top of page

Zafer KÖSE

 

Masumiyet Müzesi’nde

Zaman, Kara Delik ve Rüya

 

 

M

ilan Kundera, Yavaşlık adlı romanına, araçlarıyla dar bir yolda seyahat etmekte olan bir çiftin arkasından gelen otomobilin onları geçmek için telaşla yanıp sönen sarı sinyal lambasından söz ederek başlıyor. Romanlarında düşünce işlemesine alışkın olduğumuz Kundera, buradan hız konusuna geçiyor. Spor yaparken ulaşılmak istenen hız ile günlük hayatta bir aracın gücünden faydalanılarak yapılan hız arasındaki fark üzerinde duruyor.

Spor yapmak, bir anlamda bedenin sınırlarını zorlayarak kişinin kendini tanıması gibi bir işlevi de yerine getiriyor. Bedenin olanaklarını, gücünü ve dayanıklılığını sergilemek kadar, onu geliştiren bir süreç olarak görmek gerekiyor bu uğraşı. Bu nedenle, spordaki mücadelenin anlamı, mücadelenin sonucunda değil, kendisinde gizli. Kazanmaktan daha güzeli, dürüstçe mücadele etmek.

Ancak, bir ulaşım aracını kullanırken hızın tutku haline getirilmesi, hayatı tanımakla veya kendini anlamakla ilgisi olmayan bir esriklik durumuna karşılık geliyor. Geçmişle ve gelecekle bağlantısı kalmadan yaşanan şimdinin sarhoşluğu. Bu nedenle, hız yapmanın neden olduğu tehlikeler, başka insanların hayatına karşı sorumsuzca davranışlar, küçük bir anlık zevk için hayatın geri kalan kısmını tehlikeye atmanın yanlışlığı gibi mantıklar, bu konunun dışında kalıyor. Hayatın sürekliliğinden ve bütünlüğünden kopuk bir o an vardır sadece, esrik sürücü için. Sarhoşluğu geçtikten sonra, o davranışlarını ya yanlış bulacaktır ya da çeşitli ussallaştırma yöntemleriyle, gerçeği yansıtmayan açıklamalar getirecektir.

Kundera, Yavaşlık’ta işlediği düşüncesinde, moda olan “o anı yaşamak” anlayışına karşı çıkıyor. Zamanın akışının dışında yer alan, geçmiş ve gelecekten kopuk bir şimdi olamaz.

Doğru ele alındığında çok önemli bir gerçekliği dile getirebilecek olan bu moda düşünce, aslında oldukça eski bir yaklaşım. Bu noktada, örneğin Hayyam’ı anabiliriz. Çetin Altan’ın dediği gibi, hayatı güzelleştiren ve kolaylaştıran her türlü uğraşın günah sayıldığı bir kültürde yaşıyoruz. Ve kültürümüzün bir parçası olan Hayyam’ın şu dizelerini, baskıcı anlayışa karşı çok anlamlı direniş sözleri olarak okumak ne hoş:

Şarap iç, bak sarhoş olmak ne hoş.

Sevdiğin yanındaysa, sarılmak ne hoş.

Madem sonu yokluk bu dünyanın,

Yok say kendini bak varolmak ne hoş.

Fakat popüler kültürün, kültür sanat ürünlerini, çeşitli sanatçıları, birçok değerli düşünceyi magazinleştirerek; gerçek bağlarından koparıp poplaştırarak ele alma yeteneği burada da kendini gösteriyor. Şimdi denilen şeyin, bir teselli olarak ele alınması sağlanıyor. Hayat, yerine getirilmesi gereken zorunluluklarla, maruz kalınan çirkinliklerle dolu bir süreç olarak kabulleniliyor, popüler kültür dünyasında. O şekilde çalışarak ve yaşayarak küçük bir azınlığın hayatını güzelleştiren insanlara, başka türlü bir dünya hayaliyle falan uğraşmadan ve gerçekte hiçbir şeyi değiştirmeden, bazı anları değerlendirmekle yetinmesi; hayatın bütününü ise olduğu gibi kabullenmesi öğütleniyor. Mutlu bir hayatın olamayacağı, önemli olanın mutlu anlar yaratmak olduğu düşüncesi üretiliyor.

 

 

Popüler kültürün bu gücünü başka örneklerden görebiliriz. Örneğin “Aldırma Gönül” şarkısının, televizyon dizilerinde bir direnişten daha çok aldırmazlık, boş verişi dile getirecek şekilde kullanılmasını sağlayan da aynı kültür değil mi?

Orhan Pamuk da Masumiyet Müzesi’nde, Aristo’dan yola çıkıp şimdi ile zaman arasında ayrım yapıyor. Romanın anlatıcısı Kemal, tek tek anların Aristo’nun atomları gibi bölünmez parçacıklar, Zaman’ınsa, bu bölünmez anları birleştiren olduğunu anlatıyor.

Kundera’dan bambaşka türde bir yazar olan Pamuk, yaşanan her anın hatırasının bir eşyanın içine sıkışmış olduğunu kabul ederek, romanının temelini oluşturuyor. Konuya, Kundera’nın açısından bakarak değil, daha çok yaşanan anları önemseyen bir tavırla yaklaşıyor. Kemal’in sevgilisi Füsun’la yaşadıklarının hatırası olarak biriktirdiği eşyalardan oluşuyor Masumiyet Müzesi.

Bu yaklaşıma rağmen, romanın bütünü göz önüne alınınca, Pamuk ve Kundera’nın, zamanın ve hayatın bütünlüğü konusunda, hatta hayatın anlamı konusunda, birbirlerine oldukça yakın düşündükleri görülüyor. Pamuk da Kemal’e açık bir şekilde, şimdileri birleştiren çizgi olan Zaman’ı unutmanın aptallık olduğu yorumunu yaptırıyor.

 

Edebiyat Âleminde Kara Delik

 

O

rhan Pamuk üzerine, daha doğrusu postmodern türde bir roman üzerine düşünürken, kitabın yazılış biçimi hakkında düşünmemek mümkün değil. Masumiyet Müzesi’nde, yüzlerce sayfa boyunca durup durup, gerçek hayattan beslenmiş de olsa bunun bir kurgu metin olduğu hissettiriliyor. Ve son bölümlerde, anlatılan hikayeyi geri planda bırakacak şekilde kitabın hikayesi anlatılıyor.

Bazı kitapları okurken, edebiyattan çok hayat üzerinde düşünürsünüz. Kundera, Roman Sanatı adlı kitabında, insanların çoğunun ne okuduğunu anlamadan bir romanı okuyup bitiriyor olmalarını, onların ne yaşadığını anlamadan yaşayıp gitmeleriyle ilişkilendiriyor. Romanı anlamakla hayatı anlamak, yani romanla hayat birbiriyle çok bağlantılıdır, ona göre.

Oysa postmodern türün derdi hayat değildir. Hatta edebiyatı, hayata ara verildiği zaman dilimlerinde ilgilenilecek, dinlenmek için kullanılacak, oyalanılacak bir oyun gibi görmek eğilimi baskındır.

Uzay bilimciler, evrendeki kara delikleri atom çökmesi denilen olayla açıklıyorlar. Çekirdeğini bir tenis topu büyüklüğüne ulaşacak şekilde atomu milyarlarca kat büyütürseniz, onun çevresinde dönen elektronlardan en yakın olanı, onlarca kilometre uzaktan geçecektir. Diğer elektronların döndüğü bir sonraki yörünge ise, belki de yüzlerce kilometre uzakta olacaktır. Yani bir madde, aslında büyük ölçüde boşluklardan oluşmaktadır. Yörüngelerde dönüp duran elektronlar, bir nedenle kopup gelince ve çekirdeğe yapışınca, o atomların milyarlarcasından oluşan madde, milyarlarca kat küçük bir hacim kaplar uzayda. Hacmine oranla çekim gücü de milyarlarca kat artmış olur.

Bu çekim gücü, hacmine oranla o kadar fazladır ki çevresindeki her şeyi kendine çeker. Hatta o maddeden yansıyan ışıkları da. Dolayısıyla, kapkara bir delik gibi olurlar. Gönderilen sinyaller de geri gelmez.

İşte postmodern romanlar da, edebiyat evrenindeki kara delikler gibidir. Biz okurların yaşadığı gerçek hayata bir gönderme yapmazlar. Okurun bütün dikkatini metnin içine çekerler. Bölümler arası bağlantılarla, anlatım biçiminin özellikleriyle, metnin ortaya çıkış hikayesiyle ilgilidir, onların konusu.

Pamuk’un diğer romanları gibi, Masumiyet Müzesi’ni okurken, sayfalar ilerledikçe kendi hayatınızdan uzaklaşıp kurgular âleminin içine dalıyorsunuz.

 

Pamuk’un Rüyası

 

F

akat Orhan Pamuk, yazdığı türe aykırı bir şekilde, gerçek hayattan beslenen hikayeler anlatıyor. Gerçi günlük yaşantımıza bir gönderme yapmak derdi hissedilmiyor anlattıklarında; okurdan hayat hakkında düşünmesi değil, romanı bir tür oyun gibi görüp dikkatle ve eğlenerek okuması bekleniyor. Ama içeriğin tuhaf bir gerçekçiliği de oluyor. Ve ön yargısız okununca şüpheye yer bırakmayan bir içtenlik seziliyor.

Halkın, hatta kendi okurlarının çoğunluğunun hayatına karşılık gelmeyen yaşantıları hikaye etmesi bile, aslında bu içtenliğinin bir kanıtı kabul edilebilir. İşçileri, geçim derdindeki insanları, onların hayat mücadelesini anlatmıyor. Zaten o dünyadan gelmiyor kendisi. Neyi biliyorsa, neyi tanıyorsa onu anlatıyor. Nişantaşı, İstanbul sosyetesi, Batılı tarzda yaşama derdindeki insanlar…

Okuru metne çekmeyi, bir hayranlık uyandırmayı başaran en önemli özelliği ise, ayrıntılara verdiği önem ve ince işçilikteki başarısı. Örneğin Kemal’in Cihangir’deki bir evin mutfağında gördüğü çiçek yağı şişesinin markası yüzlerce sayfa sonra tekrar karşımıza çıkıyor. Bir yolculuk sırasında Edirne’deki ayçiçeği tarlaları anlatılırken, oradaki bir fabrikada üretilmektedir o çiçek yağı. Ya da romanın ortalarında, Kemal’in, Sibel’i otuz bir yıl boyunca bir daha görmediğini söylemesiyle ilgili ayrıntıyı, son sayfalarda buluyorsunuz. İster otuz bir yıl, ister yüzlerce sayfa geçmiş olsun… İlmek ilmek işleniyor ayrıntılar.

Edebiyat severin bu emeğe saygı duymaması mümkün mü?.

Orhan Pamuk, yazıya adanmış bir ömrün, yazmak için yaşanan bir hayatın parlak bir örneği olarak duruyor karşımızda. Kendi yarattığı bir rüyanın içinde yaşıyor aslında.

Onun rüyası, 1990’da yayımlanan Kara Kitap romanındaki kahramanının arayışında somutlaşmıştı. Galip, kendisini terk eden karısı Rüya’yı arıyordu, o romanda. Bir süre sonra, Rüya’nın, amcasının oğlu Celal’in yanında olduğunu anlıyordu. Fakat Celal’i de bulamıyordu. Ve arayışı, Celal’i aramaya dönüşüyordu.

Celal, ülkenin önemli entelektüellerinden, ünlü köşe yazarlarından biriydi. Rüya ise, polisiye ve bulmaca meraklısı, popüler ürünlere ilgi duyan bir kadındı. Galip, bu ikisini birden arıyordu. Yani Pamuk’un rüyasına karşılık gelen bir arayıştı bu. Hem entelektüel anlamda değerli hem de popüler bir yazar olmak…

Masumiyet Müzesi’nde, Kara Kitap’tan birçok iz var. Köşe yazarı Celal’den de söz ediliyor.

Sadece okuma zevki ve güzel zaman geçirmek için okunabilecek ama temalarını da seveceğiniz bir roman.

bottom of page