top of page

Bir Yanı Sararan Yaprak, Bir Yanı Nar Ağacı

 

AYCAN AYTÖRE

 

Görmüşsünüzdür, güz sonlarında...

Dünyanın en kanatıcı manzarasıdır herhal, tüketilmemiş, özenle saklanmış, ama ekim zamanında artık fazla geldiği varsayılıp bir yol kenarına atılmış, emsallerinden daha düzgün, daha gösterişli tohuma kaçmış salatalıkları, pancarları...Ya da dallarında patlayıp dökülen kıyamayacağınız narları..

Siz artık O'sunuz.

Ömrün GÜZüdür bu, pastırma yazları ne denli uzun sürürse sürsün...


Bir ömrü tüketerek, eşkiyadan haramiden, zenginden yoksuldan, hatta tüyü bitmemiş yetimden... Çalarak çırparak, sözde ideal yaparak, hatta vatan millet, din adına diyerek, yığdığınız neyiniz varsa önünüzde... Şimdi nerede saklayacağınızı şaşırdığınız, koyacak yer bulamadığınız o değerlileriniz; o çöplük kadarsınız.
Arabanız, yatınız, katınız, çoğu çakma idealler için ölüme yolladığınız dostlarınız, ihanet ettiğiniz sevgilileriniz, uzun yol arkadaşlarınız...nicelde ne kadarsa O'sunuz... Her biri dişinizin kesmediği, elinizin ermediği, birer hayale dönen ANIlarınız kadar bir şeysiniz...


Dün en sona kalma saadetinizden dolayı ne kadar şanslı, ne kadar zengin, ne kadar bahtiyardınız...


Bu yaş var ya bu yaş, belki kadınlar daha iyi anlar, bu yaş en acıklı yaş sanki;
Ne ömrün yarısı mı?... çoktan geçilmiştir o yol, ne yaşlılık ne ölüm, ne ayrılık; sadece tanımsız, garip mi garip bir yaş... Kim otuz beşinde, hiç yaşlanmayacağını, ölmeyeceğini sandığı o yaşta, böyle yarasına tuz basılmış gibi, böyle sevdasına seherin erkeninden ecel gelmiş gibi hissetmiş ki hayatı?..
Artık hiçbir şey şaşırtıcı ve ürkütücü gözükmemeye başlarken, yani nihayet kabus tüketmiş kendini, gelecek korkusu kalkmış, en büyük, en güzel, en kusursuz olma derdi, bir zamanlar öyleydimler de kalmış, yaşamını özüne ayrıntıda yenilmez olmuşken, bir sigara kağıdı inceliğine döndüğünü ruhunuzun algılarsınız... Tüm bildiğinize ve kusursuzluğunuza karşın artık sizi ince bir yel bile yener... Kimse bilmese de artık eminsiniz; SİZ KAĞITTAN BİR KAPLANSINIZ...


Şimdi görürsünüz, önce beyazlar kirlenir. Önce güzeller çirkinleşir, önce güçlüler, önce kahramanlar yenilir. Olması gerek ki önce, sonra yok olsun. Her şey sanılanın aksine kendiyle yarışır.


Şaşırır insan, silah zoruyla, dişinizi saçınızı dökerek, bazen de yolarkadaşlarınızın her türlü hakkını çalarak bir ömür diyetiyle ele geçirebildiğiniz YAPABİLME yeteneğinizin elinizden hırsızlama alındığını algılamaktir bu; DEHŞET VERİCİDİR.


Artık tüm yaşıtlarınız gibi, tohuma kaçan her üretici çekirdek gibi, hiçbir zaman olmadığı dende çoğalmaya, kalmaya, kazık çakmaya uğraşırsınız... Sanki siz bugünle yarın arasında son köprüsünüz. Siz olmazsanız, görevinizi yapamazsanız, insanlık sona erecektır. Nedir o görev, bildiğiniz de yoktur ya hala... Bir ülke kurtarmak mı, bir kitap yazmak mı, kendinizi aşacağınızı sandığınız bir aşk, son bir aşk yaratmak mı, yoksa güneşin gözüne, ekmeğin özüne, yolun inişine, yatağın genişine gözünüzün hasretle meylettiği dar zamanların saadetini sürdürmek mi? Amerika'yı yeniden keşfetmek bile olabilir...
Ya da elinizde oltanız, kirlettiğiniz nehirlerin kıyısında olmayan balıkları bekleyen dikilen adamın en çok görülen heykeli olmak mı?


Müzeleşmeye uğraşırsınız. Kimsenin bilet alıp girmeyeceği bir müze... Kabuğunu kırmak büyük olmak için artık ne kadar geç değil mi? Özendiklerinizi anımsayın, siz o olacaktınız. Yazık  bir tane Spartaküs vardır, bir tek Atatürk... O kadar şansımız da yoktu, siz çöken bir impratorluğun küllerinde Makedonya'da da doğmadınız...

 Olsun sakın yılmayın. Montaigne ne der, her insanda insanlığın tüm halleri vardır. Yani sizin bir yanınız Spartaküs'ü, bir yanınız Kleopetra'yı saklıyor... O halde, zamanın elllerinde un ufağına dönmeden biz de vardık, demek için son şans... Neden binlerce ağacı yok edip, yüzlerce küçük adamı ekmeksiz bırakıp, insanlığın salt parasal terimlere indirgendiği bir AVM yaptırıp kapısına adınızı kazıtmıyorsunuz?


Şimdi, düne kadar, çoğu ayrıntısından kaçtığınız ömrünüz, gençlik resimleriniz, anılarınız hortlar. Daha ötesi, mini etekleriniz, İspanyol paçalarınız, uzun saçlarınız; bütün kahramanlıklarınız ve alçaklıklarınız, hatta yüz yıl öncelerde kalmış sizin yerinize kasap Bahri'yi salt bonfile ve biftekleri için seçmiş sevgilileriniz; son hesapta kazandıklarınız ve kaybettikleriniz, bir muhasebe olarak değil ki kime yararı varsa, işsiz bakkalın veresiye defterinden çalıntı bir döküm olarak dizilir, önünüze...


Korkmayın, delirmediniz. Kimseyi de ısırmazsınız, gazozla kandırıp... ya da teneşir paklamayacak sizi... Aslında gerçekten yaşlanmaya geçtiğiniz son güzdür bu; ondan çok hüzünlü ve esriktir.


Ondan en çok kadınlar anlar... Onlar en çok bilirler, bir tohumun gizemini, biz kitabını yazsak da... ya da sansak da bildiğimizi...
Ama elinizdedir, geçmişe tutundukça ve hele o geçmiş anlamlıysa çokkkk uzun sürer gençliğiniz... Anlamı ise, AS'LOLAN YAŞAMAKTIR, ama önemliyse alacağınız not, siz değil, seyirci biçer o değeri...


Garip bir paradoks değil mi; başkalarını takmam, bildiğimi yaparım, dedikçe büyürsünüz, ama gerçek büyüklüğünüz başkalarının yargısıyla belirlenir. Çık işin içinden... Hadi belirle ;doğru nedir?

Zor değil aslında, çok da basit. Bildiğinizi okurdunuz ya işte o bildikleriniz ne kadar doğruysa o kadar büyük olacaksınız demektir, yani çapınız kadar...

 

Çünkü sonuçta siz, tek lüksü aklı ve vicdanı olan, o yüzden acı çeken, bir keşkeler bütünü olan zavallı bir  insansınız...

bottom of page