maviADA,
HAYAT ve SANAT PLATFORMU
2002 - 2016
Gülgün Çako
GÜNEŞİN DOSTUDUR SU
Sinop ERFELEK TATLICA Şelaleri
ağaçları , kuşları, dağları, taşları
gökyüzünü ve denizi seviyorum
ama güneşi bir başka…
Mutluluk bir yolculuktur, derdi dedem. Sözünü ettiğinin bir yerden bir yere gitmek olduğunu düşünmüştüm ilk. Çünkü o tam bir yolculuk tutkunuydu. Öyle bir hali yoksa da bir şey arıyor demiştim içimden. Bir sır saklıyor olmalıydı eksiğini tamamlayan. Neydi acaba eksiği?
Mutluluğun bir anlık olmadığını, yaşam boyu süren olduğunu anlatmak istemişti halbuki. Asıl sır buydu. İnsanı tamamlayan.
Birlikte çok yolculuk yaptık. Anılarımız öyle çok ki… Çelebiliğini bana aşıladı.
Bir şehre gittiğimizde o şehri anlattığını sanmıştım önceleri. Oysa hayattı anlattığı. Hâlâ kulaklarımda sözleri. Onun yolculuğunun ömrümce sürdüğünü düşünüyorum. O kocaman gözlerindeki anlamı özlüyorum.
Sabah güneşin ilk ışıklarıyla uyanmak, dahası çıkıp yürümek öncelikli tercihim. İlk kez bulunduğum bu yerde otel görevlisine ne tarafa yürüyebileceğimi soruyorum. Aşağıya doğru yürürseniz yerleşim yerleri var ama yukarı yürürseniz doğal manzaralar, diyor. Doğada yürümek en güzeli, deyip koyuluyorum yola. Yüz metre uzaklaşmadan Hamsilos Tatil Köyü tabelasıyla karşılaşıyorum. Sabahın kör vakti, giriş kapısı kapalı. Ben de telle çevrili çit boyunca yürümeye devam ediyorum. Denizden uzaklaşıyorum galiba derken balıkçı barınağı olarak da kullanılan minik bir koyla karşılaşıyorum.
Şirin un değirmeninin yanından geçerek sağdan yola koyuluyoruz. Bir gölet bir şelale ilerliyoruz. Gökyüzü orman. Doğal basamak oluşturmuş kayalara tırmanıyoruz. Henüz bir iki şelale ve gölet geçmişken şelalelerin yirmi sekiz tane olduğunu öğrenen ve tırmanmayı göze alamayanlar geri dönüp ikinci yolu tercih ediyor. Devam ediyoruz. Burada olmak serinletici. Ortam aşırı nemli. Gözlerimiz bile terliyor.
Şelaleler öyle çok yüksek değil. Aştığımız her kayalık başarma hissi verdiğinden hoşumuza gidiyor. Bazen doğal basamaklarla, bazen tahta merdivenden çıkarak, Tarzan gibi iplere asılıp tırmanarak geçtiğimiz her şelale mutluluk verici. En güzeli de birbirimize el vererek, yol göstererek, durup, bekleyerek destek vermemiz.
Ayaklarımız, bastığımız soğuk sulardan; vücudumuz, terden sırılsıklam. Çamurlara bulanmış haldeyiz. “ Olsun sular neleri paklar. Annemiz kızacak değil ya.” sözleriyle gülüşüyoruz. Hasta olmamak için ayakkabıyı, çorabı çıkarmak, üzerimizdeki giysilerden sıyrılmak şart. Öyle de yapıyoruz.
Sonrasındaki yemek bolluk bereket. Erfelek’te Öztürk Restoran’dayız. Türkiye’nin farklı farklı yöresinden, ilinden geldiğimizi öğrenen işletme sahibi Orhan arkadaşımızın önceden de bilgilendirmesiyle sınırsız yiyecek hakkı tanıyor. Güler yüzüyle samimi. Tüm çalışanları gibi.
Yediğin içtiğin sende kalsın, gezdiğini gördüğünü anlat diye öğütlense de mısır çorbasından, Sinop mantısından söz etmemek (Öztürk Restorandaki nefisti) , nokulu es geçmek ayıp olur.
Bir tür mısır bulgurundan yapılan yöresel mısır çorbası çok lezzetli. Tülay (Sinoplu), bu çorbanın sıcak tereyağı sosu ilavesiyle soğuk da içilebildiğini söylüyor.
Diğer mantılardan farklı olarak Sinop mantısı cevizli.
Nokul ise, içinde üzüm ve ceviz ya da sadece üzüm sadece ceviz olan börekle çörek arası bir hamurişi. Tadına bakmaya değer. Ben sevdim.
El yapımı baklava ( tarifi babadan kalma), fırında sütlaç, revani çoğaldıkça çoğalıyor lezzet.
Gelsin çaylar…
Etkinlikler bitince, boğazımız düğüm düğüm, kiminle, kaçıncı kez vedalaştığımıza bakmadan, bizi olgunlaştıran yılların aramıza girmediğini, aksine arkadaşlığı, dostluğu perçinlediğini düşünüp sarılıp, sarılıp şaşkın bir vaziyette ayrılıyoruz.
Batıda güneş batıyor.
Güneşin dostudur su. O yüzden yolculuğu güneşe doğru!
Gülgün Çako SİNOP / 9 Ağustos 2014 Cumartesi
Denize ne de yakışıyor, kayıklar ve tekneler.
Güzelliği seyre dalmışken tatil köyünün köpeği arka bahçelerine giren iki başka köpeği kovuyor. Hadi bakalım aldık mı belayı… Köpeklerden iri, siyah ve erkek olanı pek neşeli. Beni görmemiş gibi. Sazlıkların olduğu sulara girip silkeleniyor arada. Dişi olan diğeri siyah, beyaz ve temkinli. Burnunu bana doğru uzatıp duruyor. Bazen önümden çoğu ardım sıra yürüyorlar. Berabermişiz gibi ilerliyoruz. Korkuyu koklar köpekler ve korku yoksa sakinleşirler. Korkana saldırırlar öncelikle. Korkan olunca içgüdüleri olası bir tehlikeyi haber veriyor olsa gerek.
Bunlar Diyojen’ in askerleri. Köpekleriyle, kendi egemenliğinde ve diğerlerinin yardımı olmadan, onlara bağımlı kalmadan köpekler gibi yaşamayı (Kinik Felsefesi ) seçen ve bir fıçının içinde ömür süren filozofun doğduğu topraklardayız sonuçta.
Aç olmalılar. Yiyecek arıyorlar. Bense sakince yürüyor, içimden çok aç olsalar bana saldırabileceklerini ve parçalamayabileceklerini düşünüyorum. Öyle bir şey olmuyor tabi. Piknikçilerden kalan kırıntılarla idare ediyorlar. Hiç ayrılmazmışız sanki. Akliman Feneri’ne çıkıp inerken bile benimle beraberler. İnsana alışkınlar belli.
Fenerleri oldum olası çok sevmişimdir. Yol göstericiliklerine imrenirim. Sabah sabah bir fenerden bakmak çok hoş. Fotoğraf çekmek ayrı bir güzellik.
Önünden geçtiğim itfaiye merkezinin bahçesine çok güzel bir ağaç ev, tahtadan bir traktör yapmışlar. Beyaza boyanmış eski bir sandala ekilmiş çiçekler tamamlıyor güzelliği. Kapı zincirli. Geçilmez uyarısı var. Lojmandakiler henüz uyanmış, bahçede kahvaltı ediyor.
Fenerden dönüyorum. Birlikte kaldığım arkadaşımın beni merak edeceğini düşünüp, yürüyüşümü sona erdiriyorum. Nerdeyse iki saat yürümüşüm.
Duş, kahvaltı ve Erfelek’e doğru yola çıkıyoruz. Aracına konuk olduğumuz Yusuf arkadaşımızın oğlu çok dikkatli bir şoför ve aracı sarsmadan kullanıyor. Yaklaşık on beş kilometre asfalttan sonra bir o kadar da taşlı çakıllı ve virajlı stabilize yol gidiyoruz. Baraj gölü kenarında ilerlemek güzel olsa da etraf toz duman. Rastladığımız ilk tabela solundan gidersek Tatlıca Şelalesi’ ne (ormana doğru), sağından gidersek Erfelek Şelaleleri’ ne ( (gittiğimiz yol ) ulaşacağımızı işaret ediyor. Şaka gibi, diyerek devam ediyoruz. Araçtan indiğimizde ilk şelale yüksekten dökülen (28m) serin gülümsemesiyle bizi karşılıyor. Etrafta hediyelik eşya satan yerler, oturup gözleme, bazlama yenebilecek mekanlar, yürüyüşe çıkmadan önce mutlaka gitmeniz gereken tuvalet var! Erfelek Takım Şelaleleri ’ ne hoş gelmişiz.
En tepedeki Şelale’nin adı Tatlıca’ ymış. Ona ulaşmak için iki yol var. Biri solda stabilize diğerlerini görmeden tepeye ulaşan, diğeri yirmi sekiz şelaleyi de geçerek varılacak olan. O tabela burada da olmalıydı.
Bayrak konmuş zirveye ulaştığımızda büyük zaferler kazanan kahramanlar gibiyiz. Arzu edene ödül, ayran. Yolun ıssızlığında ha gayret, der gibi bir tahta parçasına cılızca yazılmış “Ayrancı” yazısının işaret ettiği gibi.
Patikadan gelenler ya da önce varanlar çoktan içmişler ayranı. Fazla oyalanmıyoruz.
Şarkılar eşliğinde patikadan dönmek… Hiçbir iniş bu kadar keyifli ve istekli olmamıştır, dedirtiyor. Dizlerimizin titremesine engel olamıyoruz. Yorulan kaslarımız yüzünden olsa gerek bu.
Tehlike yok değil. Donanımlı gelmeli buralara. Şort ve tırmanma ayakkabısı giymeli mutlaka! Kayaların, taşların üzerine düşmüş ve çürümeye yüz tutmuş yapraklar hızla bastığınızda müthiş kayıyor. Gölgeli, yosunlu, ıslak kayalar, taşlar da öyle. Hatta Sevim arkadaşımız şelalenin birinde tam kayayı çıkmış göletin kenarına gelmişken sol kolu üzerine düşüyor. Endişeleniyoruz. Ama bir sorun yok. Ayağa kalkıp cevval cevval yola devam ediyor. Bir sorun olsa herhangi bir sağlık görevlisi yok aşağıda. İndirmek de zor. Nerdeyse imkansız. Hatta söylenen, çıkmak serbest de inmek yasak bu yolda.
Dört büyük şelale geçiyoruz. Diğerleri irili ufaklı. İki buçuk saat sürüyor tırmanma ve yürüyüş. Bir buçuk kilometreymiş yol. Çok zevkli. Varlığını derinden duyumsuyor insan. Hele uzanan elleri gördükçe.