreğim, bir pirinç tanesine titremeden yazı yazan elim… öyle benden. Dolaşırken minik eli her yerimde, her yerimde depremler oluyor, faylar kırılıyor, dağlar yükseliyor, yarlar oluşuyor…  Kıyamet gibi çiçek kesiyor her yanım…

Gövdem çiçeklenir; Ha değdi, ha değecek ışığınla…

Sevdim,korkarak. Nerden gelir aklıma, şimdi bile, bırakıp gider mi beni? Biliyorum güçlü kanatlarıyla uzak ülkelere uçup gidecek Ekinim, beni öyle yalnız koyup gidecek.

Sevmek yalnızlığını ayırt etmek demektir.

Ben onu sevdim... Sevmek var ya Cemre, ölümüne düğüne gider gibi yürüyecek yüreği kazanmaktır... artık biliyorum; gerçek aşklar bitmeyendir. Aşk hiç gitmez. Toprak ve tohumun o sonsuz birleşme kavgası... ve tam burası kavşak... ve can suyu, içime akan… Duyulur mu, binlerce bebek olacak damlanın içime aktığı, duyuyorum… Binlerce çocuk rahim duvarlarıma koca patilerini vurarak koşuyor… Ağlamak geçiyor içimden; hiçbiri yaşayamayacak…hiçbiri güneşin doğumunu görmeyecek.

Onu orda yaşamak isterdim, bir Akdeniz mavisine sırtımı verip, buğulanan üzüm salkımlarının altında yıldız yıldız bir geceyi yatağım yapıp onun olmak isterdim.

Bir Akdeniz mavisinde portakal çiçeğine, Bir de yıldızlara dokunmak… Olmak... Baş döndüren bir titremede, eşsiz bir büyüde gerçekle düş arasında bir çizgi de olmak, ardı ardına orgazm olmak, tanrım ne çok eskide kaldı, ne çok unutmuşum… İşte bu, bir kelebeği tutmak gibiydi... elinizin altında eriyen kanatların müthiş hazzıyla ürpermek... başlarken bittiğini bilmek... en derin kırılmalar çağı o an... kavuşmak yok etmek olur mu? Aklın hassas kefesi, duyguların ağırlığını tartmıyor… Sevdiğinin, bir gün önceden kalma; bedeninin, kuytu köşelerine sakladığı sahici kokusu toprağın kokusuna karışıyor… zaman inanılmaz bir dansta... sallanıyor... bir şimşek hızıyla geçiyor an...

Sen gelmeden bir şey eksikti Cemre. Bilmiyordum, ama eksikti. Şimdi tamamım. Sağ ol. Durma, lütfen, hadi git gel…

Sıcacıksın, bir kadife eldiven gibi sararak ısıtıyorsun, anamın bıraktığı yerdeyim. Hep böyle kalsam, hiç çıkmadan…

Salıncak kurmuş sevdalar, Boşluğunda evrenin… Bir o yana, bir bu yana…

Şimdi ölme zamanı, belki öyle durur zaman, bir heykel gibi yüz yıllar sonrasına kalır an...hani ağladığın an...niye ağlar o an insan?

Çıplak bedeni tüm ağırlığıyla üstünde, nefesin kesilmiyor, dahası hiç duymuyorsun. Kasıklarının üstünde ritimle gidip gelirken gözyaşlarının perde gibi örttüğü kirpiklerinin arasından gökyüzünü dolduran milyarlarca yıldızın içinden onu seçiyor; oğlak burcunun en ucundaki solgun yıldızı tanıyorsun.  

Gülümsüyor yıldız... ve kayıyor. Artık burcunu arayanlar eksik bir takımyıldıza anlatacaklar öykülerini. O solgun yıldız kayıyor...

Böyle zamanlarda “ Bir dilek tut! “ derdi , annesi. Çok istediği bir şey olmalıydı, dileği… Hem de hayatta her şeyden çok olmasını istediği.

Bir dağın doruğunu isterim, diyordu. Bütün dağlardan daha yüce bir dağın doruğunu istiyorum, şimdi de. Güneşin altında yanan bir dağ... Herkesin gördüğü ama hiç kimsenin ulaşamayacağı kadar uzakta... senin olmak Ekin'im... ve senin benim olman.

Bergama, altın çağın büyük ülkesi… Seçilmiş tepe… Dağ bir akşam güneşiyle yıkanırken, izin vermeyen bekçinin azizliğiyle yamacı yalınayak tırmanmışlardı. Güneş Akropolis’in üstünden Ege’ye gömülüyordu. Işık yarıçıplak bedenlerini altıntozlarına buluyordu. Tam dorukta sevişmişti Ekin'iyle. Kavuşmuştu.

 

Bergama doruklarında; Yağız atları kanatlanır mı sevdanın?

Dilek ağacında asılı Kartal kanadı, kara çaputtan, Umutların…

Ne kadar zamandır tutsaktık, unuttuk. Çok zamandır, bir karşı koyuşun hazırlığıydı yaşamımız. Bu oydu Cemre, biz, evrene baş kaldırdık. Bu dağ onun anıtı. Başlangıcın…

O çok sevip, bir türlü inandıramadığı, daha ilk tanıdığı günlerde: “başıma gelen en güzel şeysin” dediği, kıyıp kimselerle paylaşamadığı, ama paylaşmak zorunda kaldığı; soluk aldığı her anını birlikte geçirmek istediği, oysa oysa korkuları ve küçük hesapları ve… ve işte her nedense doyacak kadar yakın olamadığı sevdalısından; Ekin’inden bir parça, şimdi o kara çaput, en özellerini, terini, spermlerini, kokusunu taşıyan… O günden geriye kalan bir tılsımlı muska gibi özenle saklanan giysi... o her şey. Olmayan ama aslında istenen bebek, o giysi…

İnanmadım başlarken. Sevi kandırmanın sihirli anahtarıydı. Kimse o kadar sevmeye değmez geliyordu oysa. Kimse o kadar soylu değildi.

Önemli bir sorumluluktu doğum; kadının yeryüzüne gelişiyle üzerine yüklenen. Kollayıp, gözeteceği; kimselerin sevemeyeceği kadar tutkuyla seveceği canıydı. Öyle kolay da değildi, evlat sahibi olmak; tek başına olmayacağı ve doğru insanla denk gelmeyeceği gerçeği gibi. Ekin, doğru insandı. O’na dokunmuş, onu içine almış, kendini ona katmıştı, bir kez…  sürekli kendini ispat için dövüşüp, yaralansa da böyle hissediyordu. Kaybetmemek uğruna olağanüstü gayret gösterişi, onurunu hep geri plana atışı; O’nun, tanrının kendisine gönderdiği büyük bir armağan olduğuna olan mistik inancı Ekin’i değiştiriyor, gerçeğinden alıp olağanüstüleştiriyor, bundan da büyük bir haz alıyordu.

Artık kararlıydı. Ondan bir bebeği olmalıydı. Kanıyla canıyla büyüteceği bebeği… Bu bebek olmalıydı. Bir ömrün bu kadarcık bir ödülü olmaz mıydı?

Tanrı; sıkıntı, üzüntü ve zulüm dolu koca bir ömrü kurtulamayacağı bir hapishaneye çevirebiliyordu ama istediği ve istediğinden bebeği edinmesini bir lüks görüyordu.

Efsaneyi yaşatacak bir nişan olmalı… “ikimizin bir parçası, bu mükemmel ten ve ruh uyumunu üzerinde taşıyacak, Ekin ile Cemre’nin yaşadıklarına kanıt; bir kalıt…” diye düşündü. Bunu diledi, kayan yıldızın ardından… Nesi var, nesi yoksa bölüştüğü, sevdalısıyla bunu da pay edecekti. Hissettiklerini, düşüncelerini tarafsız ve katkısız saf haliyle; içinde büyüttüğü çocuğa aktaracak, O’na armağan edecekti.

Buna karar verdiğinde, zorlu bir yolculuğa çıktığının farkındaydı. Bu bildik anlamıyla bir bebek olmayacaktı, zor bir doğum, zor doğan bir çocuk olacaktı kuşkusuz. Kendisi de, bütün can damarlarını göğsünde toplayıp, biricik bebeğine akıtarak emziren anne olacak, onda kaybolup, eriyecek, yok olacaktı. Belki de ölecekti.

Belki de hiç ölmeyecekti. Düşüncesi bile içini bir hoş ediyordu. Dilekleri kabul görür müydü, Tanrı tarafından? “Aşk, körün taşı gibidir, hiçbir yere ulaşmaz” diyordu bir söz. Öyle mi olacaktı? Hayır, öyle değildi, onlarınki öyle değildi, tüm ölümleriyle, tüm bitişleriyle, tüm sınırları ve duvarlarıyla kökten ihanet olan yaşamın içinde bir tek o yaşayacaktı. Bu kez kararlıydı, onu öyle içine alacak, sıkıca kavrayacak, en seçilmiş tanelerini emecek ve ulaşacaktı.

Çünkü AŞK ölümsüzdü.

*

bottom of page