*
*
BİR AŞK MASALI
/
Bir zamanlar bir kadın hükümdar tarafından idare edilen bir memleket varmış. Halk burada melikesinden son derece memnunmuş. Çünkü bu genç ve çok güzel kadının, yurdunun insanlarını bahtiyar etmekten başka bir düşüncesi yokmuş. Sarayında kapanıp oturacağı ve kendine eş olmak isteyecek yakışıklı şehzadeler bekleyeceği yerde, kış demez, yaz demez, memleketin dört bucağını dolaşır, yüzünde keder, halinde durgunluk gördüğü her vatandaşın gamına ortak, derdine derman olurmuş. Çalışamayacak halde oldukları için zarurete düşenlere hazinesi, dermansız illetlere tutulanlara yüreği her zaman açıkmış. Yurdun her yanına dağılmış olan memurların başlıca vazifesi, bulundukları yerde hayatından hoşnut olmayan kimse bırakmamakmış. Buna kendi güçleri yetmezse, hiç vakit geçirmeden melikeye bildirirler, o da her işini bırakıp oraya yetişirmiş. Bunun için o memlekette yüzü gülmeyen insan yokmuş.Ama günün birinde melikenin sarayının tam karşısında genç bir derviş peyda olmuş. Sabahtan akşama kadar orada hiç ağzını açmadan bekler, ortalık kararınca çekilip gidermiş. Kumral, hafif dalgalı bir sakalın çevrelediği soluk yüzünde öyle dokunaklı bir ifade, derin kara gözlerinde öyle içe işleyen bir hal varmış ki, yoldan geçenler onun önüne bakır, hatta gümüş paralar atmaktan çekinirler, yere sessizce birer altın bırakıp giderlermiş. Her zamanki seyahatlerinden birinden dönen melike, sarayının önünde bu garip dervişi görünce, yüzüne şöyle bir bakmış, gözleri onun gözlerine ilişmiş, sarayına girerken başmabeyincisine: -Bu adamın bir derdi var, sorun bakalım nedir, demiş. Başmabeyinci hemen dervişin yanına sokulmuş, o memlekette insanları bir sözle bile incitmeye izin olmadığı için, tatlı bir sesle: -Derviş, duruşun, bakışın gamlı; içinde sakladığın bir kederin mi var? diye sormuş. Derviş gözlerini yere çevirmiş: -Hayır, diye mırıldanmış. -Peki, öyleyse neden yüzün gülmüyor, neden burada bütün gün durup bekliyorsun? Bilirsin ki, melikemiz yurdunda dertli insan bulundukça, kendi de dertlenir, içi rahat etmez. İstediğin neyse söyle, çaresini ararız. -Hiçbir derdim, hiçbir isteğim yoktur. Melikemiz üzülmesin, demiş. Başmabeyinci saraya dönüp bunları hanımına anlatmış, sonra: -Bilmem ama efendimiz, demiş, sesi hafif ve gamlı, gülümsemesi acıydı. Melike: -Olmaz, demiş, onun bir derdi olduğu her halinden belli. Ne kadar acı güldüğünü ben sarayımın pencerelerinden gördüm.Belki derdinin büyüklüğü onun nutkunu tutuyor. Amaben hiçbir vatandaşımın rahatsız edildiğini istemem, bırakın durduğu yerde dursun. Yalnız bu akşam arkasından gidin bakın, onulmaz illetlere tutulmuş bir hastası mı var, para yetiştiremediği bir sevgilisi mi? Derviş o akşam da önüne bir yığın halinde biriken altınları toplayıp, alacakaranlığa gömülen sokaklara dalmış, yürümüş, yürümüş, şehrin kenar semtlerine gelince, altınları avuç avuç torbasından çıkararak, buralarda oturan ve halleri vakitleri başka hemşerilerinden biraz daha düşük olan kimselere dağıtmış, sonra şehrin kenarındaki küçük, taş bir kulübeye girerek çorbasını pişirmiş, sırtını duvara verip kalmış. Kulübenin penceresinde gün ağarıncaya kadar onu gözetleyen başmabeyinci, uyuyor mu, yoksa uyumayıp düşünüyor mu, anlayamamış. Melike bunları duyunca büsbütün kederlenmiş. -Memleketimde dertli bir insan var da, ben ona derman olamıyorum- düşüncesi içini bir kurt gibi kemirmeye başlamış. Kimseyi zorlamak, kimsenin yaptığına ettiğine karışıp tedirgin etmek şanından olmadığı için, dervişin sarayın karşısında durmasına ses çıkarmamış, ama onun günden güne sararıp solduğunu, gözlerinin daha derine kaçtığını gördükçe, kendisi de eriyip süzülmüş. Kendisi de artık sarayının penceresinden ayrılmaz, tül perdelerin ardında bütün gün dervişi seyreder, "Onun içini kemiren dert nedir acaba?" diye kendini yermiş. Bir gün yine böyle perdelerin arkasından bakarken, dervişin siyah, derin gözleri pencereye çevrilmiş. Bu gözlerdeki bitip tükenmez hasreti fark eden melike, dervişin içini yakan derdi sezer gibi olmuş, yerinden fırlayıp başmabeyincisini çağırtarak: -Bu dervişi sarayıma getirin, derdini kendim soracağım, demiş. Derviş, melikenin huzuruna çıkınca büsbütün sararmış. Gözlerini yerden kaldıramamış. Derdi sorulunca, duyulur duyulmaz bir sesle: -Hiçbir derdim, hiçbir dileğim yoktur, deyip susmuş. Ama melike bu kısa cevapla yetinmemiş. Yumuşak, tatlı, adeta yalvarır gibi: -Nasıl olur derviş? demiş. İnsanın içini bir dert kemirmeyince yüzü böyle solar, gözleri böyle dalar mı? Belki gönlündeki dilek sana pek büyük, pek erişilmez göründüğü için söylemekten kaçınıyorsun. Ama bilirsin ki, benim yurdumdaki insanları bahtiyar görmekten başka hiçbir arzum yoktur. Haydi, çekinmeden ne istediğini söyle. Dilediğin, fakat elde edilmez sandığın şey, uçsuz bucaksız bir zenginlik midir? Her gün önüne yığılan altınları arzularına göre çok küçük bulduğun için mi azımsayıp dağıtıyorsun? Eğer böyleyse söyle, sana bitip tükenmez hazinelerimin yarısını, hayır, hepsini vereyim.- Derviş başını kaldırmadan, sallayıp cevap vermiş: -Hayır melikem, hayır; benim böyle bir derdim, böyle bir dileğim yoktur.- Melike soluk yüzünde dolaşıp koyu kahverengi gözlerinde biriken bir kederle tekrar sormuş: -Yoksa bir kadının idare ettiği bir memlekette yaşamak sana ağır geliyor da, kendin mi bir devletin başına geçmek istiyorsun? Eğer böyleyse, başına geçtiğin devleti benim kadar, belki benden daha fazla şefkatle, dirayetle idare edeceğini biliyorum. Söyle, memalikimin (ülke) yarısı, hayır, hepsi senin olsun!- Derviş başını kaldırmış, ama gözleri hep yerde cevap vermiş: -Hayır, melikem, hayır, benim böyle bir derdim, böyle bir dileğim de yoktur.- Melike al dudakları solup titreyerek yerinden kalkmış, bir adım yürümüş: -Peki, nedir istediğin derviş? demiş. Gençsin, güzelsin, gözlerinde doymamış bir hasretin ateşli bulutları dolaşıyor. Kendine layık gördüğün bir eş mi bulamadın? Memleketin en güzel kızları benim sarayımdadır. Söyle, bütün cariyelerimi karşına dizeyim, en sevimlisini, hayır, hepsini al. Bunun üzerine derviş gözlerini kaldırıp sonsuz bir hüzün içinde melikeye bakmış, bakmış, sonra sesi titreyerek: -Hayır, melikem hayır... diyebilmiş, ama sesi boğazında düğümlenip kalmış. O zaman melike, dervişin yüzüne uzun uzun bakmış, baktıkça soluk yanakları al al, renksiz dudakları nar gibi olmuş. Koyu kahverengi gözlerini bir ışık sarmış. dervişin de yüzü kızardıkça kızarır, gözleri yandıkça yanarmış. Bu sefer genç kadın gözlerini yere çevirmiş, hafif, titrek bir sesle: -Anladım derviş,demiş, içini yakan derdi, yüreğini saran hasreti anladım. Ne istediğini biliyorum. Söyle, o da senin olacak. Derviş bunu duyunca, yeniden sapsarı kesilmiş, sonra yine kıpkırmızı olmuş, birkaç kere bir şey söylemek ister gibi dudakları titremiş, en sonunda ta yüreğinin içinden derin, uzun bir Aaah! çekerek olduğu yere düşmüş, kalmış. Etraftan koşan mabeyinciler eğilip bakınca onun ölmüş olduğunu görmüşler. Dervişin yüzünde, dille tarifi imkansız, baktıkça gün ışığı gibi insanın yüzüne vuran bir saadet varmış. Başmabeyinci esefle başını sallayıp: -Ne talihsiz adam, demiş. Tam muradına ereceği anda öldü. Gözlerini dervişin yüzünden ayırmayan melike: -Sus, demiş. Ondan daha talihli insan var mı? Asıl bahtiyar, bir ömür boyunca hasretini çektiği şeye kavuşan değil, ona erişeceğini anladığı anda, saadetinin en yüksek noktasında bir 'Ah!' diyerek düşüp ölebilendir. (1946)
*
Sabahattin ALİ (1907-1948)
Gümülcine'de doğdu. Balıkesir Öğretmen Okulu'nda beş yıl okuduktan sonra İstanbul Öğretmen Okulu'ndan mezun oldu. Yozgat'ta ilkokul öğretmenliği yaptı ve Millî Eğitim Bakanlığı'nın açtığı sınavı kazanarak Almanya'ya gitti. İki yıllık eğitimden sonra Yurda döndü, Aydın ve Konya ortaokullarında Almanca öğretmenliği yaptı. Atatürk'ü yeren bir şiir okuduğu gerekçesiyle Konya'da tutuklandı, bir yıla mahkum oldu. Konya ve Sinop cezaevlerinde yattı ve Cumhuriyetin onuncu yılında çıkarılan afla özgür kaldı. Askerlik dönüşü uzun uğraşlarla ve Atatürk’le ilgili sevgisini kanıtlayan bir şiir yayımlayarak Musiki Muallim Mektebi'ne Türkçe öğretmeni olarak atandı ve 1940 yılında tekrar askere alındı. İkinci kez yaptığı askerlik sonrası Ankara Devlet Konservatuarı'na Almanca öğretmeni olarak atandı. "İçimizdeki Şeytan" romanı ve yazdığı bir yazı nedeniyle bir grubun hedefi oldu. Mahkemeyi kazanmasına rağmen bakanlıkça görevden alındı, İstanbul'a giderek gazeteciliğe başladı. Çalıştığı gazeteler, iktidarın kışkırtmasıyla meydana gelen Tan olayları sırasında tahrip edilince işsiz kaldı. Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz'la Marko Paşa, Malum Paşa, Merhum Paşa, Öküz Paşa gibi siyasal mizah dergilerini çıkardı. Çıkardığı dergilerin kapatılması, yazıları nedeniyle üst üste tutuklanması üzerine yurt dışına çıkmaya karar verdi, ancak pasaport alamadı. Yasal yolla çıkmasına izin verilmediği için kaçak yollarla Bulgaristan'a geçmek isterken Nisan 1948'de, kendisini yurt dışına götürmesi için anlaşma yaptığı MİT'le bağlantısı olan kamyoncu Ali Ertekin tarafından sınırda dağlarda öldürüldü.
Yazın dünyasına şiirle giriş yaptı. Halk şiirinden esintiler taşıyan ilk şiirleri 'Çağlayan' dergisinde yayımlandı. Sonraki yıllarda; Servet-i Fünun, Güneş, Hayat, Meşale gibi dergilerde yer aldı.En başta Dağlardır Dağlar… olmak üzere çok sayıda şiiri bestelendi.
Sabahattin Ali'nin ilk öyküsü "Bir Orman Hikayesi" Nazım Hikmet'in ön yazısı ile Resimli Ay dergisinde yayımlandı. Varlık dergisinde yayımlanan öyküleriyle dikkat çekti. Tanımlamakta güçlük çektiğimiz kimi duyguları ustalıkla anlatır. İnsanın zavallılığını ve gücünü aynı sarsılmaz üslupla, zaman zaman masalsı ve destansı bir biçimde yansıtmayı başarır. Yazıları realizmden etkilenir. Öykülerinde, Maupessant'ın olay kurgulu öyküleme tekniği görülür. Bunun yanında Cankurtaran'da olduğu gibi her öyküde iyi gizlenmiş olsa da bir tez vardır.
/