top of page

            Gülgün Çako

 

GÜNEŞİN DOSTUDUR   SU 

 

Sinop   ERFELEK TATLICA Şelaleri

 

ağaçları , kuşları, dağları, taşları

gökyüzünü ve denizi  seviyorum

ama güneşi  bir başka…

 

Mutluluk bir yolculuktur, derdi dedem. Sözünü  ettiğinin bir yerden bir yere gitmek olduğunu düşünmüştüm ilk.  Çünkü o tam bir yolculuk tutkunuydu. Öyle bir hali yoksa da  bir şey arıyor demiştim içimden. Bir sır saklıyor olmalıydı eksiğini tamamlayan. Neydi  acaba eksiği?

Mutluluğun bir anlık olmadığını, yaşam boyu süren   olduğunu anlatmak istemişti halbuki. Asıl sır buydu. İnsanı   tamamlayan.

 

Birlikte çok yolculuk yaptık. Anılarımız öyle çok ki… Çelebiliğini bana aşıladı.

 

Bir şehre gittiğimizde o şehri anlattığını sanmıştım  önceleri. Oysa hayattı anlattığı. Hâlâ kulaklarımda sözleri. Onun  yolculuğunun ömrümce sürdüğünü düşünüyorum. O kocaman  gözlerindeki  anlamı özlüyorum.

 

Sabah güneşin ilk ışıklarıyla uyanmak, dahası çıkıp yürümek öncelikli tercihim. İlk kez bulunduğum bu yerde otel görevlisine ne tarafa yürüyebileceğimi soruyorum. Aşağıya doğru yürürseniz yerleşim yerleri var ama yukarı yürürseniz doğal manzaralar, diyor. Doğada  yürümek  en güzeli, deyip  koyuluyorum yola. Yüz metre uzaklaşmadan Hamsilos Tatil Köyü   tabelasıyla karşılaşıyorum. Sabahın kör vakti, giriş kapısı kapalı. Ben de telle çevrili çit boyunca   yürümeye devam ediyorum. Denizden uzaklaşıyorum galiba derken balıkçı barınağı olarak da kullanılan minik bir koyla karşılaşıyorum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şirin un değirmeninin yanından geçerek sağdan  yola koyuluyoruz. Bir gölet bir şelale ilerliyoruz. Gökyüzü orman. Doğal basamak oluşturmuş kayalara tırmanıyoruz. Henüz bir iki şelale ve gölet geçmişken şelalelerin yirmi sekiz tane olduğunu öğrenen ve tırmanmayı göze alamayanlar geri dönüp ikinci yolu tercih ediyor. Devam ediyoruz. Burada  olmak serinletici. Ortam aşırı nemli. Gözlerimiz bile terliyor.

 

Şelaleler öyle çok yüksek değil. Aştığımız her kayalık başarma hissi verdiğinden hoşumuza gidiyor. Bazen doğal basamaklarla, bazen tahta merdivenden çıkarak, Tarzan gibi   iplere asılıp tırmanarak geçtiğimiz her şelale mutluluk verici. En güzeli de birbirimize el vererek, yol göstererek, durup, bekleyerek destek vermemiz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ayaklarımız,  bastığımız soğuk sulardan; vücudumuz,  terden sırılsıklam. Çamurlara bulanmış haldeyiz. “ Olsun sular neleri paklar. Annemiz kızacak değil ya.”  sözleriyle gülüşüyoruz. Hasta olmamak için ayakkabıyı, çorabı çıkarmak,  üzerimizdeki giysilerden sıyrılmak şart. Öyle de   yapıyoruz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sonrasındaki  yemek bolluk bereket. Erfelek’te  Öztürk Restoran’dayız. Türkiye’nin farklı farklı yöresinden, ilinden geldiğimizi öğrenen işletme sahibi Orhan arkadaşımızın önceden de bilgilendirmesiyle sınırsız yiyecek hakkı tanıyor. Güler yüzüyle samimi. Tüm  çalışanları gibi.

 

Yediğin içtiğin sende kalsın, gezdiğini gördüğünü anlat diye öğütlense de  mısır çorbasından, Sinop mantısından söz etmemek (Öztürk Restorandaki nefisti) , nokulu es geçmek ayıp olur.

Bir tür mısır bulgurundan yapılan yöresel mısır çorbası çok lezzetli. Tülay (Sinoplu), bu çorbanın sıcak tereyağı sosu ilavesiyle soğuk da içilebildiğini söylüyor.

 

Diğer mantılardan farklı olarak  Sinop mantısı cevizli.

Nokul ise, içinde üzüm ve ceviz ya da sadece üzüm sadece ceviz olan börekle çörek arası bir hamurişi. Tadına bakmaya değer. Ben sevdim.

El yapımı baklava ( tarifi babadan kalma), fırında sütlaç, revani çoğaldıkça çoğalıyor lezzet.

Gelsin çaylar…

 

Etkinlikler bitince,  boğazımız düğüm düğüm, kiminle, kaçıncı kez vedalaştığımıza bakmadan, bizi olgunlaştıran yılların aramıza girmediğini, aksine   arkadaşlığı, dostluğu perçinlediğini düşünüp sarılıp, sarılıp  şaşkın bir vaziyette ayrılıyoruz.

 

Batıda güneş batıyor.

Güneşin dostudur su. O yüzden  yolculuğu güneşe doğru!

 

 

Gülgün Çako                                   SİNOP  /  9  Ağustos 2014  Cumartesi

 

Denize ne de yakışıyor, kayıklar ve tekneler.

 

Güzelliği seyre dalmışken tatil köyünün köpeği arka bahçelerine giren  iki başka köpeği kovuyor. Hadi bakalım aldık mı belayı… Köpeklerden iri, siyah ve erkek olanı  pek neşeli. Beni görmemiş gibi. Sazlıkların olduğu sulara girip silkeleniyor arada. Dişi olan diğeri siyah,  beyaz ve temkinli. Burnunu bana doğru uzatıp duruyor. Bazen önümden çoğu ardım sıra yürüyorlar. Berabermişiz gibi ilerliyoruz. Korkuyu koklar köpekler ve korku   yoksa sakinleşirler. Korkana saldırırlar öncelikle. Korkan olunca içgüdüleri olası bir tehlikeyi haber veriyor olsa gerek.  

 

Bunlar Diyojen’ in askerleri. Köpekleriyle, kendi egemenliğinde ve diğerlerinin yardımı olmadan, onlara bağımlı kalmadan  köpekler gibi yaşamayı  (Kinik Felsefesi ) seçen ve bir fıçının içinde ömür süren filozofun doğduğu topraklardayız sonuçta.

 

Aç olmalılar. Yiyecek arıyorlar. Bense sakince yürüyor, içimden çok aç olsalar bana saldırabileceklerini ve parçalamayabileceklerini düşünüyorum. Öyle bir şey olmuyor tabi. Piknikçilerden kalan kırıntılarla idare ediyorlar.  Hiç ayrılmazmışız sanki. Akliman Feneri’ne çıkıp inerken bile benimle beraberler. İnsana alışkınlar belli.

Fenerleri oldum olası çok sevmişimdir. Yol göstericiliklerine imrenirim. Sabah sabah bir fenerden bakmak çok hoş. Fotoğraf çekmek ayrı bir güzellik.

 

Önünden geçtiğim itfaiye merkezinin bahçesine çok güzel bir ağaç ev, tahtadan bir traktör yapmışlar. Beyaza boyanmış  eski bir  sandala ekilmiş çiçekler tamamlıyor güzelliği. Kapı  zincirli. Geçilmez uyarısı var. Lojmandakiler  henüz uyanmış, bahçede kahvaltı ediyor.

 

Fenerden dönüyorum. Birlikte kaldığım arkadaşımın beni merak edeceğini düşünüp, yürüyüşümü sona erdiriyorum. Nerdeyse  iki saat yürümüşüm.

Duş, kahvaltı ve Erfelek’e doğru yola çıkıyoruz. Aracına konuk olduğumuz  Yusuf  arkadaşımızın oğlu  çok dikkatli bir şoför  ve aracı  sarsmadan kullanıyor. Yaklaşık on beş kilometre asfalttan sonra bir o kadar da taşlı çakıllı ve virajlı stabilize yol gidiyoruz. Baraj gölü kenarında ilerlemek güzel olsa da etraf toz duman. Rastladığımız ilk tabela   solundan gidersek  Tatlıca Şelalesi’ ne  (ormana doğru),  sağından gidersek Erfelek Şelaleleri’ ne (  (gittiğimiz yol )  ulaşacağımızı işaret ediyor. Şaka gibi, diyerek devam ediyoruz.   Araçtan indiğimizde ilk  şelale  yüksekten dökülen (28m) serin  gülümsemesiyle bizi karşılıyor. Etrafta hediyelik eşya satan yerler, oturup gözleme, bazlama yenebilecek mekanlar, yürüyüşe çıkmadan önce  mutlaka gitmeniz gereken tuvalet var! Erfelek Takım Şelaleleri ’ ne hoş gelmişiz.

 

En tepedeki Şelale’nin  adı Tatlıca’ ymış. Ona ulaşmak için iki yol var. Biri solda stabilize diğerlerini görmeden tepeye ulaşan, diğeri yirmi sekiz  şelaleyi de geçerek varılacak olan. O tabela burada da olmalıydı.

Bayrak konmuş  zirveye ulaştığımızda  büyük zaferler kazanan kahramanlar gibiyiz. Arzu edene ödül, ayran. Yolun ıssızlığında ha gayret, der gibi bir tahta parçasına  cılızca yazılmış “Ayrancı” yazısının işaret ettiği gibi.

Patikadan gelenler ya da önce varanlar çoktan içmişler ayranı. Fazla oyalanmıyoruz.

 

Şarkılar eşliğinde patikadan  dönmek… Hiçbir iniş bu kadar keyifli ve istekli olmamıştır, dedirtiyor. Dizlerimizin titremesine engel olamıyoruz. Yorulan kaslarımız yüzünden olsa gerek bu.

Tehlike yok değil. Donanımlı gelmeli buralara. Şort ve tırmanma ayakkabısı giymeli mutlaka! Kayaların, taşların üzerine düşmüş ve çürümeye yüz tutmuş  yapraklar  hızla bastığınızda müthiş kayıyor. Gölgeli, yosunlu, ıslak  kayalar, taşlar da öyle.  Hatta Sevim arkadaşımız şelalenin birinde tam kayayı çıkmış göletin kenarına gelmişken sol kolu üzerine düşüyor. Endişeleniyoruz. Ama bir sorun yok. Ayağa kalkıp cevval  cevval yola devam ediyor. Bir sorun olsa herhangi bir sağlık görevlisi yok aşağıda. İndirmek de zor. Nerdeyse imkansız.  Hatta söylenen, çıkmak serbest de inmek yasak bu yolda.

 

Dört büyük şelale geçiyoruz. Diğerleri irili ufaklı. İki buçuk saat sürüyor tırmanma ve yürüyüş. Bir buçuk kilometreymiş yol. Çok zevkli. Varlığını derinden duyumsuyor insan. Hele uzanan elleri gördükçe.

bottom of page