maviADA,
HAYAT ve SANAT PLATFORMU
2002 - 2016
ARDI KİMLİKSİZLİK
Gökçe Güneş Yazıcı
O ülkede dil yoktu.
Egemen olan boşluktu. Egemen olan kimliksizlikti.
Dil yoksa... dostunuzu,düşmanınızı nasıl tanırsınız? Dil yoksa her şey bir sisin ardındadır. İletişim olmaz, kültür olmaz, toplum olmaz. Toplumu bir zamk gibi birbirine bağlayan en birinci unsur yok olursa, en önemli tuğla olan dil çekilirse o toplum çözülür, o duvar yıkılır. Çünkü dil kimliktir.
Dil, insanın varlığının en büyük kanıtıdır. Dil insanların isteklerini anlatmak için kullandıkları ortaklaşa bir sistemdir. Bilinmeyen zamanlarda, beden diliyle duygu ve düşüncelerini anlatmaya uğraşan insan, bunun yetmezliğini görünce binlerce yıl içinde ilmik ilmik dokuyarak tüm istemlerini ayrıntılarıyla anlatacak bir ses ve işaretler dizini, yani dili yaratmıştır. Başka hiçbir ortak değerimiz, dil kadar ortak ve uzun bir emekle, tüm toplumca üstünde uzlaşarak binlerce yılda üretilmemiştir. Vatan, diyeceksiniz şimdi. Vatan, ortak dili konuşan, ortak kültürü, ülküleri olan insanların yaşadığı topraktır ve tarih içinde yeri değişebilirken, ulusun dili hep aynıdır. Örneğin Türkler, değişik coğrafyalarda vatanlar kurmuş, ama dilleri her zaman Türkçe kalmıştır. Çünkü dil, ulus olma sürecinde ana unsurdur. Her ulus dilini, insan özelliklerinden üretir, kendi öz değerleriyle donatır. Çünkü o, kendini tanımlayacak bir araç ararken dili bulmuştur. Hiç bir İngiliz dilini ya da sözcükleri üretirken Japonun yaşam tarzını ve beklentilerini hesaba katmaz. Türkçe’nin bir İngiliz’in tüm hallerini tanımlamasını bekleyemeyiz. Yani hiçbir ulusun dili, birebir başka bir ulusun dili olamaz.
Uzak Asya’dan yaşama merhaba diyen Türkçe, uzun yolculuğunda steplerin, bozkırların, karlı dağların cehennemi sıcak çöllerin, savaşanların, yeni bir dünyada yerleşen ve güçlenen bir ulusun türkülerini emerek gelişirken, İngilizce, hiçbir yere kımıldayamayacak bir adaya sıkışmış,ama çok düzenli, yeniliği ve macerayı kendi içinde bulan insanın izlerini taşır. O yüzden Türkçe, eylem yani hareket ağırlıklı sözcüklere dayanır.
Anadolu’ya gelinceye değin gelişiminin en üst noktalarına ulaştığını Göktürk Kitabeleri ve Dede Korkut Öyküleri’yle kanıtlayan Türkçe, Osmanlı imparatorluğu süresince yüzyıllar boyunca yazı dili olarak kullanılmadı, ancak Türkçe konuşan halk arasında soluk alabildi. Herkes bilir ki, yazıya geçemeyen dil yoksullaşır. Cumhuriyetin ilanından hemen önce yazılı bir metindeki Türkçe oranı üçte bire inerken, yalın Türkçe kullananlar küçümsenen insanlar durumuna düşmüştü. Anadilimizi öyle bir hale getirdik ki, biz bile tanıyamaz olduk; kentli köylüyle, okur yazar, sıra halkla anlaşamaz oldu. Sanat artık bizim değildi, edebiyat da, kültür de…Dil yapıştırıcı, ulus yapıcı özelliğini yitirmiş, kendimizi anlatmakta sıkıntı yaşar olmuş, kırk parçalı bir ümmete dönüşmüştük. Ortak bir paydada hiçbir zaman buluşamayacak bir ümmete. Duygu ve düşüncelerini Arapçanın, Farsçanın, yeni moda Fransızca’nın ya da küçük bir etnik grubun birbirine hiç benzemeyen kültürüyle üretilmiş sözcükleriyle oluşturmaya çalışan bir insan topluluğu nasıl yekpare olur ki?Sömürgeciliği kanımızla boğarak durdurduk . Dilimizi de “yabancı dillerin boyunduruğundan” kurtarmalıydık. Bu konuyla bizzat Atatürk kendisi ilgilendi. İyice yoksullaşan dilimizdeki tüm yabancı sözcükleri atmanın zorluğunun bilincindeydi. Tarama, derleme ve türetme yöntemleriyle dilimizi eski gümrah akışına ulaştıracağını düşündü. Üçgen, açı,.. gibi ilk Türkçe geometri terimlerini o belirledi. Bu işin daha bilimsel ve uzman kişilerce yapılması için Türk Dil Kurumu’nu kurdu. Dilimiz bugünkü her kesimden insanın anlayacağı ve paylaşacağı düzeye böyle ulaştı.
Ne var ki, önce siyaset girdi işin içine. Biri eskiye, diğeri, yeniye, karşı olmak için, karşı çıktı. Dil kurumu etkisizleştirildi. Gelişen çağın, küreselleşen dünyanın getirdiği yeni kavramları karşılayacak sözcükleri bulmakta yetersiz kaldı. İlgililer, yazarlar, edebiyatçılar yeni moda akımların etkisinde dili savsakladı. Sıra halkımız, dün neyse bu gün de aynıydı; o hep yaygın, moda olana özenirdi. Okuma yazması ilkokul üçten terk bakkal, tabelasını astı: Dallas Market.
İsimlerde özentiler hep vardı. Türkçe yeni bir sahipsizliği yaşamaya başlayınca bu en üst noktaya ulaştı. Medyanın büyük gücü, yaygın iletişim ağı, internet,.. ama en önemlisi kendi değerlerinden hep komplekse giren halkımızın özentisi dükkan adlarını, büyük işletmelerin, sokakların, yerleşim birimlerinin adlarını değiştirmemize neden oldu. Artık en az gelişmiş yörelerimiz bile İngilizce adlı mahallelere, lokantalara sahip. Geçenlerde Milli Eğitim bakanımızın da dediği gibi okullarımızda yıllarca didindiğimiz halde anadilimizi öğretmeyi başaramadık ama, İngilizce’yi öğretmek için milli servetin büyük bölümünü dışarı aktarıyoruz. Belki bu yoğun emek ve masraftan akademik İngilizce’yi öğrenen pek çıkmıyor ama, dilimize giren, artık yoksul sokak aralarında bile Türkçe’nin yerine duyulan birkaç tarzanca İngilizce sözcük daha kazancımız oluyor. Artık blucin giyiyor, cafede takılıyor, internette entel çetler yapıyor, centerlerden alışveriş ediyor, citylerde yaşıyoruz… Bu çalıntı kabuk, aldığımız dile bile ihanet söyleyişler yetmiyor, anadilden sağlam kalan bir kaç sözcüğü de bozarak, olmadık anlamlara taşıyarak “o’ha oluyoruz”… Küreselleşmeden söz edip İngilizce’yi evrensel anadil yapmanın yanı sıra, artık bir yaşlıların anımsadığı , grameri, bilimsel alt yapısı sınırlı, bölgesel, etnik dilleri kullanıma sokuyor, zaten anlaşmama eğilimi olan toplumu iyice ‘anlamaz’ hale getiriyoruz. Kirlenme son hız sürüyor.
Dünya bir kıyameti yaşasa ve yaşam yok olsa, yurdumuza gelecek bir uzaylı, Türkiye’ nin bir çok kentine baktığında neresi olduğunu anlamayacaktır. Körün tanımladığı fil gibi bir ülkeye dönüştük. Gitgide sisleniyoruz. Bunun ardı kimliksizlik.
Çözüm yok gibi duruyor.
Bizim, yani Türkiyelinin farkına varıp dur demesinden başka çözüm yok gibi. Önce özentilerimizi, komplekslerimizi atmalı, bir markete, lokantaya yabancı bir ad taktık diye daha çok satış yapamayacağını, bunun hizmetle ilgili olduğunu kavramalıyız. Atatürk’ün kararlılığıyla dilimizi arı biçime dönüştürme çabasını sürdürmeliyiz. Amaç, kullanım olanakları sınırsız, sözcük dağarcığı gelişkin, çağın tüm yeniliklerine yanıt verebilen bir dil yaratmak ve yaratılana sahip çıkmak böylece yorgun dilimizin yaralarını iyileştirmek olmalıdır. Yabancı deyimlerle şaşkına dönmüş çocuklarımız, tıpkı computere karşılık bilgisayarı bulduğumuz gibi herkesin anladığı sözcükler, terimler yarattığımızda çağını daha kolay kavrayacak, taklitte herkesin önünde ama, öğrenmede geride kalmaktan da kurtulacaktır. Belleğimize zorla sıkıştırdığımız, ait oldukları dillere de yara açarak yarattığımız kelimelerden vazgeçmeliyiz. Çocuklarımıza ulusun, etnik köklerin dışında üst, birleştirici bir kavram olduğunu ve vatan, bayrak, dil gibi ortak değerlerden oluştuğunu, bunun onur vesilesi olması gerektiğini anlatmalıyız. Amerikalının, geldiği İtalyanın kültürel değerlerini yaşatsa da Amerikan İngilizce’siyle bir sorunu yoktur. Olursa, o bin bir parçaya dönüşecek ülkenin gurur duyacakları süper bir ülke olma şansı olmadığını herkes bilir. Çağdaşlaşmayı özdeğerlerimizden vazgeçerek değil, bu değerlerimizi de harcına katarak bina etmemiz gerektiğini, tüm insanlık bir ortak paydada buluşacaksa o paydanın renklerinde bizim de payımız olması gerektiğini işlemeliyiz. Yazarımız, aydınımız, öğretmenimiz, politikacımız, televizyon ve gazeteler varlıklarını ana dile borçlu olduklarını iyice kavrayıp tam bir sorumluk duymalılar. En önemlisi, Ziya Gökalp’in “ Başka dile benzemez Annenin sesi,/ Her sözün ararsan vardır Türkçe’si,” dizelerinde dediği gibi Türkçe kullanmalıyız.
O zaman sis aralanır. Kimliğimizi yeniden tanımlayabiliriz. Yoksa bir sabah kalktığımızda , toprağın kokusunu, sevdiğimiz çiçeğin adını hatırlayamaz, içine düştüğümüz hüznü tanımlayamaz, başarırsak duyacağımız gururu aktaramayız. Bu yüzden ilk önce kafamızın içini Türkçeleştirmeliyiz.
Yoksa bunun ardı boşluk, bunun ardı kimliksizlik.
* 2006 Bursa Liseler Arası Yazın Yarışması 1.si
maviADA YAZ 2006
derginin bütününü görmek isterseniz tıklayın