top of page

 

 

GÜNLERDEN

 

Burhan Günel

 

22 Mayıs 1994, hastanede

                  Ölüm düşüncesi.

             Şiirini yazmak isterdim ama olmadı, başaramadım. İğreti bir düşünce bu. Dünya görüşü bağlamında, üzerime oturmuyor. Kullanılınca geri yuvasına dönmesi gereken bir araç. İnsanın kendi acısına ortak çıkamayışı ne kötü. On bir aydır kendimle boğuşuyorum. Yaşadıklarımızı unutamıyorum. Acı, yırtıcı bir hayvana dönüştü içimde; baş edemiyorum. İşte bundan düşünüyorum ölümü: içimdeki yırtılmayı onaramadım, büyüyor yırtık, genişliyor, yaşadığım her anı ve tüm dünyayı sürüklüyor ardından. Dikiş tutmuyor. Öyleyse ölüme (mi) kalıyor meydan; ya ben neciyim? Ölümün oyuncağı mı? Yoksa o mu benim oyuncağım?

                Sürekli bir şeyleri erteliyorum. Ölümü de. Hep.

                Sabah görüşmemizde doktor, “Bugün nasılsınız bakalım?” dedi. “İyi görünüyorsunuz” diye ekledi.

              Boynumu büktüm. “Daha iyiyim, artık düzenli uyuyorum. Verdiğiniz ilaçlar iyi geldi. Ama beynimde kamaşmalar oluyor. Hiçbir şeyi ayrıntılı düşünemiyorum. Hep erteliyorum düşüncelerimi.”

                “Düşünmeye çalışın, ertelemeyin” dedi Doktor.

             Haklı. Ertelemek çözüm değil: Ölüm de olsa, dirim de olsa, artık tavrımı belirlemeliyim. Ertelediklerimin yeri boş kalmıyor; acı dolduruyor boşluğu hemen. Ama nasıl başaracağım? Buraya niçin kapadım kendimi? Belki Tanrı’nın da böyle bir hücresi vardır; o mutlak yalnızlığını kendisiyle paylaşıyordur... Ve böylelikle erteleyebiliyordur sonunu...

                “Tanrı adına” yapmışlardı her şeyi.

                Yaktılar. Yok ettiler. “Tanrı adına” yapmadıkları kalmadı; daha da yapacaklar. Bunları da mı Tanrı yaratmıştı gerçekten? İnanılır gibi değil

13 Ağustos 1999, Turgutreis-Bodrum

          Eğitim, insanları “çağdaş insan” yapabilir; bunu yaparken teknolojik, biyolojik, sosyolojik, tarihsel, ekonomik vb. Bilgiler ile donatabilir. Böylelikle “çağdaş insan”ın bilmesi gereken her türlü bilgi yüklenebilir; ama “uygar insan” olabilmek için bunlar yeterli değildir. Uygar insan’ı yaratacak olan, bilimin yanında, hattâ önünde, sanattır. Çünkü sanat, insanı sürüden ayırıp yetkinleştirir, seçikleştirir. Sanat, insandaki birey olma isteğini ve bilincini geliştirir, insan onurunu ayakta tutar. “Çağdaş insan”ı sanatla besleyip olgunlaştırabildiğimiz ölçüde “uygar insan”a yaklaşılacaktır.

          Turgutreis’te de “maganda”lar gördüm: Otomobilleri, cep telefonları, paraları, her şeyleri var ama “uygar” değiller. Ortaçağ’dan çıkıp gelmişlerdir. Giyimleri ve donanımları “çağdaş”tır ama, dili kullanmaları, davranışları, anlatımları, ilgi duydukları konular hiç de uygarca değil. Çağ dışı kalmış, modern görünümlü canavarlar...

                Uygarlık= bilim + sanat + eğitim.

                Formül bu, ama bunlardan biri ya da ikisi eksikse, ne yaparsan yap; uygar olunmadığı gibi “adam” da olunamıyor.

                Bunların anladığı ve bildiği sanat ise, her alandaki “arabesk” ürünlerden oluşuyor. Özellikle müzikte. O kadar.

27 Eylül 2005, “İntihal” mi desem; “metinlerarası ilişki” mi?

              Çapsızlığını çok iyi bildiğim bir zavallı, kendini bilmez, herkesi kendisi gibi sanıyor besbelli ki yapabilmiş bunu. Nasıl olsa herkes yapıyor, üstelik yapanlar ödüllendiriliyor diye düşünmüş olabilir ama, bu onu kurtaramaz. Hikmet Çetinkaya’nın, Cumhuriyet Gazetesinde 25 Kasım 2001 günü yayımlanan “Öğretmenim...” başlıklı yazısını almış, sözümona bir “şiir” yazmış, hem de bir öğretmen dergisinde yayımlatmış.  O zamandır, Hikmet Çetinkaya’nın yazısı ile bu “şiir” üniversite öğrencilerinin elinde dolaşıyor. Türk Dili ve Edebiyatı derslerinde öğretmenlerine soruyorlarmış, “Şiir bu yöntemle mi yazılır?” Tabii, bana ulaştırıldı. 1981’den beri “intihal”ciler ve hırsızlarla uğraşırım ya, ondan. Okudum ve hiç şaşırmadım. Mart 2002’den beri kendisini izliyorum. Kuşkulandığım başka “şiir”leri de var. Bu adam, ortaklaşa çıkardıkları derginin yönetimini üstlenmiş olanlardan birisi; düzenledikleri öykü yarışmasında “seçici kurul üyesi” hem de. Tü tü tü, nazar değmesin! Ne öyküler, ne şiirler döktürüyordur yarışmaya gelen öyküleri okudukça... Belki şiirleri de okuyordur; mutfakta ya! Şimdi, bir dokunsam elimde kalacak. Bıktım bunlardan. Hırsızlığın da, intihalin de “raconu” vardı eskiden; ayağa düşürdüler.Tamamı yayımlanırsa fazla yer kaplar dergide. Birkaç alıntıyla yetineceğim. (Sakin ol, sinirlerini bozma. Bu güncenin yayımlanmasından sonra, bir ay içinde andığım öykü yarışmasının seçici kurul üyeliğinden ve dergi yönetiminden çekilmezse, adını açıklarsın; şimdi gerekli değil. Yayımlarsın bu günceyi, anlatırsın düş kırıklığını. Yayımlanan dergiyi kendisine postalarsın. Sağlam olsun. Okur nasıl olsa. Bekle. Ayrılmazsa... O zaman gereğini düşünür ve yaparsın. Şimdi alıntıyı / çalıntıyı, intihal’i, her neyse işte, adını başkaları koysun, örneklemekle yetinmelisin. Öyle yapayım, peki.) Hikmet Çetinkaya’nın yazısından bazı tümceleri aktarayım ilkin: “Kış bahçelere vurmuş, dışarıda rüzgârın ıslığı gülümseyen bir gülü anımsatıyor... / Sen, o kış bahçelerinde hüzünlüsündür öğretmenim!.. / Belki iç çekişen çocukların dolaşıyor çevrende, belki de uykularının derinliğinde zırhlı bir yürekle el elesin!.. / Biliyorum yalnızsın öğretmenim, Toroslar’ın eteğinde bir dağ köyünde, Rize’de çay bahçeleriyle örülmüş bir beldede... / Gözlerin, kirpiklerin ve ellerin ‘sevda nöbetlerinde’yken kendi yazgılarınla avunuyorsun, kar altında uzun bir yolculuğa çıkmış, beyaz gecelerde sevgili özlemi çekiyorsun!... / Umudun umutsuzluğa dönüştüğü kaç mevsim yaşadın biliyorum ama gözlerinde topladığın hüznün ormanında yitik zamanları sakladığını artık göremiyorum!.. / Vurgun yemiş gibisin öğretmenim!.. / Martılar denizin üzerinde kanat çırparken sen Kızılırmak kıyılarında dolaşıyor, İdil’de çocuklarla çamurlu yollarda yürüyorsun!.. / Suskunluğun kilidini kırmak, allı-yeşilli uçurtmaları Ağrı Dağı eteklerinde gökyüzüne salıvermek, Bafa Gölü kıyılarında dolaşıp bir akşam Serçin’de balıkçılarla konuşmak senin görevlerinden biriydi öğretmenim!.. / Bilmem kaç yıl oldu seni oralarda görmeyeli... kaç yıl!.. / Edirne’de bir akşamüstü bir çay bahçesinde uzun uzun konuşmuştuk seninle!.. / Yaşama ilişkin ne varsa kavgaya, barışa, aşka, sevgiye, özgürlüğe ilişkin ne varsa, evet ne varsa tartışmıştık o gün seninle!.. /.../ gözlerinde uslanmak bilmeyen bir çocuktun ne çabuk unuttun öğretmenim!.. / Sen öğrettin bana sevdayı, sen öğrettin ülkemi sevmeyi bana!.. /.../ yine başın dik, yine onurluydun öğretmenim!.. ”

                Yazı böyle uzayıp gidiyor.

                Şimdi gelelim, “şiir”e: “... Sen o kış bahçelerinde hüzünlüsündür öğretmenim /.../ Biliyorum yalnızsın bir dağ köyünde / Ya da yeşillikler içinde bir kasabada / Gözlerin buğulu / Ellerin üşümüş / Kirpiklerin nöbetteyken / Yazgınla avunuyorsun / Kar gölgelerinde yolculuğa çıkmış / Beyaz gecelerde sevdanın özlemini çekiyorsun. / Umutsuzluğun umuda dönüştüğü / Kaç mevsimi var hayatın / Gözlerinde topladığın hüznün bahçelerinde / Yitik zamanları sakladığını göremiyorum / Kış önünde vurgun yemiş gibisin öğretmenim / Martılar kıyıları yalarken / Sen küçük derelerin bozbulanık suları gibisin / Köyün çamurlu yollarında / Ağzın suskun / Gem vurulmuş yüreğine / Oysa Toroslar’da ya da Ağrı’da / Uçurtmaların iplerini koyversen / Göğe değen dağlarında / Mavilikler selamlar seni / Seyhan kıyılarında dolaşıp akşam / Balık tutanları seyretsen Mersin’de / Kaç mevsimi geçirdin yollarda ömrünün / kaç kez yolculuklara el salladın otobüs koltuklarında / Kaç kez özlemle bekledi umudun çocukları seni / Uzun konuşmalarımız olmuştu seninle / Güzel şeylerden dem vurarak / Yaşama dair ne varsa yüreğimizde atan / Hepsini ama hepsini söylemiştik / Gözlerinde uslanmayan çocukluk / Ne çabuk unuttun bizleri / Oysa / Sen öğretmiştin bu sevdayı / Sen öğretmiştin bize ülkeyi kendimizden çok sevmeyi / Birer yağız delikanlıydık / Acılarla yoğrulmuş / Sevdalarımız vardı / Tüm bunlara rağmen / Yine başın dik, yine onurluydun...” İşte böyle sürüp gidiyor; “36 Kısım Tekmili Birden...”

           Tabii, bu adam tek değil; var böyleleri. Nâzım’dan, Ahmed Arif’ten, Neruda’dan, ötekinden, berikinden çalıp çırparak “şiir” yazanlar, kitap yapanlar, hattâ ödül kazananlar... Zamanım olsa, tek tek atacağım tiftiklerini, ama... Neyse. Şimdi, bu “şair”den eylem bekliyorum. Bir: ortaklaşa çıkardıkları derginin yönetiminden; iki: seçici kurul üyeliğinden çekilecek. Aksi halde, Hikmet Çetinkaya’nın yazısı ile bu uyduruk “şiir”in tamamını yayımlayıp “şair”in adını açıklayacağım. ÿ

 

 

 

 

 

bottom of page