top of page

poetika

maviADA 2006 güz

 

 

Bir istisna yapar bağışlar mı  bizi hayat?

 

Yaşamın pardonu yok.

 

Kültür sanat dünyasında çok insan tanıdım. Ne var ki elimde fener benden güzeli arar gibi bir halim vardı, niyeyse. Çok gözümde büyütmemden mi ne... Çok azı benden güzeldi, onlar da vefasız çıktı, erkeninden göç ettiler.

 

İsmet Kemal Karadayı da öldü.

 

Son konuştuğumuzda KADIKÖY’deydik. O, Cemal SÜREYA’nın sevgili eşi Elif Sorgun daha birkaç kişi, hem güzel şeyler yapıyorlar, Cemal Süraya'nın şiirini yaşatmak için, hem de anlamlı bir sosyal hayat olduruyorlar. Bir etkinliklerine davet etmişler, katılmıştım. Kar kış kıyamet... maviADA’ya destek sağlamaktı umudum.

Sağladım mı? Umuda yelken işte…

 

99’da deprem yorgunuyken çağrılı olarak bir etkinliklerine konuk olarak gitmiş, Yazarlar Sendikasının dergisi sorumlusu Bedrettin Aykın ve Elif Sorgun beni zorla abone etmiş, ama tek bir dergi göndermemişlerdi; yani alacağım da vardı.

Sahi Bedrettin Aykın sana verdiğim abone parası ne oldu? Sen de bize abone olsan ödeşirdik; birlikte yediğimiz yemeğe saymadın umarım, öyle bakarsan ben sana borçluyum hala, çünkü o gece gidecek yolu bulamayınca senin evinde konuk da olmuştum, zorunlu.

 

Neyse, yazardan Allah verdiğini zor alıyor, masrafımla kalıp, elim boş döndüm, helali hoş olsun. Yine de KARADAYI dahil birkaç kişi yazı gönderdi. Sohbetini sevdiğim hukukçu KARADAYI’yı teşekkür için aradığımda, daha ben bir şey demeden ” Abone olmamı beklemiyorsun değil mi?Attila İlhan yazı gönderse abone ol mu diyeceksin ona?” demişti.

 

Vallahi diyebilirdim, açtığımız sanat evi tek bir kitap satmıyor, ama konuk ağırlamakla baş edemiyorduk. Dergi özenimizden nitelik kazanıyor ama abone olarak kendine yol açacak asıl hevesli kitleyi dışarıda bırakıyorduk. Etkinliklerimizde konuk olmak için yarışan yazarlar, şairler ilk başta Anadolu’ya, Edebiyat’a destek diyorlar sonra bir bakıyorduk Nobel almış tavrında yol parası, telif istiyorlardı. İstemeseler de ağırlamadır, şudur budur derken… burnumdan soluyordum velhasıl.” İyi de siz A.İLHAN değilsiniz ki. O zaman boyalı basının oku dediğini okuruz artık, nasıl yaşar bu dergiler, onlar da olmasa bizleri kim tanır, “ demiştim biraz da ileri giderek, çenemi hiç tutamam ki...KARADAYI kalanderce gülmüştü ama herhalde artık adımızı anmaz diyordum ki sayfalarımızda bulacağınız yazısıyla ÇAKILLAMALAR kitabını ve altı aylık abone bedelini gönderdi.

Doğruları yapıp da bizi utandıran çok az insandan biriydi. Yeri aydınlık olsun.

 

Erdal Öz’le 2002’de Bursa’da sohbet ettiğimizde ” beni taksit taksit öte dünyaya gönderiyorlar,” diye anlatacaktı, kolon kanseri nedeniyle sık sık ameliyat edilmesini kastederek. 2004’te İzmir fuarında şimdi yayınlanacak BAĞBOZUMU kitabıma önerdiği telifi komik bulduğumda “ İmkan bu. Ama senin tavrında doğru. Başkaldırı insanı çoğu kez yokluğa düşürür, ama kahramanlarda onlardan çıkar…” diyecekti yazın dünyasının aristokrat yayıncısı. Yayıncı olmasa en büyük yazarlarımızdan biri olacağı daha ilk gençlik kitapları YARALISIN, KANAYAN gibi kitaplarından belli Erdal Öz de yitirdiklerimizden. MaviADA için onunla söyleşi yapmayı da kuruyordum, olmadı ilkyazda kaybettik.

 

Attila İlhan Bursa’ya geldiğinde biz maviADA’nın hazırlığındaydık, konuşmuş söz almıştım, destek ve söyleşi için. O denli uzun sürdü ki tasarı hazırlığımız, yaşama geçiremeden geçen yıl bu zamanlar onu da sonsuzluğa uğurladık.

 

KÜLTÜR SANAT dünyasında çok insan tanıdım, çok azı benden güzeldi. Olanlar da çok hızlı gidiyor. 

 

Hepsinin yeri aydınlık, kitaplarının ömrü uzun olsun.

Yok yok yaşamın istisnası yok, size de bana da…

 

Şansınızı denemeyin, kendinize inanın ve size uyan yere gönderin yapıtınızı.

2002’de kimseSİZ dergisini birkaç yazan arkadaşın katkılarıyla, kalanını edebiyat öğretmenliğinden aldığım maaşta büyük delikler açarak çıkardığımdan bunalmış, kapatmıştım bir yıl sonra.

Garip bir şey oldu, o güne değin, galiba biz çok küçük kaldık, o nedenle bizi hiç fark etmediler, sandığım ülke dergilerinin birçoğu taziyelerini iletip sayfalarının bize açık olduğunu bildirmişti. Bu iyi niyetlerinin bir beklentisi yoktu, sadece birkaç aboneye hayır demezlerdi elbet.

 

Grubumun bir bölümü yönlendirmemle abone oldu, onlar da yazılarına yer verdi. Benden de yazı isteyenlere gönderdim, hatta dergi formatına çok uyduğundan o güne değin adımla yayımlanmış tek bir şiirim yokken, onlarda çıkan şiirlerimle kısa sürede tescilli şair oldum.

 

Bilirsiniz, biz de nezaket çok uzun ömürlü olmaz, başlangıçta gönderilerime kısa sürede dönüş alırken, bir süre sonra aksamalar olmaya başladı, ben de hazırladığım yazı elimde kalmasın diye başka dergilere de göndermeye başladım. Öyle ya, bana telif ödenmemiş, bir anlaşma yapmamışım, öylece gönderiyorum, yanıt da alamıyorum: esir değildim ya… Yanıt alamıyordum ama öyle ilginç manzaralar çıkıyordu ki ortaya, diyelim ki beş ay sonra bir bakıyordun, benim gönderdiğimi unuttuğum yazı  beş dergide birden çıkmış…Tabi ki herkesten etik dışı bir durumda sizi yakalamış gibi bir serzeniş ki sormayın…

Bursa’da Akatalpa diye bülten boyutlarında bazen iki bazen dört sayfalık siyah beyaz bir dergi var, azimle yıllardır yaşamaya çalışan… Onlarla yaşadığım en ilginci, anlatılmaya değeri sayılabilir.

 

Şaka değil, İ. ÜREN, M.ELAL, N.DEMİRCİ, S.ÜNVER, R.DARA, H.Haşal… gibi kalemi iyi, yazınsal deneyimi olan altı kişinin gayretiyle yaşıyor şiir ağırlıklı dergi, beş altı yıldır. Hepsi dört sayfalık bültende kime yer kalır ki? Onlara yetmiyor ki başkalarına da sunsunlar. Aslında bu zorunluluktan aralarına kimseyi al(a)mıyorlar, seçkinci izlenimi veriyorlardı, dışarıya. Ama bu zorunlu tek başına hal onlarda giderek alışkanlık yapmış,  tümden kapıları demirleyip farklı yazıları bile takma adlarla kendileri yazıp inadına sürdürür olmuşlardı. Yoksa dört sayfa kime yeter, biz altmış sayfayla yetemezken…

 

Sağ olsunlar buna rağmen bana aralarına katılmamı önerdiler. Çok düşündüm, yazın anlayışımızın ve dünya görüşümüzün çok örtüşmediği belirgindi. Başka anlayışlardan hoşlanmıyorlar, sık sık yaşadıkları çatışmalardan başkalarını en keskin dille ötekileştirmekte hiç tereddüt etmediklerini de görüyordum. Dışarıdan birisi zenci durumuna düşmeden aralarında yapamazdı. KimseSİZ’i yaptığımız ilk günlerde biz emeklerini, yöresel edebiyata katkılarını takdirle kendi dergimizde anarken, kısa sürede bizi tehdit olarak algıladıklarını ve dergilerinde güya edebi bir dille 36 sayfalık renkli baskı dergimizi yerin dibine batırdıklarını da görmüştük.  Belli ki bu alanda Bursa’da onlardan başkasının adının anılması hoşlarına gitmiyordu

Bu çok yerde rastlanan, bilinen hikâyedir, ama yeterince boş kalmıştım demek ki, dergiye de alışmışım, aldırmıyordum risklere.

 

Çağrılarını nezaket görüp gidip konuştum. Aralarına katılmamı önerdiler. Düzyazı yazan birilerine gereksinme duyuyorlardı. İstedikleri türde yazıyı hazırlayıp verdim, beğenmiş olmalılar ki simit ve birayla birlikteliğimizi kutladık.

Elbette  beni onurlandırıyorlardı, kendi anlayışlarınca, memnundum. Sokakta görmüşler, beğenmişler, görücü olmuşlar, bu güzel olmaz mı?

Sonra ne mi oldu?

Aradan dört ay geçti, aylık çıkan bültende benim yazıya  sıra gelmedi. Ben de yazıyı da, bir hayrını da görmediğim birlikteliği de unutmuştum. O günlerde Ankara’dan Damar ve Adana Aykırı Sanat dergileri benden yazı istemiş ben de birkaç yazının yanında o yazıyı da göndermiştim. Geldi dergiler. Bir de ne göreyim, o yazı ikisinde de çıkmıştı. O zaman AKATALPA aklıma geldi, uğrayayım dedim. Gittim ki AKATALPA çıkmış, beni karşılayan havada ağır bir limon tadı… Arkadaşlar ellerinde makas burunlarından soluyarak iki sayfalık benim yazıyı kesip çıkarıyorlardı dört sayfalık dergiden.

İyi ki dört sayfalık bültendi ya bizimki gibi ciltli dergi olsaydı…

 

Konuştuk. Pek de belli etmiyorlardı ama görünen onlara göre vatana ihanet içindeydim. “ Yazıyı isteyen siz ,” dedim. “ Gözümün önünde inceleme heyeti kurup değerlendiren ve ardından beğenip acil ihtiyacımız var, koycağız diyen siz, dört sayıdır da koymayan ve bana açıklama yapmayan da siz…Eee?!” dedim ama işe yaramadı, bira ve simitle kutsanmış yazarlığım ve elbette ikbalim tarih oldu. Belki dergileri için bir disipline etme yöntemiydi ama buu hastalıklı bulduğum muktedir olma anlayışını onaylamam ve anlamam mümkün değildi, o biçimde son bulmasa korkarım biz ebedi küs kalırdık. Gerçi bu da yetti gene küs kaldık, ayrı.

 

Daha neler oldu o günlerde bilseniz. Akatalpa’nın Belediyenin desteğiyle yaptığı Bursa Edebiyat günlerine hemen bütün yazan çizenler, hatta yazan çizenlerin, yazıyla hiç ilgisi olmayan karıları kocaları, hatta sevgilileri bile bir nedenle konuk edilirken beni adam yerine koymayacaklardı, e bana müstahaktı, cami duvarına işer misin?  Bu fırsat olmuş, Allahın sevmediğini peygamber sopayla kovalarmış örneği Akatalpa dostları da bana tavırlıydı. Çoğu bir nedenle bizim dergiye de geçmişte uğramış, bir başarı gösteremeyen, çitayı henüz aşmayanlara da yer vermediğimizden ya da memnun kalmadığından elime bir geçirsem diyordu, onları da eklersek,  nasıl başarmıştım bilmiyorum ama Bursa’da yazan çizen hemen herkesi kendime düşman etmiştim. Hatta eğitimci şair Metin Güven’i de.

 

Görünen AKATALPALILAR dar sayfalarının mecburluğunu zihniyete çevirmiş, hegemonyalarına hayır diyeni bir de linç ediyorlardı.Denemedim ama fırıncı ekmek bile vermeyebilirdi tanısa.

 

Ne var ki Tanrı’nın hikmetinden sual olunmaz, M.GÜVEN’le dostuna aykırılıktan doğan nedensiz krizimiz uzun sürmedi.

Bu arada ben el kapılarında köçekçeliğin dergi çıkarmaktan daha kolay olmayacağına karar vermiş, maviADA'yı yapılandırıp yürütmeye başlamıştım. Olan bitene hiç kafamı yormadım, düşünmedim bile maviADA’yla başlayan ikinci aşama dergiciliğe soyunurken. Nitekim tavırlarının sonucu onların grubun büyük bölümü kısa sürede bize geldi ve ilginci, Metin Güven herhalde direnişimi takdir etmiş olmalı, beni işbirliğine davet etti. Değişen tavrının nedenlerini merak edip gittiğimde anladım gerçek sebebi. METİN GÜVEN, AKATALPA boyutlarında 16.45 diye bir dergi çıkarıyormuş ve doğal olarak birden rakip haline dönmüş. Birkaç sayı AKATALPAnın sayfalarında yatırılıp kaldırıp dövülen, ağır eleştirilerle yerin dibine sokulunca müttefik arar olmuştu. Keyifle yapardım, doğru bulmadığım, poetik davrandıklarını düşünmediğim AKATALPAlılarla çatışmak bana keyif verebilirdi ama bir neden olmalıydı, beni bahçesine almadı diye kızamazdım ya adamlara... Ayrıca GÜVEN’in durumdan fırsat yaratma planını sevimli bulmadım, o müttefikliğe yanaşmadım.

 

Neden anlattım uzun öyküyü? Sözlere bakınca büyük görünse de insandaki her hal dergicilikte de yazarda da vardır. Bizde de olabilir, aldırmayın,  çekinmeden yazınızı gönderin, size en çok bir ayda yanıt verilecektir. Verilmiyorsa gözümüzün yaşına bakmayın, dilediğiniz başka bir yerde şansınızı deneyin. Sizin amacınız yazınızı en iyi koşullarda en geniş kitlelere ulaştırmak, bizim görevimiz de gösterdiğiniz itibara karşı nezaketle size yanıt vermektir. Vermiyorsak hata bizimdir, sizin değil. Ama hatırlatmadı demeyin, kimseye de yer vermek mecburiyetimiz yoktur. Emek verdiğimizin hesabını kimseye vermeyiz, akılda bulunsun. Herkes değil, ama biraz isim yapmış, gönderdiği yazısıyla bize dünyayı bağışladığını sanan ve burnu Kafdağı’nda yazar çizer takımına elbet sözümüz. Belki saygı da kusur etmeyiz ama insanız, Nobel bile alsanız umurumuzda olmayabilir.

 

Biz artist olmak isteyen bu nedenle yönetmen arayan taşra kızı değiliz, dergi yöneticisiyiz,  karıştırmayalım.

maviADA tasarlanırken tanıdığımız, inandığımız birkaç yazardan yardım istedik. Mantığı vardı, onların reklama bizim de düzgün yazan çizene ihtiyacımız ortadaydı. Onurları üzerine söz verdiler bize omuz vereceklerdi. Bir kısmı üstüne düşeni yaptı, sağ olsunlar, ötekiler de omzunu bulursa bize de verecek, bekliyoruz.

 

İzlenimimiz olumlu olanları etkinliklerimize çağırdık, konuk ettik, ağırladık imkânlarımızca, sorarsan ailedendiler ama tam konuk muamelesi istediler, elimizden geleni yaptık, yine de yol parası almayı, kitaplarını bize satmayı ihmal etmediler. Benim zaten emeğe bir zaafım var, helal olsun diyordum, ama içimden kızıyordum. Yahu kardeşim hani aileden olmakla onur duyuyordun, o zaman bırak para talebini masraflarımıza destek olsana…

Hikâye her yerde böyle, dergiler kendi esaretlerini üretiyor, safiyane bir biçimde adı duyulmuş birkaç yazarı başlarına bela ediyor, ardından kurtulma kavgasına tutuşuyorlar, geçen sayıda yer verdiğimiz Burhan Günel’in yazısında anlattığı Aykırısanat’la arasında olan savaş gibi… Burhan Günel yıllarca Aykırısanat’ı, dergi de elbette onu kullandı yol almak, tanınmak için. Şimdi birbirine düşmüşler, en ağır ithamlarla birbirini suçluyorlar, hem de herkesin gözü önünde. GÜNEL, uzun zamandır süren ağır hastalığına sığınmış, her çatıştığına olduğu gibi dergiye de demediğini bırakmıyor, dergide biraz da suçluluktan olsa gerek, ölü sessizliğinde, yakında kapatırsa şaşmayın. Çünkü Günel’in ölümden öte köy yok tavrına karşı koymak zor. Mahkemeye verecek ki…Hasta bir yazarı mahkemeye vermek de…

 

Bunları bilmiyor muyduk, biliyorduk da okuryazar, çizer ille de az da olsa tanınmış isim istiyor, öteki türlü ağzınla kuş tutsan dönüp bakmıyor, marka düşkünlüğü gibi… Mecburen hesaba katıyorsun.

 

Bizim en çok zorumuza giden, baştan beri kurucularımız arasında yer alan, sanat dünyasında baba lakaplı birinin yaptığı oldu. Öner Yağcı’nın ısrarla bize eklediği bu yazar etkinliğe gelmeye söz veriyor, duyuruları yapıyoruz, itirazı yok, reklam ya, etkinlikten iki gün önce telefon ediyor, yüz kitabımı alın da öyle,.. diyor… Hocam siz aileden değil misiniz, bu ne şimdi,.. dediğimde de programlı bir işi olduğunu ne yazık ki gelemeyeceğini söylüyor. Şehirli ve yazar ya, nezaketiyle herkesi ikna ettiğini sanıyor.

 

İyi de bu devrimci, ahlak makamından konuşan yazarın sanata bakışı, insanlığa bakışı bu mu şimdi? Bunu tam anladık mı, bu ülkenin aydın ve yazar karizmasının yanında çok sırrına da vakıf olacağız.

 

Anlaşılacak bir yanı yok, sahtekârsınız siz. Etkinliğinize, emeğinize para istediğiniz için değil, aileden olmanın nimetlerini kullanıp sorumluluk duymayacak dende suistimalci olduğunuz için… Kınadığınız kadar, size yapıldığında yakındığınız kadar sahtekâr ve bir o kadar da zavallısınız.

 

YAYINEVLERİ post modernist yeni kuşak yazarların peşinde artık. Sizin toplumcu sanat dediğiniz ama Gorki özentisini aşmayan beceriksizce yapıtlarınızı basan bile yok. Çünkü siz halkı samimiyetle düşünüp hisseden aydınlar değilsiniz ki, ürettiğinizden hayır gelsin. Şimdi Anadolu’da Ramazanda sefere çıkan Çer hocaları gibi taşra dergilerinin imkânsızlığını suiistimal edip ikbal bekliyorsunuz. Bekleyin, unuttuğunuz medyatik çağda taşra da uyandı, onlar da artık sizin kadar sahtekâr, samimiyetsiz ve düzenbaz olmayı öğrendi, hem de sizden... Elbette suret-i hak kılığında gözükmeyi de...

Üretemesek de taklit yeteneğimiz dehadır.

 

Hadi be!

Siz sadece edebiyatın değil, aynı zamanda temsil ettiğiniz siyasetin de katili, ülkenin içinde yuvarlandığı karanlığın da sorumlususunuz… Çünkü sizi peygamber yerine koyup peşinizden gelenin, çok geçmeden gördüğü çirkin çıplaklığınızla misyonunuza inanmak için saflıktan öte kör olması gerek…

 

Herkes mi böyle, değil elbette… değil de bir kötünün yedi mahalleye zararı var. Onu gören, ötekine zor inanır.

 

 Gelin akıllı olalım, akıldır iyilik.

 

Sevgili yazarım, okurum, temsilcim, bu derginin tek derdi adımızı yükseltmek reklamımız yapmak olmamalı, bunlar elbette var, kimseyi kandırmıyoruz, ama başka anlamlı amaçlarımız da olmalı. Senin söylemlerindeki gibi bilgi ve deneyimini aktaran bir bilge olacağına, arkadan gelenlere el vereceğine umut besliyoruz. Birileri bizi adam sanıyor, layık görüyor, biz de olalım mı?

 

Yoksa hepimiz fena yanılacağız… Hala anlamadın mı biz onlardan değiliz.  İstanbul’a ne hayranlık duyuyoruz ne de düşmanlık. Bizi artist yapacak yönetmen de aramıyoruz. Bize emek veren elbette soframızda başköşede olacak, ama o emeği vermeli önce…  İstersen hiç dilinden düşürmediğin devrimci geçmişinin gereğini yap sözün gereğini yapamıyorsan.

 

Bak güzel kardeşim son kez aklına sesleniyorum. İçinde bulunduğunuz devekuşu yalnızlığını gör artık. Hani kiminiz benim yazarlarımı küçümsüyordunuz, askerlik gibi kıdem tutuyordunuz, şey ölçer gibi kitap sayısı ölçüyordunuz, keramet onlarda diye… İyi de o kıdemsiz yazarlar sizin de katıldığınız yarışmalarda size nal toplatıp birincilikleri aldığında da mı ayıkamadınız? Siz öyle sanın, o jürilerde bir tek tanıdığımız yok. Siz geldiğiniz köyleri unutmuş, İstanbulluyum diye övünürken, ama hangi İstanbullu olduğunun yanıtını bulamazken, Anadolu artık ayağa kalkmış, uçuyor görmüyorsun.

 

Ne diyeyim ki başka… Çok söze gerek yok, aklın varsa görmelisin, YARIN kesin onların, çok yükselecekler, sense saygıyı hak edersen ANILIRSIN, yoksa kuşkun olmasın ancak ANLATILIRSIN, bakarsın UTANIRSIN…

 

Güzü iyi geçenin kışı da iyi geçer diyor bir çocuk edebiyatçısı dost. Eli de dili de uğurludur, bakalım tutacak mı?

 

Tabi ki görüşeceğiz, yılmak ve küsmek yok… Güneşe kadar…

 

Şenol Yazıcı

 

bottom of page