top of page

BİR AYRILIK MASALI

                                                                                        Aytul Akal*

 

 

Bir varmış bir yokmuş. Bir kitap varmış, bir de okur. Kitap, okuru arar; okur, kitabı özlermiş. Ama iki sevgili bir türlü kavuşamazmış; çünkü aralarında, timsahlarla dolu bir nehir varmış.     

Böyle başlıyor masal... Oysa böyle olmamalıydı. Biz, çocuk kitabı yazarları, masalımızı böyle yazmamıştık. Masal ne ara değişti de timsahların cirit attığı nehrin öteki yakasında kalakaldı, hiç anlayamadım...

Avrupa'da, Amerika'da, Uzak Doğu'da, insanlar ellerinde, arabalarında, çantalarında bir değil, birkaç kitap olmadan yola çıkmazken, ülkemizde neden kitap, yanına alınacaklar listesinin en sonlarında bile yer almaz?  Geçmişte, “Issız bir adada kalsanız, yanınıza alacağınız üç şeyi sayın,” türü kalıplaşmış anket sorularında, ilk seçenek olarak “Kitap!” denirdi. Ya şimdi, o ıssız adaya neler götürülüyor dersiniz?

Otobüste, trende, vapurda, herhangi bir bekleme salonunda, biz yetişkinler boş boş oturup duvarlara bakarak, koltukları sayarak, ya da uyuyarak vakit geçirmeye ne zaman alıştık?  Biz alıştık da, neden çocuklarımıza da aynı zihinsel tembelliği aşılamaya çalışıyoruz?

İster yarım saatlik, ister saatler sürecek bir yolculukta, bazen çocuklar da oluyor yetişkinlerin yanında. Anne ya da babası, yolculuk boyunca oyalanabileceği birkaç kitabı yanına almayı akıl edememiş olduğundan ne yapacağını bilmez bir halde kendini oradan oraya atıp koşuşan, bağırıp ağlayan çocuklar... Asıl onu azarlayarak sakinleştirmeye ve yerine oturtmaya çalışan ebeveynleri, benim azarlayacağım geliyor; bazen yanımda bir  kitap varsa, hemen uzatıp veriyorum. “Kitaba bakarak oyalanabilir,” diyorum.  Kitabın, ardı sıra getireceği sayısız olumlu ögeden, çocuğa gelişim süresi boyunca katacağı değerlerden söz etmemek için kendimi zor tutuyorum.  

Kitap okuma alışkanlığının daha çocukluktan yerleştiği, dünyanın her yerinde bilinir. Avrupa ülkelerinde, Amerika’da ve Avustralya'da, okulöncesi ve ilköğretimin ilk kademesi sürecindeki öğrenciler, okula gidip gelirken, "book-bag" (kitap çantası) dedikleri bir  torba taşırlar yanlarında. Okuldan ödünç aldıkları kitapları eve götürürler, okuyup getirdiklerinde yeni kitaplarla değiştirirler. Kitap, her zaman eğitimle iç içedir. Kitap okumuş olmak, ders yapmaktan daha değerli sayılır.

Her sınıfta sınıf kitaplığı, her okulda okul kütüphanesi vardır ve kitaplar dilenerek, bağış yoluyla değil, seçilip satın alınarak edinildiğinden, okunması zevkli, iç ve dış yapısıyla çocuğa ulaşabilen ve okumayı sevdiren çağdaş kitaplardır. Çocuklar okuldan eve, evden okula kitap torbalarını bu kitaplarla, belleklerini de sınırları sürekli genişleyen bir algıyla doldurur.

Kazan Dolusu Hayal Gücü, Kepçe Kepçe Duyarlılık

Gelişmiş ülkelerdeki çocuklar mı farklı? Kitaplar mı? Yoksa kitapları çocuklarla tanıştırmadaki yöntem mi? Neden ülkemizde kitaplar, ıssız adaya bile taşınmaz oldular?

Kitaplara göz atacak olursak...  Bazı kitapların çocuklarla tanışmamış olmasının daha hayırlı olacağı anlaşılır.  Peki hangi kitaplar gerçekten çocuk için, hangileri yalnızca ticari kazanç  için; bunu kim ayırdedecek?

Doğuştan gelen bir yeteneği barındıran yazarlık, sanatçı duyarlılığını özümlemiş olmayı da gerektirir. Bu gerçeğin göz ardı edilmesiyle ortaya çıkan kitapsı sonuçlar, ülkemizde yazarları kelle hesabıyla saydırdığı gibi, okurları da giderek azalan bir tane hesabına dönüştürmektedir...

Kitabımsılar, en ucuzundan edinilmiş kâğıdıyla, fazla ücret ödememek için bulunmuş acemi ressamıyla, estetikten yoksun grafiğiyle, özensiz dili ve savruk kurgusuyla yayımcının/editörün süzgecinden nasıl geçer; geçse de, kitapçılardan, okul kapılarından, evlerden içeriye nasıl süzülür?

Okuduğum kitaplardan birinde, öğretmen, birinci sınıf öğrencisinin eline, oynaması için “cıva” verir.  Cıvanın dokunma yoluyla değil soluma yoluyla bile insanı zehirlediğini, üstelik vücuttan atılmayan bir eleman olduğunu bilmek için kimyacı olmak gerekmiyor.  Kurgusal öğretmeni mi suçlayacağız, böyle akıl almaz hatalar yapan duyarsız yazarları mı yoksa yayıncıyı mı? Tecavüze uğrayan kıza bunu hiç kimseye söylememesini, aksi halde hamile kalacağını öğütleyen kahramanı yaratan yazar, çocuklara ne anlatmak ister? Okul önlüğünün altından görülen beyaz bacakları betimleyen bir şairin çocuklarla işi nedir? Kızına nasıl, nereden tecavüz edildiğini betimleyen ve tecavüzcü komşusunu baltayla parçalayan baba, bir çocuk kitabı kahramanı olabilir mi? Parçalanan kollar, fışkıran kanlar, kızıla boyanan ırmaklar... Hepsi hepsi çocuklar için... 

Kültür farklılıkları ve gerekçeler ne olursa olsun, uygar ülkelerde çocuk kitabıyla ilgilenenler, çocuk kitaplarının, çocukların gelişimindeki ve çocukluk sürecindeki önemini çoktan keşfetmiş, artık kitapların en etkin nasıl kullanılabileceğiyle ilgililer... Bizde kitap, hâlâ “Boş zamanlarınızda ne yaparsınız?” sorusunun yanıtı mı? 

"Eşim öğretmenlikten emekli oldu, evde canı sıkılıyor. Ben de ona çocuk kitapları yazmasını önerdim. Örnek alması için hangi öykü kitaplarını salık verirsiniz?" türünde, uzaydan gelmiş bir soruyla bilmem ki, hangi ülkede karşılaşılabilir? Ya da, "Emekli olunca çocuklardan uzak kaldım. Ne yapayım, ne yapayım diye düşündüm; çocuklara yazmak geldi aklıma," gibi, yalnızlık bunalımıyla geçen bir gecenin sabahında çocuk kitapları yazmaya karar vermenin bir örneği daha nerde bulunabilir acaba?  En hayret verici olan da, şarkıcı, televizyon  sunucusu, oyuncu, tiyatrocu gibi tanınan kimlikleri olan kişilerin, “Hayran kitlemiz geniş, nasılsa satar,” mantığıyla, yeteneği olsun olmasın, bir çocuk kitabı yazmaya karşı duydukları dayanılmaz hevestir...

Bazı yayımcılar, medyatik kişilerin ya da eğitim alanında görev  yapanların dosyalarını, kitabın çocuklara seslenip seslenmediğine, yazarlık duyarlılığını ve dilin ustalığını barındırıp barındırmana pek de önem vermeksizin, yayımlarlar. Bu tür yayımcıların tek kaygısı, yazar adayının çevresini kullanarak, kitabın satışını garantilemektir.

Öğretmenlerin, eğitimcilerin, müfettişlerin, medya ünlülerinin ve farklı alanlarda meslek sahibi olanların iyi yazar olamayacağı doğrultusunda bir ileti değildir sözlerim. Asla! Bir doktor da yazar olabilir, bir mühendis de, bir kamyon şoförü ya da pilot da. Üstelik her meslek, yazarlık yeteneğine yeni bir açılım kazandıran artılardır. Öğretmenlik ise, mesleğin uygulama sürecinde yaşam birikimlerine potansiyel okurla bire bir deneyimleri de kattığından, öteki mesleklerden daha da avantajlıdır elbette; ancak hangi meslekten olunursa olunsun, doğuştan gelen yazarlık yeteneğinin gerekliliğini gözardı etmek, cahillik olur.

Köprü Başı Ejderhaları

Gerçek yazarların hayatı gerçekten çok zordur; yazar olmaya kalkıştıklarına pişman olsunlar diye mi, yoksa yaratıcılıklarını kamçılayıp ateşlesin diye mi bilinmez, anlamsız ve gereksiz sorunlarla hayat onlara özellikle zorlaştırılır. Yanlış anlamayın, çocuk kitaplarının ne kadar önemli bir işlevi olduğu kavranmış, bu nedenle yazarın, yazarlık yeterliliği kıyasıya sınanıyor olmasından değil... Tam tersine, çocuk  kitabı yazarlığının önemi duyarlılıkla hiç kavranmamış, herkesin her istediği an yapabileceği basit ve kolay bir iş sanılmasından...

Gerçek yazarlar, yazarımsıların aksine, bir yayınevinden kitabının basılacağına dair bir haber almak için, aylarca, bazen yıllarca beklerler. Yazma sürecinin aylarla ölçüldüğü, bekleme sürecinin de bir o kadar uzun olduğu yorgun bir dönemin sonunda, kitap basıldığında, alınan telif ücretinin yazarları zengin ettiği kanısı da halk arasında epeyce yaygındır. Keşke öyle olsa...

Bir sanatçının özgün yaratıcılığının, verdiği emeğin ve zamanının karşılığı olabilir mi? Evet, var.  Üstelik bu ücret, ne yazık ki bir okul taksidi bile ödeyemez...

Yayımcıların sorunu yok mudur?  Öyle çok ki... Kitabı basar basmaz, "satış" adı verilen korkunç bir ejderha bekler onları daha ilk dönemeçte. Ejderhayı aşabilseler, ardında okurlar vardır, bilirler, ama onlara ulaşmak çok zordur. Bir sürü çıkarcı iş bilirin yıllar yılı kemikleştirdiği dev ejderha, köprü kurmaz, geçit vermez...

Okurlar da, yazarlar da, yayımcılardan şikayetçidir; haklıdırlar. Okurlar almak istedikleri kitabı kitapçılarda arar, bulamaz; yazarlar ise hemen her kitapçıda kendi kitaplarını görmek isterler, ama yoktur! Bırakın ülke çapında kitapçılara yayılabilmeyi -ki bu daha uzunca bir süre bizim ülkemiz için hayaldir-, büyük şehirlerdeki süper market ya da hiper marketlerin kitaplık bölümü raflarında bile yer almaz kitaplar. Garip değil mi? Oysa yayımcılar istemez mi kitapları her rafa girsin?

Bir anne titizliğiyle kitap hazırlayan yayımcılar; dağıtımcılar aracılığıyla kitapçılara, kitapçılar aracılığıyla da çocuk okurlarına ulaşmaya çalışırken, anne ile çocuk arasındaki yaşam kordonunu didikleyenleri, çekiştirip koparanları, üstüne yatıp kurutanları, ben mi anlatacağım?

Sözcüklerin büyüsüne hep inanmışımdır; onlar şifrelerini kendi kendilerine açarlar, gizleri yoktur aslında; algının gücüdür güvendikleri, hepsi bu...

Çocuk kitaplarının ejderhalara, devlere, cinlere, cadılara karşın, yine de gözle görülür bir ivmeyle bugünlere gelişi duyarlı davranan öğretmenlerin, yazarların, yayımcıların, dağıtımcıların, mucizesidir aslında; ben buna inandım. Piyasanın yozlaşan ve bayağılaşan koşullarına karşı durup da inatla bugünlere gelinebilmesi, tüm bu duyarlı insanların eseridir; kim bilir kaç kez sabır tahtalarının ucuna kadar yürüyüp de, köpekbalığı dolu denize atlama isteğiyle dolsalar, ve çok ağlasalar da…

Bu Kadar Zor Olmamalıydı!

Görünürde herkes çocuk kitaplarının değerini ve önemini bilir, bu yüzden de ülkenin bir ucundan öteki ucuna, dernekler, vakıflar, komiteler, özel okullar, devlet okulları, belediyeler, hemen herkes kitaplık kurma çabası içindedir. Gün geçmez ki yayımcıya bir mektup gelmesin, raflarımızı yaptık, masamızı sandalyemizi aldık, şimdi sıra sizde diye. “Ülkemizin çocuklarını ve gençlerini edebiyatla tanıştırarak aydın birer genç olarak ülke hizmetine katabilmemizi teminen, sayın yayınevinizden bağış kitap, falan filan”... Bu ülkede masa, sandalye ya da kitaplık raflarına ödenek bulunduğunu, ama kitaplara ödenecek paranın nedense hiçbir zaman bulunmadığını biliyor muydunuz? Yayımcılar, sanki kitaplarını hayrat olarak yayımlamak ve bağış olarak dağıtmak zorundadır; aksi takdirde bu ülkenin edebiyat tarihine çocukların ve gençlerin, kitaplarla tanışamamalarının sorumluları olarak geçeceklerdir... 

İngiltere'de, kütüphanelerden alınıp okunan kitaplar için bile, yazara ve çizere, bir telif ücreti ayrılıyor. Bunun hesabı da, her kütüphaneci tarafından, kitap, okur tarafından ödünç alındığında, sanatçının hanesine derhal kaydedilerek tutuluyor. (İstatistiki bir bilgi: 2002'de, 4.505.758 Pound tutarındaki bütçe, kütüphanelerde kitapları okunan 17,581 yazar/çizere, 2003’de ise 6.200.000 Pound, 19,064 yazar/çizere dağılmış.)

Birçok ülke, aralarında anlaşma yaparak, PRL (public lending right’1979) protokolü imzalamışlar. Bu protokole göre, her kütüphane, bu anlaşmaya dahil olan ülkelerin, raflarında kitapları yer alan sanatçılarını telif ödemesiyle doğrudan desteklemek zorunda. Bu da, yalnızca İngiltere'deki kütüphanelerden, 2003’te 19,064 dünya yazarına, okunma oranında bölüştürülen 6.200.000 pound anlamına geliyor! Bu yazarlar ve çizerler ayrıca, İngiltere’yle de sınırlı kalmayıp, protokole dahil ülkelerin kütüphanelerinden de yıllık telif ödemeleriyle onurlandırılıyor. (Bu konuyu, <http://www.plr.uk.com/> sayfasında bulup inceleyebilirsiniz. Biliyorum, merak etmiyorsunuz ama olsun; ben anlatmaya kararlıyım.)

Yurt dışında çocuk kitabı yazarları, uzun bir zaman sürecinde yazılan bir kitaba karşılık, ancak kısa bir zaman sürecine yetebilecek yetersiz bir telifle yalnız bırakılmayıp, söyleşi ve imza davetlerinde aldıkları ücretlerle, medyada öykü ya da masallarının yayım haklarıyla, kütüphanelerde  ödünç alınan kitaplarına ayrılan bütçeyle, konferanslar, workshop çalışmalarından aldıkları ödemelerle, kendilerini yazmaya adayabilecek gerekli maddi desteği bulabiliyor.

Oysa bizim medyanın çocuk programlarında  bile yayımlanan öykülere, masallara telif ödemeye niyetli değildir yetkililer. Program hazırlayıcıları, kendi yazdıkları metinler için ücret alırlar kuşkusuz, ancak, sanatçıların basılı kitaplarından yararlanarak hazırladıkları programlar karşılığında, sanatçıya herhangi bir ödeme yapılmaz. Genel teamül, yazarın eserinden yararlanıldığında, o yazarın reklamı olur, bu da ona yeter düşüncesidir. Hani nerdeyse, ayrıca reklam ücreti bile istemediklerine sanatçılar şükretmeliler...

Medyada ise yazarların öykülerini, masallarını kullanmak bedavadır, kimi kez yapıtlarını kullandıklarını yazarlara haber bile vermezler.  Kimi kez, yazara haber verirler de, bunun nedeni çoğu kez, ellerinden kitaplarını bedava olarak kullanmaya izin verildiğine dair bir yazı almak içindir. Yazarlar, yapıtlarının nihayet bir televizyon kanalının, radyonunr ya da bir başka yayının ilgisini çekmiş olduğu sevinci ve kıvancıyla bu izin belgesini imzaladıklarında, farkına bile varmadan, eserlerinin ömür boyu bedava yayımını bağışlamış olurlar. Belki farkına varırlar da, her kapının aynı dikenli yola açıldığını görmekten bezmiş olduklarından...

Bir çözüm formülü bekleyenler, düş kırıklığına uğramış olabilirler. Ancak çözümler, sözcüklerin büyüsünde gizlidir. Şifreleri çözmek için, görebilen gözler, sevebilen yürekler gereklidir.

Bahar gelir, yaza dönüşür. Yaz, sonbahara el verir. Sonbahar kışı çağırır. Ülkemizde sanatçı olmak, her mevsim kırık kanatla dolaşmaktır.  Uçmak için, ancak hayal dünyasının gücüne sığınmak gerekir ki, sanatçıların kırık kanata karşın inatla direnebilmelerinin nedeni budur zaten: Onların hayalleri, renklerini hiç yitirmeyen mevsimlerde, sonsuza dek uçar... 

Yollar var, kırlara, ormanlara açılır. Yollar var, bulutlar dokunur toprağına, çiçekler çiy damlalarıyla donanır. Yollar var, labirent gibi dolandırır, dolandırır; dolaşmaktan yıldırır.

Yollar ki kilim diye serdik zamanımızı, yollar ki "hayatın dikenli yollarında" yürütür bizi. Bu yollardan geçmek... Bu kadar zor olmamalıydı!

 

 

bottom of page