top of page

Tülay Akkoyun

 

BUZLAR KIRILIRKEN ya da VİTTULA
MIKAEL NİEMİ

 

20.yy Fransız yazarlarından Alain Fournier’nin Adsız Köşk isimli romanını çağrıştıran “Buzlar Kırılırken”, ilk gençlik yılları-nı, delikanlılık çağını anlatan romantik bir yapıt olarak görün-mesine karşın, kimlik, aidiyet sorunlarını içeren ve yazarın yapıt içerisinde belirttiği gibi “Örselenmiş bir çocuğun içine gömdüğü öfke kadar soğuk” anları irdeleyen bir derinlik içermektedir.
1959 yılında, İsveç’in en kuzeyindeki Finlandiya sınırındaki Pajala’da doğup büyüyen Mikael Niemi, Fin azınlığın gelenek ve sorunlarını, çocukluk anılarından yola çıkarak öykülemektedir.

Klasik roman üslubundan farklı olan bu yapıt öncelikle “Vittula” isminden yola çıkarak, iç içe geçmiş çok katmanlı bir yapıya sahiptir. Romanda yazar-anlatıcının yaşadığı bölgenin adı “Vittulajankka”, Fince “Dölyatağı” anlamına gelmektedir. Bu ismin tam kaynağı bilinmemekle birlikte, o bölgedeki yüksek doğum oranıyla ilgili olduğu ve kadınların doğurganlığına kaba bir övgü niteliğinde olabileceği belirtilmektedir. “Vittulajankka” nın kısaltılarak “Vittula” olarak telaffuz edildiğini açıklar yazar-anlatıcı.
Büyümenin anlatıldığı üçüncü bölümde, anlatıcı, çocuk parkının yanındaki “Hanım Hanımcıklar Okulu” dedikleri, kızla-rın biçki-dikiş ve aşçılık öğrendiği okulun yanındaki, kırmızı boyalı bir depoya gizlice girer. Atletik yapılı okul hademesinden korkan çocuk, deponun içinde bulunan eski bir kalorifer kazanı-nın içine saklanır. İlginçtir ki, çocuk bu kazanı bir ana rahmine benzetir, böylece de kitabın ismi ile içerik aynı anlamı taşımak-tadır. Biliriz ki anne rahmi en güvenilir yerdir, şiddet gören insanların anne rahmindeki pozisyonu almaları, en güvenilir yer olan anne rahmine dönme isteklerinin dışa vurumudur. Burada-ki çocuk kahraman da, kendini hiçbir yere ait hissetmediğinden bir düşte bu pozisyonda görür kendini.
“Kazanın içindeydim. Yuvarlak karnında bir cenin gibi kıv-rıldım. Ayağa kalkmaya kalkıştım ama başım tepeye çarptı.
İçeride kısılıp kalmıştım. Kazan bana hamileydi, rahminin kurşun geçirmez demir duvarlarıyla beni koruyordu.” (sf.43)
Bu bölümde anne ramindeki bir çocuğun büyüyüp geliş-mesi ve doğumu gibi, anlatıcı çocuk da kendi büyüme aşama-sını kazanın içinden çıkış anını gerçek üstücü bir üslupla anla-tır. Gerçeğin düşsel bir ifadeyle anlatımı bu bölüme masalsı bir içerik kazandırmıştır.
“Yeni doğmuş bir bebek gibi çer çöpün arasında sürün-düm. Bir kitaplıktan destek alarak titrek bacaklarımın üzerinde güçlükle doğruldum. Şaşkınlık içinde tüm dünyanın küçüldüğü-nü fark ettim. Ama hayır, ben iki kat uzamıştım. Kasıklarımda kıllar belirmişti.” (sf.45)
Yukarıdaki alıntı, anlatıcı-yazarın gördüğü bir düşün ma-salsı anlatımıdır. “Vitgtula” isimli bu yapıt, masalsı bir anlatı içerse de postmodern kurguya daha yakın bir yapıdadır. Ya-zar-anlatıcının isminin ilk kez ellinci sayfa, dördüncü bölümde verilmesi bu özelliklerden biridir. Anlatıcının adının Matthias olduğunu ancak ellinci sayfada öğreniriz.
Bu yapıtta çocukluktan ergenliğe geçiş dönemi içerisinde, aslında daha önemli bir tema olan ait olma/yabancılık sorunsalı işlenmektedir. Roman kahramanı bilinçlendikçe, yaşadığı yerin aslında İsveç’in bir parçası olduğunu öğrenir. Üçüncü dünya ülkesi değil, dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri fakat azınlık-tırlar, bu nedenle de yabancılık hissetmektedirler.
“Kuzeydeki bir ilaveydik sadece. Rastlantıyla oraya yerleş-tirilmiştik. Ucundan kıyısından İsveçli sayılabilecek birkaç kişi-nin yaşadığı sayılı çorak alanın bulunduğu bir yer. Biz farklıy-dık, biraz ezik, biraz cahil, biraz da saftık.” (sf.51)
Yaşadıkları ülkeye ait olmamak, o ülkede azınlık olarak bu-lunmak, kendini yabancı gibi hissetmesine neden olmaktadır. Kültürel olarak da yabancılaşmayı hissetmektedir yazar anlatı-cı. (sf.50) Gelenekleri farklıdır hatta daha da ileri giderek yürü-yüşlerinin bile farklı olduğunu ve bir hiç olduklarını belirtir.
“Sofra adabımız yoktu. Evin içinde yün bereler takardık. Mantar toplamaz, sebze yemez ve kerevit partileri vermezdik. Sohbet etme, şiir okuma, hediye paketleme ve konuşma yapma konularında berbattık. Dışa basarak yürürdük. Ne tam bir Fin-landiyalı gibi Fince konuşabiliyorduk, ne de tam bir İsveçli gibi İsveççe.
Koca bir hiçtik.”
Bu, kendini ağır bir yargılama ve eziklik duygusu ifade et-mektedir. Azınlıkların yaşadığı sorunlar bir çok ülkede olduğu gibi orada da benzerlikler içermektedir, yaşadıkları ülke dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri olan İsveç bile olsa.
Hiçlikten kurtulmanın tek çıkış yolunun da başka bir yere taşınmak olduğunu düşünür yazar-anlatıcı.
“Tek bir çıkış yolu vardı. Eğer başka bir şey olmak istiyorsanız, bu küçük bir şey bile olsa, tek bir imkan vardı: Başka bir yere taşınmak. Hayattaki tek şansımızın bu olduğuna inanarak, sabırla, taşınacağımız günü bekledik ve taşındık.”(sf.52)
Pajala’da yaşayan Fin azınlıkların birçok batıl inancı bu-lunmaktadır. Onuncu bölümde sözü edilen büyü sahnesinde masalsı, ilginç bir olayla anlatılmaktadır.
“Gardiyanlar yine o karamsar ve aşırı duygusal votka parti-lerinden birini verirken Jussi, dışarıdaki ufak kulübeye gitti. Orada büyü yapıp bir kadına dönüştü. Dışarı çıkıp bir süre öyle bekledi. Kirli ve paçavralar içindeydi ama güzeldi.” (sf.105)
Kurgu içerisinde, bu yapıtta ilginç fantastik öyküler yer al-makta, bu öyküler yapıta derinlik kazandırırken macera türünün sürükleyici etkisiyle kolay ve zevkle okunabilirliğini sağlamakta-dır.
Azınlık olarak yaşanılan bölgeyi de örselenmiş bir çocuğun içine gömdüğü soğuk bir öfke olarak betimler Mikael Niemi.
Anlatıcının yıllar sonra bir tren yolculuğu sırasında, Ne-pal’de doldurmaya başladığı bir not defteri olduğunu ve öğret-menlik yaptığını öğrenmekteyiz. Yazar-anlatıcı 60’lı yıllarda geçen çocukluğunu bugünde anlatır, Vittula’da geriye dönüşler Proust’un “Yitirilmiş Zamanın Peşinde” yapıtında olduğu gibi bir koku, özellikle de bir tatla gerçekleşir. Bu tat geriye romanda geriye dönüşlere olanak sağlama işlevi görmektedir.
Himalaya dağlarına tırmanırken karşılaştığı tehlikeli bir an-da ölümü çok yakından hisseder ve birden 60’lı yıllarda geçen çocukluğuna döner. Himalaya dağlarına tırmanırken de tıpkı çocukluğunda olduğu gibi metal levhaya dokundurduğu dudak-ları metale yapışır ve metal tadı çocukluğuna alıp götürür.
“”Susuzluktan neredeyse delirmek üzereydim. Vücudumdan yayılan nem, kazanın isli, soğuk yüzeyinde sıvılaşıp üzeri-
me damlıyordu. Bu damlaları yalamaya çalıştım. Metalik bir tadı vardı ve daha çok susamama yol açtı.” (sf.44)
Romanda, çocuğun kazan içindeki büyüme sahnesi, beşinci ve yedinci bölümdeki patlama sahneleri gerçeküstücü bir üslupla anlatılarak, romana masalsı, büyüleyici bir görsellik kazandırılmıştır. Bu masalsı anlatımda 1960-1970’li yılların Rock’n Roll kahramanları Elvis Presley ve Beatles, Jimi Hendrix ve çiçek çocuklardan da söz edilir.
Ergenliğe geçişin ilk maceraları da önemli bir yet tutar ro-manda, Ablasının arkadaşlarından bir tarafından öpülen çocuk kahramanımızın en yakın arkadaşı kızın kendisine ne yaptığını sorduğunda, eğilip en iyi arkadaşı Niila’nın tuzlu ve çocuksu ağzını öper, ergenliğe geçiş belirtileridir bunlar.
On yedinci bölümde bizdeki hıdrellez kutlamaları gibi bü-yük bir ateş yakma sahnesi söz konusudur. İlginçtir ki, azınlıkla-rın bu geri kalmışlık geleneklerinde yakılan ateşin sönmesine doğru çocukların ateşin içine maytap ve harçlıklarından birikti-rerek aldıkları iki havai fişekle bu muhteşem gösteri sonlanır.
Bu yapıtın on beşinci bölümünde delilikle ilgili ilginç tespit-ler bulunmaktadır. Öncelikle şizofreniden söz edilir, on sekiz yaş civarında ortaya çıkar ve karşılıksız aşkın da bir tür şizofre-ni olduğu belirtilir. Deliliğin bir başka sebebinin de çok düşün-mek olduğu söylenir.
“Deliliğin bir başka sebebi de fazla düşünmekti. Babam bu konuda da çok dikkatli olmamı ve mümkün olduğunca az dü-şünmemi söyledi, çünkü düşünmek öyle bir belaydı ki düşün-dükçe durumunuz daha da kötüleşiyordu. Çare olarak kar küremek, odun kesmek ya da uzun mesafe kaymak gibi güç gerektiren işlerle uğraşmamı öneriyordu; ne de olsa düşünmek, en çok yatağınızda tembel tembel uzanırken ya da dinlenmek için bir yerlerde otururken insanların başına çörekleniyordu.” (sf.183)
Delilikle ilgili üçüncü öneri de din konusunu fazla kurcala-mamaktır.
“Tanrı, ölüm ve hayatın anlamı, genç ve savunmasız bir kafa için kesinlikle çok tehlikeli konulardı; içinde kolayca kaybo-labileceğiniz ve sonunda kafayı yiyeceğiniz sık bir orman.” (sf.183)
Son tespit daha da ilginç, zira kitap okumanın da deliliğe yol açtığı, Fin azınlıkların cahilliklerinin göstergesi olarak gös-teriliyor.
“Ancak babam bütün bunların ötesinde, çok daha tehlikeli bir konu hakkında beni uyarmak istiyordu. Pek çok talihsiz genci deliliğin sisli dünyasına yollayan bir şeydi bu: Kitap oku-mak.Uyuşturucudan bile beter bir illetti bu. En tehlikeli kitap türü ise düşünmeyi tetikleyen ve teşvik eden edebiyat kitaplarıydı.” (sf.183)
Yıllar önce bizim toplumumuzda da bu tür inançlar vardı geri kalmışlığın tablosu olarak. Yıllarca insanlar kitaplardan uzak tutuldu ve günümüzde gittikçe az okuyan bir nesil ortaya çıktı.
Ön deyiş ve son deyiş arasında büyülü çocukluk macerala-rının anlatıldığı “Vittula” isimli bu yapıtın ilk gençlik romanı olarak ülkemiz gençlerinin hayal dünyalarını genişleteceğini inanıyorum. Sadece gençlerin değil, yüreğindeki çocuksu düş-leri, anıları saklayan yetişkin okuyucuların da bu romandan fantastik, masalsı büyüleyici bir tat alacağını düşünüyorum.
Buzlar Kırılırken Vittula, Mikael Niemi, Yerdeniz Yayınları, 2005, 246 sayfa

 

 

 

bottom of page