top of page

MUZAFFER İZGÜ İLE ÇOCUK EDEBİYATI ÜZERİNE

 

Bu söyleşi, Şubat 2006’da, İZGÜ’nün Yeşilyurt Emek Sitesi’ndeki evinde, maviADA dergisinin “çocuk edebiyatı dosyası” nedeniyle, maviADA temsilcileri Niyazi UYAR ve Nurten ALTAY tarafından gerçekleştirilmiştir

 

Niyazi UYAR: Hocam, “MaviADA “ dergisi adına “çocuk edebiyatına” dair yapmak istediğimiz söyleşiyi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Ben Muzaffer İZGÜ adını ilk kez bir radyo oyunu ile duymuştum: “Soğanın Cücüğü”. Hiç unutmam gözlerim yaşararak dinlemiştim. Bunu takip eden yıllarda ailemizin tüm bireyleri için vazgeçilmezdiniz. Evet, çocuk edebiyatı günümüzde en fazla suiistimal edilen bir alan. Neler söyleyeceksiniz?

Muzaffer İzgü : Şimdi radyo tiyatrosundan başlayayım! Önce teşekkür ederim! Beni aldınız 35 yıl önceye falan götürdünüz. Türkiye’de en çok radyo tiyatrosu ve radyoya skeç yazan benim. Yani sayısı hemen hemen yüzün üstünde.  O zaman televizyon yok.  Ama bence insanları o oyunlar düşünmeye yöneltiyordu. Çünkü düşünü biz kuruyorduk, salt sesini duyuyoruz orada. Tam bir öykü okuma seansı gibi bir şeydi bunlar bence! Yani radyodan bize bir olay, bir öykü okunuyor, olayı, mekânı, kahramanı her şeyi gözümüzde canlandırıyorduk. Çok yararlı bir daldı. TRT şimdi yapıyor mu yapmıyor mu onu da bilmiyorum.  Eğer devam etseydi çok güzel olurdu! O ilk kitabımı çocuklarınız okumuş teşekkür ederim. Hep böyle söylerler bana. Öyle ki artık üç kuşak olduk. Şimdi baba okumuş, çocuk okumuş, torun okuyor. Üç kuşağa seslenmiş bir yazarım ben! Önce benim ilk yayımlanan kitabım da çocuk kitabıdır. Ben o zamanlar 28 yaşlarındaydım. Şimdi 73! “Eşeğin Türküsü.” Pardon Eşeğin türküsü diyorum. Şimdi aklıma gelmedi neyse biraz sonra gelir.  İlk kitabım, bu kitapta şeyi anlattım: Köyden kente uçan eşek! Köyden kente dayısının amcasının birinin yanına gidiyor köy yaşantısı... Kentte, çocuklar köyü tanısınlar istedim. Köyde arkadaşlık, köyde yardımlaşma, yani kentte olmayan bir takım özelliklerin, insan özelliklerinin orada var olduğunu gösterebilmek için bu kitabı yazdım.  Öğünüyorum da ilk yapıtımın da çocuk yapıtı olmasından. Sorunuza gelince, gerçekten öyle! Yayınevleri de bunu kışkırtıyor. Falanca yazara siz bugüne değin çocuk kitabı yazdınız mı demiyor. Yazabilirsiniz siz üstat diyor, yazarsınız siz diyor. Birçok şeylerde de bu hastalık var. Birçok eğitimci de çocuğu tanıdığını sanıyor… Ben şöyle söyleyeyim size, benim bir kızım sosyolog, bir kızım psikolog! Ben onlarla birlikte o bölümleri bitirdim. Nasıl bitirdim? Her gün onların kitaplarını okuyup anlamadığım şeyleri hocalarına sordurup tartışarak. Yani Sosyolojiyi çok iyi bilmeyen psikolojiyi, çocuk psikolojisini çok iyi bilmeyen bir insan nasıl çocuk kitabı yazar? Ben pedagojiyi zaten öğretmen olarak biliyordum! O bile azmış, o bile eksikmiş bende. Çocuk psikolojisini biliyordum.  O bile eksikmiş bende. Onların hepsini seksenli yıllarda tamamladım. Şimdi pedagojiyi bilmiyor, psikoloji bilmiyor, toplumu tanımıyor… Çocuk toplumun içinde... sosyolojiyi bilmeden sen nasıl çocuk kitapları, çocuk şiirleri yazarsınız?  Ve illa çocuğa bir şey öğretme kaygısıyla didaktik yani kafasına vura vura… Siz, öğretmeye kalkar, baba, baba öğretmeye kalkar, öğretmen öğretmeye kalkar, bakkal öğretmeye kalkar; bir de yazar öğretmeye kalkarsa, çocuğu kitaptan soğutursunuz. Geçenlerde birinin ad vermeyeceğim, çocuk kitabında şu var aynen: Çocuk bıçaklıyor, babasının düşmanından intikamını alıyor, kan fışkırıyor! Elinde kanın sıcaklığı ve bileğinden kan damlıyor. Bu bir öykü kitabı. Düşünebiliyor musunuz.? Böyle birkaç kitabını alıp okul okul gezip yani buralarda efendim nasıl söyleyeyim size, o kadar ucuz bu kitapları vererek, yani gidip de bir okula o yazar, o kişi artık tüccar gibi diyeceğim, özür de dilemiyorum 150 milyonluk bir alış veriş yaptı mıydı sevinçten uçarak dışarı çıkıyor. Aynı şeyleri yayınevleri yapıyor. Yayınevleri de çeşitli insanlara, yazar olmayan insanlara kitaplar yazdırıp onları hiç de özenmeden harfine, paragraf aralarına, satır aralarına, kâğıdına, kapağına, cildine, hiçbir şeyine özenmeden piyasaya sürüyorlar. Bunun adı da çocuk kitabı oluyor çok kötü, çok kötü! Yani bir denetim olmazsa, denetimi sansür olarak anlamayın sakın! O anlamda söylemiyorum bir denetim ki,  o denetim önce öğretmenden gelecek, anneden gelecek, babadan gelecek, yani onların denetiminden geçecek mutlaka! Ben çocuk kitabının denetimi için öğretmen yeterli. Çocuk şimdi daha başka şeyler oldu. Bakın belki daldan dala atlıyorum; ama gazeteler çocuk kitabı vermeye başladı. Elli kuruş. Yani. Nasıl olacak bu. Bunun maliyeti belli, bilmem nesi belli, her şeyi belli! Veriyor çocuk kitabı. Ve yazarı bilmiyorum artık nedir ne değildir, nasıldır, kitabın içeriği, şusu, busu; ama elli kuruşluk kitabı çocuk eline alıyor, okuyor! Yarın babasından üç liralık kitabı isteyince ne pahalı diyor, çok pahalı, diyor alamam diyor. Eğer çocuk ikinci bir kitabı isteyecek olursa gazetenin verdiği vardı ya onu al oku, diyor! Geçen gün vermedi mi gazete diyor. Bu da Türkiye’nin, çocukların okumasına büyük bir engel oluşturuyor. Gazeteciler gazeteciliklerini yapsınlar çocuk kitabına, bari çocuk kitabına bari diyeyim öbür kitaplara el attılar da çocuk kitabına el atmasınlar.

Nurten ALTAY: İkinci soruyu ben sormak istiyorum sayın İzgü. Koşullar insanı değiştiriyor. 18. yüzyılın coşumculuğunu bu zamanda aramak hayal olur. O zaman çocuk yazını da değişmiş olsa gerek. Neler değişti?

M. İzgü : Şimdi geleneklerimiz diyelim, kültürümüz daha doğrusu. Kültürümüzü çocuklara yazarlar vermeyecek de kim verecek?  Yani insan kültürüyle yaşıyor. Eğer ben bugüne geldim eski kültürü yitirdik dersen, çocuklarımız rahatlıkla “fest food,” efendim tarhana çorbasını bırakıp efendim şuna buna… Örneğin anneanne kitaplarında kültürümüzü mutlaka çocuğa yansıtmaya çalışıyorum: Çorbasıyla, davranışlarımızla, komşuluğumuzla insan ilişkilerimizle, hayvan sevgimizle, her şeyimizle. Ama bunların hiçbiri günümüzde değişmedi ki . Yani bunların değişti deyip de insanı değişmiş gibi göstermek bunun için de çocuk konularını değişmiş gibi göstermeye ben fazla anlamlı bulmuyorum. Elbette birtakım şeyler değişecek. Yazdığınız yapıtın içine bilgisayarı koyacaksınız. Yazdığınız yapıtın içine bugünkü insan yaşamından parçalar koyacaksınız. Ama tümden dün dün olmuştu, o bitti artık şimdi yeni bir yaşam var derseniz büyük bir kesinti olur. O kesinti de çocukla anne, çocukla efendim anneanne, babaanne arasındaki ilişki koparmış olusunuz. Hatta çocuk ilerde de kendi çocuklarıyla da kopmuş bir duruma gelir. Bence edebiyat süreğendir, alır bir yerden bir yere götürür. Çocuk edebiyatı da buna dahil.

N.Altay : Peki çocuğun doğasında bir değişme olmaz mı?

M.İzgü : Çocuğun doğasında mutlaka bir değişme var. Onu gözetmek gerekir. Onu mutlaka yazar olarak da gözetmeniz gerekiyor. Çocukların oyununda değişiklikler oldu, düşüncelerinde değişiklikler oldu. TV dizileriyle değişiklikler oldu. Bilgisayarla değişiklikler oldu. İnternetle değişiklikler oldu. Bunları mutlaka yazar olarak gözetmeniz gerekiyor. Ama kültürümüzden asla böyle bazı şeyleri elbette bırakacağız. Ama ana kültürümüzden asla vazgeçmemek koşuluyla.

N.Uyar: Çocuk edebiyatımızı, dünya çocuk edebiyatı ile karşılaştırdığımızda nasıl bir manzara ortaya çıkıyor?

M.İzgü : Şimdi şöyle söyleyeyim ben size .Türkiye’de çocuklara hep sevgi var, saygı yok. Yani gencimize sevgi var, saygı yok. Ne zaman bir toplum çocuğuna saygı duyar, gencine saygı duyarsa, AB’ne gireceğiz deniyor, işte o zaman rahatlıkla AB’ne gireriz. Ben Batıya gidip de çocuk kitaplarına bakmak istediğimde, Frankfurt Kitap Fuarı’nda olsun gittiğim ülkelerde olsun, bana diyorum çocuk kitapları satılan yerleri gösterin. Nasıl büyük reyonlar. Çocuk özgürce oralarda dolaşıyor geziyor, kitabını seçiyor, alıyor. İsveç’te bir kadınla tanıştım, çocuk yazarı bir bayanla, İsveç Halkı peygamber gibi davranıyor kadına. Oralarda çocuğa çok değer verildiği için çocuk yapıtlarının sayıları oldukça fazla. Ve aile kültürlü, görgülü, bilgili. Öğretmen bilgili, yönetimler bilgili. Böyle kan fışkıran bilmem ne kitapları hemen  hemen değil hiçbir zaman  oralarda bulamazsınız  çocuğa göre kitaplar yazılmıştır ve bizde zaten şu sakıncada ortaya çıkıyor. Gidin plajlara falan bakın şimdi kim yatmış kitap okuyorsa yabancı. Nereden okuma alışkanlığı kazanmış, neden. Şunu söyleyeyim ben size. Çocuk okuru olmayan bir toplumun büyük okuru olmaz. Okuma alışkanlığı çocukluktan kazanılır. Şimdi bizde o tür kitaplarla çocuk bir defa okuma alışkanlığı kazanamıyor. Belirli bir süreden sonra çocuğa da saçma geliyor, sevmiyor. Batıda öyle değil işte. Çocuk, çocuk yapıtlarından rahatlıkla edebiyatın da tadını aldığı için büyük kitaplarına rahatlıkla geçiyor. Bizim çocuk yapıtlarının çoğunda edebiyat yok. Yani çok kuru cümleler. Güneş doğdu. Biz dört arkadaş el ele gittik. Benzetme bulamazsınız, anımsatma bulamazsınız, o şiirde neydi onun adı, imge bulamazsınız. Bunların hiçbiri yok. Kuru kuru, sanki görgü kuralları  anlatır gibi tutuyorlar çocuklara anlatıyorlar..

N.Uyar: Cin Ali serisi vardı.  Çok tuhaf bulurdum…

M.İzgü: Felaket şeyler, felaket şeyler bunlar.  Cin Ali okuyup bitirenin ben okur olacağına inanmıyorum. Cin Ali’yle kalır o. Sonraları da söyler. Ya ben neler okumuştum.  Cin Ali okumuştum ben zamanında. Der ve orda kalır. Çocuğa sözcüklerin gizini, tadını tattırdığınız zaman o çocuk edebiyatı unutamaz. 

N.Uyar : On serilikti değil mi Babaannem serisi.

M.İzgü :  On beş kitap. Açın bakın yani edebiyat bulursunuz. Hep de şunu söylerim ben. Güneş doğdu demem ben. Güneş dağın arkasından ateşten bir top gibi çıktı derim. Bakın birincide hiçbir şey yok. İkincide ama duygu var, sinema var, şölen var, görüntü var. Her şey var. Çocuk bunu görselliği alıverir oradan hemen. O kadar önemli ki bu. Yani çocuk yapıtlarında mutlaka edebiyatın olması, sırtını edebiyata yaslamayan çocuk yapıtı bence çocuk yapıtı değildir.

N. Uyar: Asıl sorun öğretmenlerimizde. Öğretmenlerimizi bu konuda bir yetiştirebilsek, bir eğitebilsek! “Ne okuması hocam,” diyen öğretmenleri tanıyorum ben!

M.İzgü : Tabi, tabi öğretmenlerimizin okuması gerekli bu kitapları da karar verip çocuklara siz bunları okuyun, ben okudum beğendim, karar verdim. Hoşuma gitti falan da değil. Öğretmenin öyle demesine gerek yok. Sizin okumanızı uygun gördüm. Okuyun. Ben öğretmenken kendim okur, liste yapardım.

N.Uyar: Eğitim enstitüsünde öğretmenimiz bize çocuk kitapları okuyun derdi. Öğretmen olacaksınız, çocuk kitabı okumayan bir öğretmen, öğretmen olamaz, derdi.

M.İzgü: Osman Gazi Üniversitesinde 19-20-21 Ekim tarihlerinde ‘Muzaffer İzgü ve Çocuk Edebiyatı’ oldu. O üç gün içerisinde elliiki  bildiri sunuldu. Bu şimdi kitap haline gelecek. Çocuk edebiyatı nedir ne değildir. Adamlara en son şunu söyledim. Rektöre. Son kapanış konuşmasında. Sözcüklerle benim bu üniversiteye heykelimi diktiniz. Çok teşekkür ederim size. Çok insana yararlı olacak bu. Şimdi kitap basılacak, gerçekten bunu öğretmenlerimiz okuması gerek çocuk edebiyatı ne. Muzaffer İzgü bahane edilerek çocuk edebiyatı anlatılıyor orada. Ben bir aracım.

N. Altay: Çocuk yazını bana göre Türkiye’de küçümseniyor, buna katılıyor musunuz? 

M. İzgü: Kesinlikle katılıyorum. Hatta efendim ben size daha başka bir şey söyleyeyim. Bundan yirmi yıl önce çocuk edebiyatı var mı yok mu, tartışması oldu Türkiye’de! Bütün dünya çocuk edebiyatıyla uğraşırken, bu alan eserler vermişken… Orhan Kemal’in  Suçlu’sunu çocuk da okuyabilir; büyük de okuyabilir. Peki Bereketli Toprakları’nı çocuk okuyabilir mi? Hayır. Müfettişler Müfettişi’ni okuyabilir mi?  Hayır. Bir Filiz Vardı’yı okuyabilir mi? Hayır. E, nasıl söyleyebiliyorsunuz bunu? Yani niye çocuklar için yazmayalım o zaman?  Yani siz çocuklara yazmayın gerek yok.! Büyüklere uygunlardan seçeriz biz veririz çocukların eline, okurlar. Çocuk edebiyatını kimse küçümsemesin. Bence edebiyatın hasıdır.

N. Altay: Hemen bu bağlamda Heery Poter ilgisini nasıl yorumlayalım?

M. İzgü: Heery Poter bir salgın gibi bir şey! Bu salgın gibi gelen şeyler beni pek ilgilendirmiyor. Gelip geçer bunlar zaten. Bir moda Heery Poter. İçinde şiddet var onun, ırkçılık var. Ve bir de sihir çok fazla içerisinde. Nasıl söyleyeyim olmayacak şeylerle çocukları eğlendirdiler. Benim için pek önemli değil. O Heery Poterlar. Ancak sahibini zengin etti. Sineme yapıldı. Film oldu. Bilmem ne oldu. Okudular çünkü. O kitaplar zaten birçoğu çocuklara göre değil, neden derseniz, o denli kalınlıkta ki bir kitabı o küçücük harfleri çocuğun okuması zararlı zaten. İçinde resim yok, bir şey yok. En kötü yanı da şiddet ve ırkçılık var!

N. Uyar: Muzaffer İzgü Türk edebiyatının öykü fabrikatörüdür. Tanımlamasını kullanırsak eksik söylemiş oluruz diye düşünüyorum. Hem yetişkinlere hem çocuklara yüzlerle ifade edilen eser. Aziz Nesin diyordu ki, “kafamda beş yüz kitaplık konu var.” Sizin de bir o kadar yazacak konunuz var mı? Çok merak ediyorum, çünkü o kadar çok üretiyorsunuz ki!

M. İzgü: Dosyalara bakıyorum da bütün içtenliğimle söylüyorum 200 yıllık malzeme var bende de. Ama ben ne kaplumbağayım ne de karga. Yani bunları yapıp bitirmeme olanak yok. Ama içlerinden seçiyorum ben. Yani hangisi daha önemli? Bir de tiyatro oyunlarım var. Yeni bir tiyatro oyununa çalışıyorum şimdi. Bir tiyatro oyunum iki yıl kapalı gişe oynadı. Şu anda bir tiyatro oyunum Ankara Devlet Tiyatrosunda oynuyor. Oyunlarım var ben yazarlığı zaten bir yaşam biçimi olarak kabul etmişim. Ben şimdi aile babasıyım, ben şimdi gezen insanım. Hayır, hayır. Yüzünüze bakar bir tip, alışveriş ederken hep yazarım ben. Kendi konumu, kendi insanımı düşünürüm ben. Bir de şimdi hiç içki içmeyen bir insanı bir bardak rakıyı dökün ağzından onun, komaya bile girebilir belki. Ama öyle bir içiyor ki adam, bir büyüğü bitiriyor; ya bir yarım daha, bir ufak daha getirin diyor. Uyku da öyle! Ben uykusuzluğa alıştım. Benim şimdi günlük uykum dört saat, en çok beş saat. Ama öyle koşullamışım ki kendimi mutlaka o yüz, yüz elli sayfa kitap okunacak. Hemen hemen. En az, en az. Yazılacak her gün yazmam. Ama her gün mutlaka okurum, yirmiye yakın dergi geliyor bizim eve. İki gazete ben alıyorum, bir de oğlum indiriyor yukardan üç gazete. Bunları da okuyorum. Yani bir yemek yerken benim şeyim.

N.Uyar : Peki, eşiniz  konuşalım demiyor mu?

M.İzgü :Yoo, o da okumayı çok seviyor. Elinde mutlaka onun da uyumadığı zaman kitap vardır. O da bunu, bu yaşamı paylaştı zaten. Başından beri paylaştı. Biz ikimiz de çok okuyan insanlarız. Evimde kaç kitabım var yani, bilmem. Üç Karşıyaka’daki evde, Kuşadası’nda, Alsancak’ta, Kaç kitap okuduğumun sayısını da bilmem. Ama okumayı bir ibadet gibi sayıyorum ben. Hep yeni yapıtlar da okumam ben. Okumadığım eski yapıtları da böyle torlar, toparlar almışım okumamışımdır. Getiririm. Bana çok kitap geliyor. Yazar arkadaşlarım şey ediyorlar. Ama benim de harcadıklarım içinde en çok şey ettiğim kitap. Seviyorum kitabı.

N. Altay: Sorumuz okullardaki 100 Temel Eserin okumaya katkısı olacağı, oluma alışkanlığı yaratacağı konusunda ne düşünüyorsunuz?

M. İzgü: Bir okulda, hocam siz niye 100 Temel Eserde yoksunuz dedi. Bana. Müdürün haberi yok galiba. Dedim ölmedim ben daha dur bekle. Öldükten sonra, dikkat edin hiçbir yaşayan yazar içerisinde yok. Bu çok yanlış bir şey! Çocuk gününü yaşıyor. Bugünü yaşıyor çocuk. Yani ölülere saygı duyuyorum. Çok güzel yapıtlar var içlerinde. Asla şu şu demeyeceğim, ayırmayacağım. Ama mutlaka günümüz yazarlarından da yaşayan yazarlarından alınmalı, alınması gerekirdi. Biz bu denli şey etmişiz, hizmet etmişiz, yani çocuk yarın bir gün bakacak haa demek Muzaffer İzgü, falanca çocuk yazar Hüseyin Yurttaş bunların içine giremiyor, değeri var mı yok mu diye çocuk kendi şeyinden düşünmeye başlayacak. Anlatamazsın yavrum öldüğüm zaman şey edemezsin. Yani seçim güzel değil doğru değil.50 si ölen yazarsa,50 si de yaşayan yazar lardan seçilmeliydi bence.

N.Uyar: 100 değil 5oo olmalıydı. Şart mı yani.100 diye bir rakam mı ayet mi var.

M.İzgü: Tabii, tabii,

N.Uyar: Romancılıkla ilgili soracaktım…

M.İzgü: Romanlarım var benim çok!

N.Uyar: Daha çok mizah tarzı, öykü tarzında yoğunlaşmışsınız.

M.İzgü: Romanlar, gençlik romanları var şimdi üç tane benim yazdığım. Üçünün de konusu da İzmir’de geçer. Ve bir yazarın yaşadığı kente borcu vardır. Mutlaka. Batıda da işte Hayatının kenti, Beethoven’in kenti denir. Ben bu İzmir de yaşadığım için bu kente bir borcum var. üç tane gençlik romanı yazdım. Son yazdıklarımı söyleyeyim size biri 9. baskıya geldi, biri dörde, biri şeyde. Ve ben burada gençlerin sorunlarını anlatırken İzmir’i de anlatmış oluyorum. Daha önceleri benim ilk romanım gecekondudur. Hatta rahmetli Yusuf Ziya Ortaç Akbaba’da yazıyorum. Bize roman yaz dedi. Ben dedim benim Acıklı olur benim romanım. Çünkü kent yaşantımı yazacaktım. İlk kez dedi bir gülmece dergisinde…

Niyazi Uyar: Bize zaman ayırdınız,“maviADA Dergisi” adına teşekkür ediyorum.

Nurten Altay: Gerçekten teşekkürler sayın İzgü, evinizi bize açtınız, bizimle edebiyat söyleşisi yaptınız, ben de teşekkür ederim.

Muzaffer İzgü. Ne demek efendim, asıl ben size teşekkür ederim… 

 

 

 

Nurten  ALTAY  /  Niyazi  UYAR

İzmir, 2006 Şubat

 

 

bottom of page